Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam54
Toplam Ziyaret760903
Norman Rockwell

Bir spor olayı, bir tartışma, zorlu bir çalışma, bir çeşit gevezelik, Norman Rockwell'in işlemiş  olduğu, resimlerine yansıtmış olduğu kimi konular, ancak uyum yıllarında ABD'li polis memurlarının himayesinde okula giden bir kız çocuğunu konu edinen “Hepimizin Yaşadığı Sorun” adlı çalışması, belki de en dikkate değer olanı.

Üretken ve yetenekli bir illüstratör olan Norman Rockwell, 20. yüzyılın ortalarında Amerika'nın en popüler sanatçısıymış ve haftalık The Saturday Evening Post dergisi için üç yüzün üzerinde kapak resmi çizmiş. 

Tarzı abartılı bir gerçekçilik olan Rockwell’in resimleri, gerçek gibi görünen insanlar, sadece bir miktar karikatür içeriyor. Rockwell zamanla, Saturday Evening Post'un okuyucu kitlesinin ilgisini çeken hikayeler ve karakterler konusunda uzmanlaşmış: Beyaz, Orta Sınıf Amerika, Yaramaz Çocuklar, Vızıltılar ve At Kuyruklular, Yakışıklı Kocalar ve Pembe Yanaklı Eşler, Nazik ve Kibar Büyükler, Sevimli Köpekler ve daha niceleri,  kimi zaman belirli bir anın hemen öncesinde, kimi zaman da  hemen sonrasında yakalanmışlar Rockwell’in fırçasına.

Resime konu olan Ruby Bridges, 1954 yılında doğmuş; aynı yıl yüksek mahkeme, aldığı bir kararla, o yıllarda okullarda yapılan ayrımcılığın anayasaya aykırı olduğunu ilan etmiş. Ancak, Ruby Bridges anaokuluna başladığı yıllarda, birçok okul yüksek mahkemenin aldığı karara uymamış. Ruby'nin ebeveynleri, New Orleans'taki okullarda yapılan ayrımcılığa karşı çıkmışlar, fakat bunun bedelini çok ağır ödemişler: Babası işini kaybetmiş, çiftçilikle uğraşan büyükannesi ile büyükbabası topraklarından ayrılmak zorunda kalmış. 

Evli ve dört çocuk annesi olan bayan Bridges Hall, New Orleans'ta, demokratik değerleri; hoşgörüyü, saygıyı ve tüm farklılıkların uyum içinde yaşamalarını teşvik etmek amacıyla, “Ruby Bridges Vakfı”nı kurmuş. Barack Obama, okullarda ayrımcılığa karşı başlatılan mücadelenin 50. yıldönümünde, Norman Rockwell Müzesi’ni Ruby Bridges Hall ile birlikte gezmiş ve o tablonun önüne geldiklerinde: "Eğer siz olmasaydınız, ben bugün başkanlık koltuğunda oturmayabilirdim!” demiş.

Ruby'nin okula yürüyüşü, Amerika’daki iç savaşa kadar uzanan bir tarihin parçası olmuş. Abraham Lincoln'ün özgürlük bildirgesine ve ABD anayasasında köleliği kaldıran bir değişikliğin kabul edilmesine rağmen, Afrika kökenli Amerikalılar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamamışlar. 1800'lerin sonlarına gelindiğinde ise, güney eyaletlerde yürürlükte olan "Jim Crow Yasaları", siyah tenlilerin kütüphaneler, okullar, toplu taşıma araçları ve yüzme havuzları gibi herkese açık sosyal tesisleri beyaz tenlilerle paylaşmalarını engellemiş..

Bilgi: Bu sütuna aktarılan bilgiler, "The Saturday Evening Post" adlı haftalık bir derginin Internet sayfasından edinilmişlerdir! 

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Bu sayfada üyelere özel yazılar bulunuyor. üye girişi yaparak bu yazıları görüntüleyebilirsiniz.

Burayı tıklayarak üye girişi yapabilirsiniz.
Burayı tıklayarak üye olabilirsiniz.

BAKMAK YETMEZ; GÖRMEK GEREK




 

Vaktiyle yaşadığı kimi anılarını pırıl pırıl Türkçesiyle bize aktaran seçkin şairimiz Dr. Salim Çelebi'ye çok teşekkür ederiz!
kosektas.net


Şair Dr. Salim Çelebi



Soluk soluğa girdi muayenehaneye ve “Kocam ölüyor, yetişin doktor bey,” dedi; felfecir okuyan gözleriyle.

Kısa bir soruşturmadan sonra, kocasını arı soktuğunu, arı zehrine karşı alerjisi olduğunu öğrendim; acil çantamı alarak ve Park Taksi durağından bir taksiye binerek, Dikili’nin İsmet paşa Mahallesinin yukarı kısımlarına doğru çıkmaya başladık. Hem hastaya nasıl bir tedavi uygulamam gerektiğini düşünüyor, hem de arabanın geçtiği sokağa bakıyordum. Çıkmakta olduğumuz mahallenin yukarı kısımlarında, önünden geçmekte olduğumuz yan yana duran iki evin önü kalabalıktı, insanlar koşuşturuyorlar ve çığlıklar duyuluyordu. Sorup, öğrenemedik ne olduğunu; bizi bekleyen acil bir hastamız vardı.

Baygın, yüzü boynuna, bacakları dizkapağına ve kolları da dirseklerine kadar morarmış; 55-60 yaşlarında bir erkek yerde yatıyordu. Gerekli tedaviyi yaptım ve hasta dramatik bir şekilde iyileşerek birkaç dakika içinde kendine geldi, doğruldu ve eşinin elini tutarak, “Doktorum, bu kadın beni öldürecek,” dedi. “ O kadar tembih etmeme rağmen, beni hep arı kovanı bulunan yerlerden geçiriyor…” Hayata dönmenin şakasıydı bu.

Dönüşte, benim bir doktor olarak yukarı doğru çıktığımı görmüş olacaklar ki taksinin önüne geçerek durdurdular ve her iki evdeki bayılanlar için yardım istediler. Olanaklarım ölçüsünde gerekli tedavileri yaptım.

Yan yana duran evlerden birindeki kalabalık, evin ölen annesi için ağlıyordu, diğer evdeki gözyaşlarının nedeni ise askerden gelen çocuklarına kavuşmanın verdiği sevinçti. Kaybın verdiği hüzün de gözyaşlarına neden oluyordu; kavuşmanın verdiği mutluluk da. Nedenleri farklı olsa da yoğun duyguların ürünüydü gözyaşları.

Mahalleye çıkışta sokağa “bakarken,” koşuşturarak, çığlık atan kadınlar vardı; dönüşte yanlarına vardığımızda, çığlıkların nedenlerini öğrendik, gerçeği “gördük.”

Bakmak ve görmek… Bakma olayında daha etkin olan organ gözdür. Görme olayında ise; detay, derinlik, algılama ve anlamlandırma olgularından dolayı;  gözle birlikte etkin olan organ beyindir. Bakma olayı bir fotoğrafın negatifi, görme ise fotoğrafın kendisidir. Görme olayı emek ister, emek ürünüdür. Sanatçılar çok iyi görebilen insanlardır, sanat evrenselliğini ve ortak dilini bu olgudan alır.

Sanatçıları ötekileştirilen, dışlanan toplum; yoksullaşır, yurttaşlık duyarlığını yitirir. Bir kısmımız teknoloji bağımlısı olarak gerçek yaşamdan koparılıp sanal yaşamla yaralarımızı sararken, büyük çoğunluğumuz da önce yoksullaştırılıp sonra kullaştırılıyoruz.

Kul bakar, yurttaş görür.
Kul her emre uyar, yurttaş sorgular.
Kul korkar, yurttaş örgütlenir.
Kul için görev vardır; yurttaş için hak.
Kul bireycidir, yurttaş toplumcu...

Ben yeniden keşfetmedim; ünlü düşünür Ziya Gökal, 'kul'un tarifini ünlü dörtlüğüyle yıllar önce yapmış zaten;

“Ahlak yolu pek dardır
Tetik bas önün yardır,
Sakın hakkım var deme
Hak yok, vazife vardır.”

Dr. Salim Çelebi




0 Yorum - Yorum Yaz
TATİL VE GEZİ ANILARI

Yaşlanan Sözcükler - Hasretin Hası




Şair Dr. Salim Çelebi


27. Ağustos 2012

Yaz bitti, tatil de bitti tabi. Tatilin yazın yapılabilirliği, genel kabul gören bir olgu. Gezme ve görme özgürlüğünün, daha az kısıtlanıyor olmasından dolayı olsa gerek. Hasretler giderildi, anılar canlandırıldı, moral depolandı; yeni yıla motivasyon amacıyla.

Tatile gidenler, gidemeyenlere anlatacak yaptıklarını, gördüklerini. Değişimlerden bahsedilecek; bir önceki yılla kıyaslandığında, görülen farklılıklardan.

Değişimler sadece fiziki yapıda olmuyor; zaman içinde, bedensel ve zihinsel olarak da farklılaşıyoruz: Kelleşiyoruz, göz kusurlarımız oluşuyor, boylarımız kısalıyor… Gelişen teknoloji, daha haberli, daha hünerli, daha bilgili olmamızı zorunlu kılıyor. Anne ve babalarımızdan daha farklı düşünüyoruz ki çocuklarımız da doğal olarak bizden farklı düşünecekler: Bizim oyuncaklarımız; balon, aşşık ve evimizin kedisiydi; çocuklarımızın oyuncakları ise, bilgisayar ve cep telefonları.

Yıllık iznimi geçirdiğim Dikilide bir çay bahçesinde otururken, çevrede gezinmekte olan bir kediyi gören 5-6 yaşlarındaki bir çocuğun, çığlıklar atarak sandalyenin üzerine çıkması, ürküttü beni. “Çevreden ve doğal yaşamdan kopuk, teknoloji bağımlı bir nesil mi yetiştiriyoruz?” sorusunu defalarca sordum kendime…

Anımsadığım kadarıyla, 1960 yılında köyümüzün nüfusu 1063 idi ve köyümüzdeki temel üretim araçları; orak, çekiç, tırpan ve çok az da olsa traktör idi. Kimimiz okuyabilmek, kimimiz de çalışmak amacıyla savrulduk dört bir tarafa. Önce üretim araçlarımız ve bunun sonucunda da üretim ilişkilerimiz değişti. Bu değişim dilimize de yansıdı tabi. Yeni kelimeler öğrendik, köyümüzde öğrendiğimiz birçok kelimeyi de kullanmaya, kullanmaya unuttuk.

Biz 60 yaşına gelenler, bundan 50-55 yıl önce, Acer, kırmızı, töngü, çedik, delice, gilik,  külbe, soku, geçgere, haft, sitil, kındap,  horanta,  seten, kirmen, çörten, hedik, çalık, kösa (kössa), anadut, dirgen, yarpız, keleş, harım, keven, bıldır,  kerme,  hatıl, karık, tumutma, heyket, sızgıt, çömçe, harnıp, çinik, köşger, urupla, keli, meses, bağırtlak,  imbal, sokum, çeten, tatlık, kaşağı, örk, kömbe, kile, evlek, firik…” sözcüklerini konuşma dilinde kullanırdık. Türk Dil Kurumunun Büyük Türkçe Sözlüğünde, tek tek anlamları olan yukarıdaki sözcükleri, artık ne yazık ki kullanmıyoruz. Çocuklarımız ise bu sözcüklerin bulunduğunun farkında bile değiller.

Kendimiz gibi bazı sözcükleri de yaşlandırdık. Farklı bir bakış açısıyla hayatın amacı yaşlanmak değil mi?

Yaz tatilini köyümüzde geçirenler, yukarıdaki sözcüklerden bazılarını duyabilmenin mutluluğunu mutlaka yaşamışlardır. Bu olgu, geçmişi özlemden, nostaljiden, farklı bir içselleştirme.

Dildeki bu değişim bile, tek başına evrimin en büyük kanıtı. Yukarıdaki kelimelerle yapılan bir sohbeti özleme ise, hasretlerin en hası.




1 Yorum - Yorum Yaz

 


Bu yazıyı çok kişisel bulabilirsiniz. ‘Bize ne senin yaşamını yitiren arkadaşından?’ diyebilirsiniz.

O zaman lütfen bu yazının devamını okumayın. Saygı duyarım ama ben, bu yazıyı yazmak ve hep gülümseyen yüzüyle anımsayacağım Sezai Aydoğan’a hediye etmek istiyorum. Bir yararı olur mu bilmem ama bu da benim kaybedilen dostun ardından dua etme biçimim işte…

Hollanda’da yaşadığım yıllarda tanıdım Sezai’yi… Kuzeyin gri ülkesinde henüz sudan çıkmış bir balık gibi dolanırken oradaki hayata katılmamı sağlayan insanların başındaydı. Hem gülen yüzüyle neşe kattı hayatıma hem de bir ağabey gibi öncülük etti arafta kaldığım anlarda…

DJ Hakan olarak Hollanda’da düzenlediğim partilerde, gazeteci sıfatıyla konuşmacı olarak katıldığım seminerlerde rehberim ve destekçim oldu. Yeri geldi, puslu Amsterdam gecelerinde diğer dostlarla beraber eğlencenin kollarına bıraktığımızda kendimizi bize katıldı; yeri geldi, ben sivri dilimle başımı belaya soktuğumda siyasi bağlantılarını kullanarak daha büyük dertlere bulaşmamı önledi.

Hollanda’da psikolog olarak görev yapıyordu her daim gülümseyen ve çevresine neşe saçan Sezai… Siyasetle de iç içeydi hep… Hollanda’daki yabancıların sorunlarına çare arayan pek çok projede baş mimar oldu, bu yöndeki çalışmalarımda hep bana destek verdi.

Onu son olarak geçen yılın Eylül ayında İstanbul’da gördüm. İki ameliyatın ardından vücudumdaki illetin yayılıp yayılmadığına dair sonuçları beklediğim günlerdi. Gerçeküstü bir dönemdeydim; dünyayı sanal bir mekan gibi algılıyordum; derin, çok derin bir boşluktaydım sanki… Başıma gelenleri duymuş, bir kaç günlüğüne geldiği İstanbul’da, bir gününü bana ayırmak istemişti.

Gözlüklerinin ardından cin gibi parıldayan gözleri, yüzünde hiç eksik olmayan muzip gülümsemesi, elinde Hollanda çikolatası ve hastalara şifa olsun diye verilen şişe şişe saf ballarıyla çıktı karşıma… ‘Nedir bu senden çektiğimiz lan; durmadan başına bela sarmayı nasıl beceriyorsun? Karşıdan seni gören de halim selim bir adam sanıyor,’ oldu ilk sözleri… Bir ağabey gibi fırçalamıştı aslında ama, bunu bile bile onu tatlı tatlı bozmak hoşuma gidecekti. Öyle de yaptım; tutamadım kendimi ve ‘Ben de seni gördüğüme sevindim’ diyerek sıkı sarıldım. ‘Ben de seni gördüğüme sevindim manyak herif’ dedi ve o da sıkı sıkı sarıldı.

Böylece bütün günü kaplayacak ve bizi son kez bir araya getirecek olan görüşmemiz başladı. Gerisi bildiğiniz gibi… Hani uzun süredir görüşmeyen eski dostlar bir araya gelirler, geçmişten konuşurlar, kah gülerler kah hüzünlenirler, ortak arkadaşların ne yaptığından, nerede olduğundan, sağlıklarının ve keyiflerinin yerinde olup olmadığından dem vururlar, laf bir ara bugüne ve gelecekten umutlarına gelir; öyle bir gün geçirdik işte…

Dün gece ‘son kez’ olduğu kesinleşen bu görüşmede yarım saatlik bir dilim vardı ki; bu hepinize aşina eski dost buluşmalarında her zaman yaşanan türden değildi. O yarım saatlik dilim, belki de bende en çok iz bırakan… ve şu an içimi acıtan…

Benim hastalık sürecim zaten belli… Görüşmenin başında konuşmuşuz. Eh, ben de görünenden farklı olarak güçlü adamım; durmuyorum üstünde hastalığımın… Yine geçmiş hatıralara, Çağatay, Funda, Gülden, Birkan gibi ortak dostlarla acı-tatlı yaşananlara dalmışız. Birden o muzip gülümseme kayboldu gözünden Sezai’nin; önündeki kahve fincanının yanında duran kaşıkla amaçsızca oynamaya başladı, gözlerini yarılanmış nescafenin içine dikti. Önemli bir açıklama gelecekti, anlamıştım; duruldum ben de ve sordum: ‘Hayrola? İyi misin?’

‘Aslında sen bu hastalığı yaşarken bunu söylemeyecektim, seni üzmek istemiyorum ama söylemek zorunda da hissediyorum kendimi… Henüz netleşmedi ama sanırım ben de kanserim.’

Başımdan kaynar sular dökülmüştü. O ana dek yanımda olduğunu göstermek için beni ziyarete geldiğini düşündüğüm bu güzel adam için, bu buluşmanın anlamının daha da derinlerde olduğunu anladım. Hem benim yanımda olmak hem de içindeki isyana bir yol vermek için karşımda oturuyordu Sezai… ‘Ben seni gayet iyi gördüm, yaptırdığın tahlillerin ve PET’in sonucunun iyi çıkacağına inanıyorum,’ dedim; ailesinde ve kendinde her daim kanserle iç içe yaşamış biri olmanın dayanıklılığıyla… Ama o emin değildi bundan… ‘Umarım,’ dedi ve ekledi: ‘Kızım Rani daha çok küçük. Onun üniversiteden mezun olduğunu, hayatını kurduğunu görmek istiyorum. Hollanda İşçi Partisi’nden milletvekilliği teklifi geldi; siyasette yapmak istediklerim var.’

Hollanda’ya döndükten sonra sonuçları sevinçle bildirdi bana… Akciğer kanseri değildi; sonuçlar temiz çıkmıştı. Ben de, ortak dostlar da rahatlamıştık.

Ta ki çok zaman geçmeden gelen kötü habere kadar… 2×2=4 değil bu illet işte… Sonraki tahlillerde kanserin sadece akciğerinde değil, pek çok yerinde olduğu ortaya çıkmıştı ve durum gerçekten kötüydü. Radyoterapiler, kemoterapiler; bildiğiniz süreçlere girdi Sezai… Ama bana da, ortak dostlara da en çok acı veren; bu gülümseyen adamın, tedavi sürecinde içine kapanması oldu. Saygı duymamıza rağmen bizden kaçması çok üzdü hepimizi… Yanında olabilseydik keşke… Her şey daha farklı olabilir miydi acaba?

Bugün memleketi Nevşehir’de toprağa verilecek Sezai… ‘Her ölüm erken ölümdür’ diyor ya şair; hayır, bazı ölümler daha erkendir bence… Bu, çok ama çok erken bir ölüm oldu. Bu kadar hayalleri olan, her daim gülümsemesiyle hatırlanan bir insan, bu kadar erken ayrılmamalıydı aramızdan…

Soruyorum kendime, ‘Son zamanlarda çevremde genç yaşta yaşamını yitiren insanların hepsi iyi insanlar… Başkalarını da kendileri kadar düşünen, dünyaya ve insanlığa dair iyi hedefleri olan insanlar… Dünya kötüleştikçe iyi insanların yaşaması zorlaşıyor mu acaba?’ diye…

Gerçekten çok ta iyi olmamalı mı acaba insan? İyilik, zayıflık mı acaba içinde bulunduğumuz çağda?

METROSFER var oldukça (ki, dediğin gibi ben başımı gene belaya sokmadıkça var olacaktır!’) bu yazı senin anına bu gazetede baş köşede duracak Sezai Aydoğan…

Gülümseyen gözlerinden öpüyorum.





Köyümüz bilgisunum sayfası kurucu üyesi, arkadaşımız Sezai Aydoğan'ı 12 Temmuz 2012 Perşembe gecesi kaybettik. Kendisini sevgiyle anıyor, kederli eşinin, biricik kızının ve  tüm yakınlarının acılarını paylaşıyoruz!
kosektas.net 
Sezai Aydoğan ile 21 Kasım 2005, Pazartesi  günü yapılmış ve hemen ertesinde bilgisunum sayfamızda yayınlanmış bir röportaj. Ankara ve Köln üniversitelerinde psikoloji ve eğitim rehabilitasyonu alanlarında eğitim gördükten sonra Hollanda'ya göçen ve Hollanda Sağlık Bakanlığı'na bağlı Ulusal Araştırma Merkezi Transact'ta uzman araştırmacı olarak çalışmaya başlayan Sezai Aydoğan, ailenin korunması, kadına ve çocuklara karşı şiddetin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmaktaydı. kosektas.net

Söyleşi: Nuriye Akman
21 Kasım 2005, Pazartesi

Dün, Aile İçi Şiddete Son Konferansı'nın katılımcılarından KA-MER başkanı Nebahat Akkoç'la konuşmamızı vermiştim.

Bugün de sorunu erkekler açısından irdeleyen Sezai Aydoğan'la tanışacaksınız. Yedi yıldır Hollanda'da yaşıyor. Zincirin eksik halkası: Erkekler olarak sorunlarla baş etmek' başlığı altında bir proje geliştirmiş. Erkeklerin sadece suç failleri ya da mağdurları olarak değil, sorunun çözümünde sorumluluk alması gereken bireyler olarak ele alınmasından yana. Bu projeyi Türkiye'de hayata geçirmek isteyenler www.transact.nl, s.aydogan@transact.nl adreslerinden veya 31-(0)30 232 65 59 No'lu telefondan kendisine ulaşabilirler.

Herkes kadınlara yönelirken erkekleri çalışmak nereden aklınıza geldi?

Ben Hollanda'da yaşayan herkes ile ilgili projeler yaptığım gibi Türkler, Faslılar, Surinamlılar, Antilyanlar, Iraklılar ve Pakistanlılar, yani Hollanda'da yaşayan tüm azınlıklarla ilgili de çalışıyorum. Bugüne kadar aile içi çalışmaların yüzde 95'i kadınları bilgilendirme, yardım etme, sorumluluk sahibi yapma, yönünde olmuş. Erkekler nerede peki? Niye seslerini duyurmuyorlar? Neden demiyorlar ki biz aile içi şiddete karşıyız? Neden kadınlar hep zorlamak, hep istemek, hep yalvarmak zorundalar? Niçin erkekler de bir şeyler yapmıyorlar?

Erkekleri de sorumluluğa davet etmeyi ilk siz mi düşündünüz?

Ben düşündüm. 2002'de Hollanda'daki yabancılara yönelik bir araştırmada yüzde 24'ünün şiddeti yaşadığı ortaya çıktı. Aynı araştırma 1997'de Hollandalılar arasında yapılmıştı. Yüzde 43'ü "Hayatımda birden fazla aile içi şiddete maruz kaldım" demişti.

Herhalde göçmenler şiddeti farklı tanımladı

Evet. Oysa yapılan başka araştırmalardan da biliyoruz ki bizim geldiğimiz ülkelerde, mesela Türkiye'de ya da Fas'ta, Surinam'da şiddetin boyutları daha geniş. Ama bizimkiler bir tane tokada şiddet demiyorlar. Bunu terbiye için gerekli bir durum olarak görüyorlar. 80'lerden sonra Avrupa üniversitelerinde tespit edilmiş erkeğin ve kadının sosyalizasyonu ve buna bağlı olarak verilen belli roller, belli davranış kalıpları var. Bu kodlar yaşam boyu devam eder. Mesela, "erkek çalışır, ailesini geçindirir, ağlamaz" gibi kodlar. Erkekler zayıf olduklarını birbirlerine göstermezler. Çünkü aralarında devamlı bir rekabet var. Kadınları zaten rakip olarak görmüyorlar. Bu kavramlara bakıyorsunuz, erkek olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu görüyorsunuz.

Kadına verilen roller de tam tersi.

Kadın annedir, çocuklarını eğitir, evine bakar, şefkat unsurudur. Eşi yabancı birisiyle olsa bile affeder. Ben de bu kodları kullanarak bir metot geliştirdim. Üç tane aşaması var. Birincisi erkek olmak, ikincisi sorunlarla baş etmek, üçüncüsü, bu kodlara karşı çıkamadığın ya da senden beklenenleri veremediğinde gösterdiğin tepkiler yani aile içi şiddet. Amaç, ne yaptığını erkeklerin kendilerine buldurup söyletmek. Yaklaşık 15-20 erkek bir araya geliyoruz. Hoş geldiniz faslından sonra 'Erkek olmak nedir?' diye soruyorum. 'Sen ne zaman erkek olarak kabul görüyorsun?' Faslı diyor ki, ben bir iş sahibi olmadan erkek olarak görülmüyorum. Türk diyor ki ben sünnetten sonra erkek sayılıyorum. Surinamlılar diyorlar ki, biz 18-20 yaşına kadar erkek sayılmıyoruz. Ancak bir işimiz ve bir eşimiz olduğu zaman erkek kabul ediliyoruz.

Birbirlerine ne tepki veriyorlar?

Başlıyorlar kendi aralarında tartışmaya ve gülmeye. Türk erkeği diyor ki aslında sünnet olduktan sonra değil, askere gitmeden ben erkek sayılmıyorum. Bir diğeri de diyor ki aslında doğru, evlenmezsen, çocuk yapmazsan sen yine erkek değilsin. Yaşını geçirdin, bu sefer sana farklı imalarda bulunurlar. Grup başkanı olarak diyorum ki; senden beklenenleri karşılayamadığında ne oldu? Yani hâlâ 20 yaşındasın. İşin yok. Ya da evlendin. Aileni geçindiremedin, işini kaybettin. Çok rekabetçi biri değilsin. Ya da cinsel olarak aktif değilsin. Bu durumda evde ne oluyor? Diyor ki, bu sefer birtakım gerilimler başlıyor. Çevrenin bana saygısı azalıyor. Beni ciddiye almadıklarını görüyorum. Bu da beni korkutuyor. İçimde çatışmalar başlıyor. Bu sefer çevremdeki konumum daha da tehlikeye giriyor. Eşimle çatışıyorum. Onun istediği gibi olamıyorum. Sonra bir tane patlatıyorum çenesini kapasın diye. Ya da bağırıyorum, çağırıyorum. Ya da çocuğu dövüyorum. O zaman 'Hangi tür aile içi şiddetler var?' diye soruyorum.

Bu soruyu en başta sorsanız hiç ilerleyemezsiniz.

Tabii önce kendilerini rahat hissedebilecekleri konuşma ortamını hazırlayıp, aşama aşama giderseniz kendisine engel olamadığını, kadını dövdüğünü söylüyor. Pekala diyorum kendini kanıtlamak zorundasın. Eşinle hangi problemleri yaşıyorsun? Diyor ki eşimle cinsel ilişkiye girmek zorundayım. Girmezsem başkasına gider diye korkuyorum.

Rekabet, başkalarından koruyup kollama ve korku kodları.

Aynen. Şöyle yapmazsan böyle olur, dikkat et diyor toplum. Anne söylüyor, baba söylüyor, abi söylüyor. Kahvedeki erkekler söylüyor. Sen kılıbık oldun, yahut sen çok inceldin gibi dokundurmalar... Bu sefer cinsel olarak kendini kanıtlama baskısı oluyor. Ama bilmiyor ne yapacağını. Ve fiziksel şiddetten sonra cinsel şiddet başlıyor. Diğer tarafta çocukların ya da yaşlıların istismarı oluyor. Bunlar hep arka arkaya geliyor. Hep birlikte şiddetin türlerini, tanımlarını çıkartıyoruz. Bir kez vurmayı şiddet olarak görmüyor başlangıçta. Diyorum ki bakın vurmak, dövmek, itmek, tekmelemek, sövmek fiziksel şiddet. Aşağılamak, şişkosun, çirkinsin, domuzsun, beceriksizsin, sen kadın mısın demek de psikolojik şiddet. Bunlar kadını mahvediyor. Üçüncüsü de eşini ilişkiye zorlamak, cinsel şiddet. Ondan sonra bunların farkına varıyor. İlk başta ben o kadar saldırgan değilim aslında derken, bir müddet sonra bir sessizlik başlıyor. Kendi içiyle konuşuyor. Diyorum ki o zaman, bana bir şey söylemek zorunda değilsiniz. Ben merak etmiyorum eşinizi dövüp dövmediğinizi. Etrafınızda böyle bir sorunu yaşayan bir insan varsa ne yapabilirsiniz?

Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!

Aynen. 'Etrafınızda bunu yaşayan birileri var mı?' diyorum. Önce sessizlik. Birisi diyor ki; tanıdığım çok var böyle yaşayan, ne yapacaklarını da bilmiyorlar. Danışabilecekleri insanların isimlerini, telefon numaralarını, nasıl danışma alabileceklerini hazırlamışım. Diyorum ki; bakın eğer istiyorsanız çıkışta masanın üzerinden o broşürü alın. Etrafınızdaki insanlara yardım etmiş olursunuz. Bu sefer sorumluluk vermiş oluyorum onlara. Sonra kendilerini açmaya başlıyorlar. Mesela bir Faslı; ya Sezai bey diyor, saat yedide eve geldiğimde eğer yemek hazır değilse aldığım gibi masayı kadının kafasına geçiyorum. Bunu yapmamak için ne yapacağım? Diyorum ki tamam, böyle bir durum olacağını biliyorsun. O zaman yedide değil, sekizde git eve. Veya gerilim mi hissettin kendinde, çık dışarıya, yirmi dakika dolaş gel.

Ben olsam adama, bir kere de oturup sen yap yemeği derim.

Tamam ben de o noktaya geliyorum zaten. Malum kodlar var: Erkek ev işleri yapmaz. Erkek para getirir. Ev işi yine kadınlarındır. Bu sefer diyorum ki, bak ne kadar çatışma var. Aslında bu rollerin değişmesi gerekmiyor mu? Sen Hollanda'da yaşıyorsun. Buradaki erkeklerle kadınların yardımlaşmasını nasıl buluyorsun? Yemeği yapan erkeği gördüğün zaman ne düşünüyorsun? Bunu yaptıkları zaman ne oluyor, kendilerinden bir şey kaybediyorlar mı?

Süper. Yine endirekt metot.

Böyle dolaylı sorunca aslında iyi yapıyorlar ya diyor. Üç saat diye planladığım toplantı beş saat alıyor. Fırsat olsa beş saat daha konuşacaklar. Onları toplantıya getirmek için farklı yöntemler kullanıyorum. Mesela Faslılara bir akşam yemeği veriyorum. Kurumun bütçesini ona göre ayarlıyorum. Yaşları yirmi ve üzeri, evli ya da bir partnerleri olması gerekiyor. Mahallelere gidiyorum, kahveye söylüyorum, sosyal danışmanlara söylüyorum. Bazen telefon açıyorum, diyorum ki böyle böyle bir toplantı yapacağım. Etrafınızdaki insanlara söyler misiniz? Mesela Kanarya Sevenler Derneği'ne gidiyorum. Diyorum ki, ne güzel bir hobiniz var. Saygı da duyuyorum. Fakat görüyorsunuz, etrafınızdaki insanlar birtakım acılar çekiyor. Aile içinde gerilimler olduğunu duyuyorsunuz. Bir de böyle bir şey konuşsak ne dersiniz? Bunu böyle sakin bir şekilde söylediğim zaman buyur ya diyorlar.

Türklerle nasıl temas kuruyorsunuz?

Türkler çok organize olmuş durumdalar. Mesela Milli Görüş hareketiyle de konuştuk. 16 tane imama eğitim verdik. Dedik ki; siz imam olarak aile içi şiddeti cemaatinizle nasıl konuşuyorsunuz? Bu konuşmayı nasıl daha iyi yapabilirsiniz? Size gelen insanlara ne yapmak gerektiği konusunda size bilgi verelim ki onlara yardım edin. Bu çalışmayı yaptık. Onlar da Milli Görüş olarak koskoca bir proje başlattılar. Farklı mekanlarda etkinlikler düzenlediler. Bu işi konuşulabilir kıldılar, tabu olmaktan çıkardılar.

Siz metot geliştiriyorsunuz, insanlar uyguluyor.

Evet. Ben geliştiriyorum, eğitimini veriyorum, kitaplaştırıyorum ve çekiliyorum. Biz kurum olarak üç kişi geldik buraya. Amacımız, bu projeyi Türkiye'ye de getirmek, birlikte çalışma olanakları yaratmak. Türkiye'de de güzel çalışmalar var. Hollanda'da yaşayan göçmen Türklerin eğitim düzeyleri çok düşük. Bıraktıkları gibi olduğunu düşünüyorlar hâlâ Türkiye'nin. Buradaki değişimin farkında değiller. Çünkü kimlik kaybetme kaygılarından dolayı olan değerlerine, olan kimliklerine daha sıkı sarılıyorlar. O nedenle buradaki olumlu şeyleri de oraya aktarmak istiyoruz.

Geliştirdiğiniz model Türkiye'de ne zaman uygulanabilir?

Henüz kaynak arayışı içindeyiz. Kaynağı bulacak sivil toplum kuruluşları bizimle ilişkiye geçebilirler. İlk başta birkaç ilde çalışma yapmak istiyoruz. Görevimiz bir şekilde aktarmak, on kişiye, on beş kişiye. Onlar Türkiye geneline isterlerse yaysınlar. Gördüğüm kadarıyla şu anda devlet bürokratları arasında müthiş derecede bir bilgi eksikliği var. Devletin kendi görevleri dışında yasaları uygulayabilmek için, farklı kurumlara, farklı uzmanlara ihtiyaç var. Çalıştığım kurumun parasını bakanlık veriyor; ama otonomuz. Alanda çalışan profesyonellerle devlet arasına köprü görevi görüyoruz. Türkiye'nin de bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşlarının bilgilerinin toplandığı, analiz edildiği ulusal bir araştırma merkezine ihtiyacı var.

Kitleleri çekecek daha popüler projeler olsa keşke.

Biz Hollanda'da sadece yabancılara değil, bütün erkeklere yönelik yeni bir proje başlattık. Adı; Erkekler Şiddete Karşı Koşuyorlar. Maraton düzenleyeceğiz bir gün. Amacımız bunu geleneksel hale getirmek. Daha sonra başka bir ülkede mesela İstanbul, Ankara başka şehirlerde gruplar oluşturup erkekleri koşturacağız. Şortlarını giyecekler ve bakın ben aile içi şiddete karşıyım. Bunun için de çıktım, kendimi gösteriyorum diyecekler. Bugüne kadar hep şiddetin tarafını tuttuk erkekler olarak. Sessiz kaldığımız için bu olay devam ediyor. Şu sinyali topluma güçlü bir şekilde verirsek, yani "Aile içi şiddet, hiçbir şekilde kabul edilemez. Anlaşamıyorsan konuşursun. Konuştuğun zaman anlaşamıyorsan ayrılırsın" düşüncesini yayarsak, etkilerini yıllar sonra da olsa göreceğiz.





 



0 Yorum - Yorum Yaz

Anasayfadaki yazının devamı....

Don Ruiz bütün aletlerini malzemelerini oğlunun önüne koyar ve bir daha da eline fırça almaz. Dahası Pablo'yu Barselona Sanat Okulu imtihanlarına sokar. Picasso bir aylık ödevi o gün tamamlayıverir, muallimler parmak ısırırlar.

Picasso kısa sürede Barselona'da tanınır ama onun gözü yukarılardadır. Önce Madrit'te bir yer edinmeli sonra Paris'e atlamalıdır.

Madrit yıllarında hastalanan Picasso mecburen Barceleno'ya döner ve ilk şahsi sergisini açar. Burada tanıştığı bir galeri sahibiyle anlaşıp, 150 franka el sıkışırlar. Şimdilik bu para yeter de artar. Ama her şey para değildir, artık taşralılar arasında yaşayamaz. Üstüne titreyen ailesi içini sıkar, babasına bile yabancı gibi bakar. Hem kendine has bir tarz oturtmanın zamanı gelmiştir, "büyük denizde boğul" mantığı ile Paris'e koşar (1904).


 


Adsız sansız bir İspanyol için Paris kolay değildir, Max Jacob adlı bir şair ile aynı odayı paylaşırlar. Tek yatakları vardır, şair gece uyur, gündüz mısra avına çıkar, Pablo gündüz uyur, gece "ha babam de babam" fırça sallar. Max sakarın tekidir, ne yapar yapar, yerdeki tablolara basmayı becerir, ayakkabısının tabanıyla mutlaka imza atar!

 

Picasso bu tablolardan bazılarını yırtar, bazılarını sobada yakar (pahalı bir ısınma yolu)

Mavi mavi masmavi

Peki elinden tutan olmaz mı? Olur.

Mesela Bayan Gertrude Stein ve kardeşi Leo, Picasso'nun yaptığı bütün tabloları, hatta uyduruktan kaydırıktan olanları da satın alır fukaraya omuz çıkarlar. Şimdilerde değer biçilemeyen "kız ve çiçek sepeti"ne tam tamına 30 yeşil dolar sayarlar. Picasso o kadar memnun olur ki anlatılamaz, Promosyon olarak Gertrude teyzesinin portresini yapar.

Yine Ambroise Vollard adlı bir sanat simsarı onda ne bulursa bulur, her eserini almaya bakar.

Bu adam zamanında Van Gogh'un da tablolarını toplamış, yeri gelince meraklısına tokalamıştır.
Picasso ilk Paris günlerinde zincirinden boşanmışçasına yaşar... Sonra-dan görmeler gibi şirazeden çıkar, hatta en yakın arkadaşının nişanlısını ayartacak kadar. Arkadaşı bunu yediremeyip de canına kıyınca büyük bir pişmanlık yaşar. Artık sadece mavi ve tonlarını kullanır, mâlum mavi melankolik ruh halini anlatır ve hüzün kokar. Ölüm, acı, yeis filan...

Migreni tutunca

Ölenle ölünmez derler ya, bu da geçer. Tekrar hayatla barışır ve bu kez pembede karar kılar. Üstelik çizgileri sadeleşir, çocuksu bir tarz yakalar. Mavi, pembe derken kübizm diye bir dümen tutturur ve hayli taraftar toplar.

Efendim bu kübizm denilen şeyi iki kelimeyle anlatırsak: Dağıt, topla!
Şimdi bir adam ya da kadın düşünün bütün uzuvları dağıtır sonra, kafasına göre toplar. İki göz üst üste gelebilir, dudağın içinden kirpikler, kulağın içinden dişler çıkar. Kısacası insanı maymuna çevirir, kafadanbacaklılara nazire yapar.

Onu yakinen tanıyanlar "migreni tutunca görüntü kırılmaları yaşadığını ve bu yüzden kübist portreler yaptığını" fısıldasalar da tablolara para sayanlar "derin bir ilham"dan söz açarlar.
Ev eşyalarında, müzik aletlerinde, natürmortlarda cisimleri parçalayıp, dışa katlar. Adeta içlerini açar, önden, arkadan, yandan gösterir, perspektifi sallamaz. Nesneyi gördüğü gibi değil, "düşündüğü gibi" karalar. Bu tabloların çok açıdan elde edilen görüntülerin birleşimi olduğunu savunur, saflar da inanırlar.

O güne kadar var olan sanat akımlarının hiçbiri "resmin kuralları"na karşı koyamaz. Kübizm gölge derinlik gibi bütün kaideleri yıkar, modern sanatın önünü açar. Zaten Picasso "Soyut sanat yoktur" buyurur, "sanat soyuttur!"

Picasso'dan...

Asla iyi bir iş becerdim, üstelik yarın da pazar deme. Durduğun anda yeniden başla!
Sanatçı, duyguları algılayan anten gibi olmalıdır. Her şeyi söylemem ama her şeyin resmini yaparım.
Ne yapacağını iyi biliyorsan, gidip de onu yapmanın ne anlamı var? Bilmediğini dene, git başka bir iş çıkar.

Anlaşılmaktan daha tehlikeli bir durum mu var? Tek olmadığını sananlar, her zamankinden daha yalnızdırlar.


KÜBİZMİN MİMARI PABLO PİCASSO

Picasso, Paris Mont Martre da "Bateau 'Lavoir" (çamaşır teknesi) adını verdiği atölyesinde çalışırken yazarları, eleştirmenleri de ağırlar, oturup iki lafın belini kırarlar.

Akademisyenler onun tatlı hatırına "kübizmin analitiği" üzerine kafa yorar, "çözümleme dönemi" üzerine kalem oynatırlar. Güya kübist ressam bir figür ya da portrede mekâna bağlı kalmadan ve sadece tonlamalarla üçüncü boyutu yakalar. Derken "kübizmin sentetiği"ni tırmalar, gazete yırtıklarıyla, sigara yanıklarıyla, cam kesikleriyle yapılan abuk çalışmalarla cismin resimle alâkasını koparırlar. Onlara sorarsanız "tam bağımsızlığa" ulaşırlar.

Guernica

1937 yılında Franco, Almanların yardımıyla Guernica kasabasını bombalar. Picasso felaket üzülür, alır eline fırçasını sağa sola parçalanmış organlar yağdırmaya başlar. Haykıran, bağıran, ağlayan kadınlar, mızraklanmış adamlar, kırık kılıçlar, atlar, boğalar, kuşlar, kaçanlar, kovalayanlar, lamba tutanlar...



Vücut oranları abartılıdır ve figürleri üst üste kondurmaktan kaçınmaz. Sadece siyah, beyaz ve gri renkler kullanır, havasız, mekansız, ışıksız bir çalışmayla savaşın umutsuz tarafını yansıtmaya bakar. Kimi bunu "yozlaşmış", kimi ise "anti-sosyal" bulurlar.

Hayır siz yaptınız!

Alman orduları Paris'e girince Gestapo'nun teki gelip sorar: Bunu siz mi yaptınız?
Üstad "hayır siz" der ve golünü atar.

Halbuki şimdi ne çok "Guernica" var. Gazzeler, Felluceler, Bağdatlar...

Yine İspanya iç savaşını anlatan "Ağlayan Kadın" da (1937) katledilenler için gözyaşı döken bir ana vardır. Picasso, teyzenin yüzünü çarpıtır, gözlerini öne, burnunu yana takar. Naziler bunu hiç beğenmez, çöpe atarlar.

Çocuk kalır

Pablo'ya sorarsanız bunlar fevkalade buluşlardır. Hatta "benim arayışlarımdan söz ediyorlar, ben aramam ki... Bulurum" der, bu konuda mütevazı olamaz.

Picasso'ya göre yalınlık esastır, adam bilerek ve isteyerek çocuk kalmaya bakar. Nitekim "sekiz yaşındayken Rubens gibi resim yapabiliyordum; halen sekiz yaşında bir çocuk gibi resim yapabilmeye uğraşıyorum" demekten kaçınmaz.

"Bütün çocuklar sanatçıdır, zor olan büyüyünce de öyle kalabilmektir" diyen Picasso hayatı boyunca tıfıl kalır, büyüdüğünü anlayınca da yaşayamaz.

Deklanşörle raks

Ünlü ressam fotoğrafa çok meraklıdır, zaten mavi ve pembe dönem resimlerini, siyah beyaz fotoğraf mantığı ile yapar. Ancak makine gibi perspektife uymaz.

Bazen üç fotoğrafı ve altı tabloyu üst üste basar, optik bir titreşim arar.
Picasso şekilleri bilerek ezer, tablosuna adeta "figüratif dipnotlar" yazar. Tuvalsız fırçasız çalıştığı günlerde kendini objektifin gücüne bırakır. Kadrajın geometrisiyle hayal ormanında tuzaklar kurar. Lekeler, çizgiler karmakarışıktır, herkes kafasına göre okur, ki o dahi bunu arzular.
Şimdi bunlarda ne var diyeceksiniz? İnanın Kenan Evren kralını yapar.

Yorulmadan

Öyle ya da böyle Picasso velud bir ressamdır. 13.500 resim, 34 bin kitap resmi, 100 bin baskı, 300 heykel ve birçok seramik üretir, Guinness rekorunu kırar.

Eh, bu arada eserlerinin toplam değeri milyar dolarları aşar.

"Çalıştığımda rahatlıyor ve dinleniyorum. Beni asıl yoran şey hiçbir şey yapmamak ya da gelen anlayışsız misafirleri ağırlamak" diye dert yanar.

"Sanat nedir" diye soranlara iki kelimeyle cevap verir: Yoğun yaşamak!
Sevgililerinden Françoise Gilot, saatler boyunca, kıpırdamadan çalışan Picasso'ya sorar "Bu kadar ayakta kalmak sizi yormuyor mu?"

-Hayır. Ben çalışırken bedenimi kapının dışında bırakırım, tıpkı Müslü-manların camiye girmeden ayakkabılarını çıkarması gibi.

Picasso'nun Madoura de Vallauris'deki çömlek atölyesinde Türk ressam Abidin Dino'dan seramik dersleri aldığını biliyoruz, yine Ara Güler'e poz vermekten kaçmaz.

Abidin Dino'ya "seramik çalışmalarımı pazarda satmak hoşuma gidiyor" der, "bunları ucuza alıp, altın fiyatına satacak olan uyanıkların mevcudiyetini bilsem dahi hoşuma gidiyor."
"Halka daha yakın olmak için" seramiğe yönelir ve harcadığı zamana asla pişman olmaz.

3 ay 300 eskiz

Bir zengin Picasso'dan "horoz resmi" ister. Picasso bu resim için üç ay süre talep eder. Üç ay sonra elinde boş bir kağıtla gelir ve şipşak bir horoz resmi karalar. Adam şaşırır ve kızar:

"Madem bu resmi on saniyede bitirecektin, benden niye 3 ay mühlet istedin?"

Picasso çantasından yüzlerce horoz eskizi çıkarıp önüne atar. "Bu resim 3 aylık bir çalışmanın ürünüdür" der, "terlemeden olmaz!"

40 yıl artı on saniye

Yine lokantada yemek yerken adamın biri gelip tebelleş olur. Şu peçeteye bir şeyler karalayabilir misiniz" diye sorar.

Birkaç kıvrak çizgi. "Buyrun borcunuz şu kadar!"

- Ama bu sadece on saniyenizi aldı.

- Evet ama on saniyede resim yapabilmek de kırk yılımı aldı!..

HUYSUZ İHTİYAR PİCASSO

Picasso usta bir ressam olur ama asla iyi bir baba ve müşfik bir koca olamaz. İlk aşkı Fernande Olivier, aldatılmaya dayanamayıp kapıyı vurunca, Marcelle Humbert'le (Eva) yaşamaya başlar.

İlk resmi eşi Olga Koklova'dan oğlu Paulo doğar. Bu sırada Marie-Theresa Walter'la tanışır ve kırıştırırlar. Theresa, Maya'nın doğum sancılarıyla kıvranırken o bir başka kadınla (Dora Maar'la) düşer kalkar.

Adam 60 küsur yaşındayken kendisinden 40 yaş küçük bir kızcağızı ayartır. Francoise Gilot "gel sana resimlerimi göstereyim" diyen ihtiyar kurdun atölyesine bir girer, yıllarca esaretten kurtulamaz. Nihayet kafasına dank eder de alır veledlerini (Claude ve Paloma'yı) uzaklara kaçar. Genç kadın tanıdığı en despot, en hükmedici, en kaprisli ve en sadakatsiz adamla 10 yıl niye yaşadığını anlayamaz.

Kadın düşmanı

Bakın şu işe ki "kadınlar paspas gibidir" diyen ve paspas gibi kullanan Picasso feministlerin gazabına uğramaz. Dahası 1951 yılında ağzı süt kokan Genevieve Laporte'yi ayartarak büyük bir "ayıp" yapar. Yaşı yetmişi geçen kartoloz okul gazetesi için röportaja gelen, liseli kızcağızı oracıkta kandırıp soyar, "Cariye" adlı tablosuna malzeme yapar. Zavallıyı köleleri arasına katar, ara sıra beğenmediği eskizleri eline sıkıştırır o kadar. Aslında bu saf kızı Fransız Riviera'sındaki evine atmayı çok arzular ama birileri çocuğu uyandırırlar.

O yıllarda Laporte, Picasso'nun eskizlerinin para edebileceğini düşünmez ama 50 yıl sonra meraklısına (1.54 milyon euroya) tokalar.

Picasso 80 yaşındayken Jacqueline'le evlenir, bütün servetini ona bırakır. Lâkin kadıncağız darbelidir, aldığı travmaları atlatamaz. "Malı mülkü eksik olsun" deyip, canına kıyar (1986).
Picasso "dolce vita" (tatlı hayat) yaşamasına rağmen, solculuk yapar. Fransız Komünist Partisi'ne üye olmakla kalmaz, TKP'ye milyonlarca dolarlık resim bağışlar. Ama bizim yerli yoldaşların burjuvalığı tutar, tabloları yolda "hiç" eder, parayı aralarında paylaşırlar. Aslında Picasso'nun da emeğe saygısı yoktur, uşaklarını azarlar, ufak bir kaza yaptı diye emektar şoförünü kovar. Tersi de terstir hani, kendisine ödül vermek isteyen Lenin'e "bu yaşımdan sonra nişanı n'apim" der, kötü bozar.

Picasso resimlerine çok bağlıdır, bazen yüzbinlerce dolar ödemeye hazır galeri sahiplerini eli boş yollar. Sevdiği eserleri satınca huzursuz olur, hiç yoktan kendini hırpalar. Parası kıymetlidir cüzdanını zincirle ceketine bağlar. Eşlerine, sevgililerine ve çocuklarına açlıktan ölmeyecek kadar destek çıkar, bazılarına onu da koklatmaz. Mesela on sene kahrını çeken Gilot hayatını kendi kazanır, Picasso'dan tek frank almaz.

Uyanık tilki üç kuruşluk alışverişlerde bile çek kullanır, imzası üzerinde yazan rakamdan fazla ettiği için esnaf çekleri bozdurmaz.

Ressamlar öldükten sonra ünlü olurlar ama o yaşarken de parayı bulur, harcanmakla bitmeyecek bir servet toparlar. "Çok parası olan bir fakir gibi yaşamak istiyorum" der ve dediğini de yapar.

Halbuki sadece "Pipolu Çocuk" 104 milyon dolara, "Kadın Büstü" adlı tablo 180 milyon yene (1.3 milyon euro) satılır. Bu para Boğaz'da en kral villayı alır, yetmedi yatlar, katlar uçaklar...
Picasso kadınlardan nefret eder, fırçasıyla intikam almaya bakar. Sevgililerini cicim aylarında birebir çizer ama araları bozulunca non figuratif resimlerini yapmaya başlar. Eciş bücüş karalamalarla sıfatını bozar, görenin ödü kopar.

Sonra kimseye hesap vermez, "ben yaptım oldu" der beğenilip beğenilmemesini umursamaz. Mesela analitik kübizmden yola çıkarak tasarladığı "head of a woman" isimli büstü bi şeye benzemez ama aldırmaz.

Serginin birinde gencin biri sorar "ama bu balığa benzemiyor?" Picasso "o balık değil oolum" der, "resim, resim!"

Alkollüyken eli açılır, resimlerini masa arkadaşlarına dağıtır. İşte böyle bir karambolde tablo kapan bir uyanık, eseri satmaya kalkınca üzerinde imza olmadığını fark eder ve tekrar Picasso'ya koşar. Usta imza koymak yerine "bu sahte" der, topu taca atar. Adam kıvranmaya başlar, "ama nasıl olur? Filanca gün, filancanın yanında, siz, şahsen, bizzat..."

-Ne yani... Bir sürü taklitçi sahte Picasso yapıyor, ben yapamaz mıyım?

Picasso bir ara çerden çöpten malzemelerden "yapıt" çıkarır, palmiye yaprağı, bağ kütüğü, konserve kutusu, testi ve gazoz kapağından uydurduğu keçiyi alçıyla kaplar, bronza döküp nokta koyar. Alın size sanat! İp atlayan küçük kız için, bir sepet, iki eski ayakkabı, bir pasta kalıbı, saçlar için de dalgalı karton uydurdu mu tamam. Boğa başı için bir bisiklet selesi ile paslı gidon yeter de artar.

Meraklısına...

Picasso, resmini kusursuz çizgilerle, usta gölgelerle donatmaya kalkmaz, zira izleyici bunlar olmasa da "varmış gibi" görebilir. Önemli olan ressamın zihninden ne geçtiğidir. İşte bizimki bunu yapar; cisimleri gördüğü gibi değil, "düşündüğü gibi" boyar. Kısacası fikrini çizer, aklına gelen ilk kareden asla caymaz. Belki de onun resimlerini bu yüzden "zeka ürünü" sayarlar.

Gertrud Stein, (has müşterisidir) portresinin yaptırmak için uzun uzun poz verir ama Picasso istediği ifadeyi bir türlü tutturamaz. Gün gelir sinirlenir ve üzerinde aylarca çalıştığı yüzü siler atar. Yerine kimlikten kişilikten uzak, şematik bir maske yapar. Artık Gertrud beğenmek zorundadır "hep ben olarak kalan tek portrem" deyip sinirlerini teskine kalkar. Ne yapalım kendi düşen ağlamaz.

Zaten Picasso "eserlerimi ne denli az anladılarsa" der, "bana o denli hayran oldular. Onlar tablolarımı değil, imzamı satın alıyorlar."

Alıntı: http://www.saatlimaarif.com/detay.asp?ContentID=1794


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

KEMERLİ ÇEŞME



Ankara Kırşehir – Kayseri  karayolunda Karayolları ekiplerince sürdürülen yol genişletme çalışmaları sırasında tamamen yıkılan Kemerli Çeşme, Karayolları Müdürlüğü’nce tahsis edilmiş bir arazi üzerine yeniden yapılacak!



Kemerli Çeşme, 11. 07. 2006 
Kemerli Çeşme, 29.04.2012 


Çeşmenin yeniden yapılması için büyük çaba sarfeden İlhami Özsoy’dan, 5 Mayıs Cumartesi günü edindiğimiz bilgi; çeşme’nin önceki yerinden alınarak daha geriye yapılması kararının hem olası trafik kazalarını önleme, hem de dinlenmek amacıyla duracak yolcuların daha rahat hareket edebilecekleri bir alan yaratma amacıyla alındığı ve çeşmenin aynısının Karayolları Müdürlüğü’nce önceden tahsis edilmiş bir arazi üzerine yeniden yapılacağı, tuvaletin ise yıkılımadığı, yıkılmayacağı ve aynı yerinde kalacağı yönünde. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


0 Yorum - Yorum Yaz

DUBROVNİK YA DA ESKİ ADIYLA RAGUSA



Dubrovnik, sabahtan akşama dek su kenarında güneşlenmek ya da gidip geldikten sonra eşe, dosta; “Biz, Dubrovnik’e tatile gittik!” diye böbürlenmek için gidilip gelinecek bir kent değil! Tüm bunların aksine, Pile Kapısı‘ndan kentin içine girerek Star-i Grad'daki tarihi dokuyu yaşamak ve en önemlisi de, savaş, cehalet ve zorbalığın hüküm sürdüğü karanlık Orta Çağ yıllarında, sınırları içerisinde barındırmış olduğu onca az nüfusa rağmen, dünya çapında bilim insanları, resim sanatçıları, Barok ustaları yetiştirmiş olan Ragusalılara hayranlık duymak için gidilip görülmesi gereken bir kent!



LÜTFULLAH ÇETİN


04 Mayıs 2012

Hırvatistan’ın Dubrovnik kenti, bir zamanlar çok sık makiler ve gür meşe ormanlarıyla kaplı olduğu söylenen,  412 m yükseklikteki  Srd (söylenişi Sırc) adlı bir tepenin hemen altbaşında, Lokrum adasına sadece 700 m uzaklıkta ve denize sıfır bir noktada yer almakta.

Sert kayalıkların üzerinde büyüyen bir kent görünümü ile insanı büyüleyen Dubrovnik, büyük bir olasılıkla, İliryalılar zamanında, o zamanki adıyla Epidaurum, şimdiki adıyla Cavtat adlı yerleşim bölgesinden, soyulup yağmalandıktan sonra, sürgün edilen insanlar tarafından, İ.S VII. yy başlarında kurulmuş.

Hırvatlar tarafından; Aziz Vlaho’nun avuçlarındaki mücevher, Avrupa Medeniyetleri içerisinde evrensel ruh yüceliğinin sembolü, özgür düşüncenin, insansal ilkelerin, bilimsel, kültürel ve sanatsal refahın devamlılığı, Hırvatistan’nın dünyaya açılan penceresi olarak tarif edilen Dubrovnik’in insanın dikkatini çeken en büyük özelliği, bin yıllık tarihi süresince, çok az bir nüfusa sahip olmuş olmasına rağmen, sınırları içerisinde yaşayan insanlara maddi ve manevi refahı sağlamış ve hemen hemen her alanda seçkin ve yaratıcı insanlar yetiştirmiş olmayı başarmış olmasıdır. Dubrovnik sınırları içerisinde yetişmiş birçok bilim ve sanat insanı, bilimsel, kültürel ve sanatsal alanlardaki başarılarıyla Hırvatistan’ın tarih ve kültürünü yaratmışlar.  Mimarlık, Astronomi, resim sanatı, müzik, şiir ve bilimle uğraşan Dzora Drzic, Mavro Metranovic, Ruder Boskovic, Dzivo Frano Gundulic gibi insanlar, Dubrovniklilerin tarihine zenginlik ve renk katmışlar.

Dubrovnikliler, varolmanın, özgür kalabilmenin, kültürel ve sanatsal düşünmenin bedelini, çok pahalı da olsa, ödemekten hiçbir zaman kaçınmamışlar. Varlıklarını sürdürebilmek, özgür kalabilmek için, Venedikliler ile Osmanlılar tarafından istenen vegi ve haracı kuruşuna varana dek ödemişler. Varoluş ve özgürlük ilkelerini, “Non bene pro toto libertas vendirur auro” (Özgürlük, dünyanın bütün altınları karşılığında bile satılmaz!) olarak belirlemişler ve bu ilkelerine yüzyıllar boyu sadık kalmışlar.

17. yüzyılın ortalarında yaşadığı yıkıcı depremden sonra tamamen yıkılan kentte sadece  iki ila üç bin arasında insan hayatta kalabilmiş, çok sayıda el yazması, sanat eserleri ve diğer paha biçilmez varlıklar tamamen yok olmuş. Depremin yarattığı yıkım, yıkılan kentin tamamen terkedilmesi ve başka bir yerde yenisinin yapılması düşüncesini bile doğurmuş. Ançıp, tüm bu düşüncelere rağmen, yıkılan kentin onarılması düşüncesi daha ağır basmış ve onca olanaksızlığa rağmen kent restore edilerek baştan sona yenilenmiş.

1991-1992 yılları arasında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan savaşta kent büyük bir bombardımana maruz kalmış. Sırc Tepesi’ne konuşlanan Sırplarla Karadağlılar kente onbinlerce bomba yağdırmış, bir çok binayı yerle bir etmişler. Savaşın hemen sonrasında gerek UNESCO, gerekse Avrupa Birliği ülkeleri Dubrovnik için büyük kaynaklar akıtmış ve kent tamamen yeniden yapılandırılmış.

Dubrovnik, sabahtan akşama dek su kenarında güneşlenmek, açık büfe önünde yemek sırası beklemek, “kahve ve pasta hazır!” ve benzeri duyuruları dinlemek ya da gidip geldikten sonra eşe, dosta; “Biz, Dubrovnik’e tatile gittik!” diye böbürlenmek için gidilip gelinecek bir kent değil! Tüm bunların aksine, Pile Kapısı‘ndan kentin içine girerek Star-i Grad'daki tarihi dokuyu yaşamak, tamamen yayalara ayrılmış sokaklarda gezmek, daracık sokakların sunduğu serinliği ve dinginliği tadmak, Aziz Vlaho Kilisesi’nin, Knez Sarayı’nın, Büyük ve Küçük Onotario Çeşmeleri’nin, Orta Çağ Şovalyesi Orlando'nun Sütunu’nun, Saat Kulesi’nin, özgürlüğün büyük şairi Ivan Gundulic'in Anıtı’nın eşsiz mimarilerini özümsemek ve en önemlisi de, savaş, cehalet ve zorbalığın hüküm sürdüğü karanlık Orta Çağ yıllarında, sınırları içerisinde barındırmış olduğu onca az nüfusa rağmen, dünya çapında bilim insanları, resim sanatçıları, Barok ustaları yetiştirmiş olan, bilim, sanat ve özgürlük aşığı Ragusalılara hayranlık ve saygı duymak için gidilip görülmesi gereken bir kent!




0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz


Burada gösterime sunduğumuz fotografların yaratıcısı Özcan Antike'ye
sitemize kattığı güncellikten ve renklilikten dolayı
çok teşekkür ederiz!

kosektas.net


 




0 Yorum - Yorum Yaz


Köşektaş'ın olmazsa olmazlarından olan, İbrahim ÖZSOY tarafından yaptırılan ve  pek çok Köşektaşlının anılarını söyleyen Kemerli Çeşmenin son durumu içler acısı. Karayolları Genel Müdürlüğünün yaptığı yol genişletme ve kavşak yapımı çalışmalarından dolayı Kemerli Çeşme yıkılmış durumda. Köylülerin yapacağı çalışma ile çeşmenin  mevcut yerinden 30-40 metre geriye çekilerek yeniden yapılacağı söylenmekte. Haber ve Fotograf: Özcan Antike, 29/04/2012.





1 Yorum - Yorum Yaz

KÖŞEKTAŞ KÖYÜ BİLGİSUNUM SAYFASI





KOSEKTAS.NET

19 Nisan 2012

Köyümüz bilgisunum sayfasının kuruluş tarihi sayabileceğimiz 2003 yılının Aralık ayı ortasında, Almanya’nın Mainz kentinde yaptığımız ilk toplantıda, ne site kurup yayına sunma bilgi ve becerisine sahiptik ne de Köşektaş ve insanına yönelik tek bir kaynağa!

Söz konusu toplantıda hepimiz biliyorduk ki, tamamen bizim şekil vereceğimiz yeni bir oluşum içerisindeydik. İki üç kişilik bir ekip çalışması gerçekleştirdik ve kısa bir zamanda yaptığımız çalışmaların umduğumuzdan daha fazla yankı yarattığını gördük.

Sitemizin yayına başlamasıyla hepimiz köyümüzü ve geçmişini daha dikkatli incelemeye başladık, ayrıntılara daha çok eğildik. Iskaladığımız, hatta hiç duymadığımız şiirler, öyküler, olaylar ve söylenceler karşısında bazen şehvetlendik, bazen güldük, bazen üzüldük, bazen de hayrete düştük. Çünkü ne Köşektaşlı şairlerin şiirleriyle resim sanatçılarının resimlerinden haberdardık, ne Köy Odaları’nda yaşananlardan, ne Çüklüman Ali’den ne de köyümüzün güneyindeki dağın adıyla ilgili söylenceden.

Bizce merakın, bilginin ve paylaşımın sonu yok. kosektas.net’i yoktan biz varettik, biz büyüttük, biz yaşatacağız! İzleyen güncellemelerde kimi bu köy, kimi de bu köyün insanları ile ilgili daha nice bilgi ve belgelerle karşılaşacaksınız!

Yaklaşmakta olan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hatırına, Türk Şiiri’nin devi Fazıl Hüznü Dağlarca’nın „Dünyanın Bütün Çocuklarına Karşı Yazılmıştır” adlı şiirinden iki dörtlükle bu yazımızı bitirmek isteriz:


    Hepiniz elele bir halka yapsanız
    Rüyadan ve şarkıdan bir halka
    Ve almasanız kimseyi 
    Ortanıza benden başka


 Gülsek küçük fidanlara sebepsiz
 Mesela uçan kuşlar bir tuhaf gelse bize
 Ve gölgesinde altın karanlıkların
 Deliler gibi âşık olsak kendimize

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası




0 Yorum - Yorum Yaz

Fotograf - Kuddusi Şen. Yıllar önce çekmiş olduğu bu fotografla aşağıdaki tadımlığı süslemiş olan Kuddusi Şen'e çok teşekkür ederiz!
kosektas.net 

Vaktiyle dinlediği tadımlıkları yazıya yansıtarak ölümsüzleştirdiği ve ziyaretçilerimizle paylaştığı için sayın Celalettin Ölgün'e çok teşekkür ederiz!
kosektas.net 

Biraz gerçek, biraz söylence; Köşektaş’ın güney yönündeki dağın adı “Cücüğü Çullu” dağıdır. Yüksekliği, her yerine traktör gibi araçlarla gidilebilindiğine bakılacak olursa, aşınmış bir tepedir. Güney yamaçlarında Büyükkışla, İğdelikışla, Kuyulukışla, batısında Aşağıbarak köyleri, doğusunda Sarılar kasabası bulunmaktadır.

Yaşlıların anlattığına göre; Köşektaş köyü kurulmadan önce dağın kuzey yamaçlarından Uçkuyu’ya değin uzanan yerler Baraklılarınmış. Baraklılar, Mayıs ayı başlarında bugünkü Sivribağ çevresine, evlerinde neleri varsa; koyun, kuzu, keçi, oğlak, tavuk hatta civcivlerini de alarak  yaylaya  göçerlermiş.

Bazı yıllar, Mayıs ayında yaman soğuklar olduğundan ağaçların çiçek ve meyvelerini bile don vurur. O soğuklarda cücükler ölsün mü? Onların da sırtlarına çul dikerek korumaya çalışırlarmış.

Dağın adı, cücüklerin üstüne örtülen çuldan gelir derler. Kimbilir belki de uzaktan öyle görünüyordu. 

Cücük: Civciv.




RÜSTEM ŞEN BİR ÖĞRETMENDİ



                  

Musa Kâzım Yalım


14 Nisan 2012

Öğretmenlik; toplumun ve onu oluşturan bireylerin kişiliğini yaratan ve geliştiren kutsal bir değerdir. Öğretmenlik; bir meslek değil, insan ruhunu ve kişiliğini biçimlendirme ve geliştirme sanatıdır. Öğretmenlik, ancak ve ancak, başta genel kültür olmak üzere, eğitimsel yetişme ve biçimlenme ile sağlanır!

Peki öğretmen kimdir? En yalın tanımıyla öğretmen; bilimsel ve sanatsal değerleri yaratanların yaratıcısıdır!

Ne ki öğretmenlik, yetersiz idareciler tarafından uygulanan çağdışı yöntemler sonrası işlevliğini kaybetmiştir. Bu yüzdendir ki ülkemizde hâlâ, minik yüreklere, koşullanmaların perdelediği gerçekleri gösterecek öğretmen kıtlığı yaşanmaktadır.

Rüstem, öğretmenliğin gerektirdiği niteliklerin tümüne sahip bir öğretmendi, 1931 doğumluydu ve benden sadece bir yaş küçüktü. Hem çocukluk, hem öğrencilik, hem öğretmenlik hem de gönül ve fikir arkadaşımdı. Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, Çifteler (Eskişehir) Köy Enstitüsü‘nden döndüğüm yıl yazılmıştı. Hemen hemen her haftasonu birlikte olur, Köşektaş‘a olan özlemimizi paylaşır ve azaltmaya çalışırdık.

İzleyen yıllarda Köy Enstitüleri'nin adı İlk Öğretmen Okulu olarak değiştirildi ve Köy Enstitüleri fiilen kapatıldı. Yapılan bu değişiklikle İlk Öğretmen Okullarının eğitim süresi dört yıldan yedi yıla çıkarıldı. Bu yüzdendir ki Rüstem, yedi yıl özel alan eğitimi aldıktan sonra öğretmen olmuştur!

1964 -  1966 yılları arasında ikimiz de Köşektaş’ta öğretmen olarak çalıştık. Köşektaş’ta olan bu birlikteliğimizde nice doğal akışlı konuşmalarımız, nice müzikli sohbetlerimiz olmuştur.

Rüstem, öğretmenliğin getirdiği sorumluluk ve yükümlülüğü kaldırabilecek bilgi ve beceri kapasitesine (sığa) sahip bir öğretmendi. O, ülkemize yararlı bireyler yetiştirmek için var gücüyle çalışmış, öğrettikleriyle mutlu olmayı başarmış bir öğretmendi. Bu bir kanı değil, gözlemlenmiş bir olgudur!

Duyduğumda, fırsat olsa da onu ve onunla olan anılarımı hıncahınç Köşektaşlı dolu büyük bir salonda anlatabilsem, onu anılarla yaşatsam, diye geçirdim içimden. Sonra çaresiz oturup, onunla olan anılarımı kendime anlatmaya, anlattıkça ağlamaya ve böylece üzerimdeki gamı kederi dağıtmaya çalıştım. Özlemle anıyorum! Musa Kâzım Yalım




0 Yorum - Yorum Yaz


 AVANOS'A BİR TÜRKÜ BİR ÖYKÜ


 

         
  

Yusuf Seyfi

 

İbrahim Çöl



İbrahim Çöl, 1327 (1911) yılında Köşektaş Köyü’nde doğdu. Yaylacı lakabı ile anıldı. 1989 yılında Hac ziyaretinden önce Avanos’a gelerek Rukiye’yi buldu. Kendi deyimi ile Rukiye ile helalleştikten sonra Hacca babam Yusuf Seyfi ile birlikte gitti. Durumu babama orada anlattı. 2003 yılında köyünde, 92 yaşında öldü. 

Türkü Ahmet Uçar tarafından bana aktarıldı. Kendisine bu bakımdan çok teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Olayın çok kısa özetini babam Yusuf Seyfi anlatarak benim bu araştırmayı yapmama neden olmuştur. Buradan ellerinden öpüyorum.



Hüseyin Seyfi


09. Nisan 2012 
1929 yılı kıtlık zamanı. Orta Anadolu’ya yıllardır neredeyse bir damla yağmur düşmez. Halk aç, perişan. Ortalık kasıp kavruluyor susuzluktan. Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlar yiyecek ekmek bulamıyorlar. Çok az bir una ot karıştırıp, kaynatarak onu yiyorlar. Kırlarda kazdıkları toprağın dibinden “çalık” denilen bir kök çıkartıp yiyorlar. Kızılcık kaynatıyorlar. Bulaşıcı hastalıklar alabildiğine yaygın. Bunların başında sıtma ve ince hastalık denen verem geliyor. Giysi diye bir şey yok. Üst, baş yırtık pırtık. İnsanların üstü, başı yamalı. Yamalıklar, aynı yere dikilip yamanıp bir daha giyiliyor, tekrar yırtılınca bir daha yamanıyor. Köylerden, özellikle erkekler yığın yığın göç ediyorlar. Eli, ayağı tutan erkekler geçici de olsa yerlerini, yurtlarını terk ediyorlar. Karın tokluğuna iş aramaya gidiyorlar.

O zamanlar Köşektaş, Avanos’a bağlı bir köy. Bu köyden Yaylacı lakabı ile bilinen İbrahim ÇÖL adında 18 yaşında bir delikanlı 1929 yılında karın tokluğuna bir iş bulmak için yola çıkar. Tıpkı diğer gurbetçiler gibi onunda düşüncesi Konya, Adana gibi uzak yerlerdir. Ayak yalın, yaya olarak başlar yürümeye. Sarılar üzeri Özkonak, Ziyaret Dağı, Köybağı’ndan inerek Kıran üstünden, Hacı Nuri Konağı’nın yanındaki sokaktan Avanos’a iner. Gün akşam olmuştur. Karnı aç, bedeni yorgundur. Aşağı yukarı kırk kilometrelik bir yol gelmiştir. Hava kararmadan bir aşağı, bir yukarı dolaşır durur tek başına. Bir han bulur, bir köşede kıvrılır yatar. Sabah erkenden uyanır. Bir fırın bulur, iki gün orada çalışır. Aşağı mahalleden biri, İbrahim’i alır evine götürür. Kendine çifte çırak tutar. İşte öykümüzde Türk filmi gibi buradan sonra başlar...

Adını sanını tespit edemediğim bu varlıklı kişinin çok güzel, ismi Rukiye olan bir kızı vardır. Rukiye nişanlıdır. Ancak nişanlısı işlediği bir cinayetten dolayı on sekiz yıla mahkum olmuştur. İbrahim sanat ruhludur, duyguludur, biraz da şairdir. Sesi yanıktır, çekicidir. Bu yüzden içi sevgi doludur. Çabuk sever. İbrahim yanında çalıştığı ağanın koyununa, kuzusuna bakar. Başka ağır işlerini görür. İşi bitip karnı doyunca da bir tepenin başına çıkar kendi yaktığı türkülerini söyler. Bu arada mahalledeki kadınlar, kızlar başına toplanır, onun güzel sesini dinler.

Aradan günler geçer. İbrahim, Rukiye’ye tutulur. Rukiye nişanlıdır. Üstelik nişanlısı mahpustur, hem de cinayetten. Ayrıca Rukiye, çalıştığı evin kızıdır. Ancak, gel sen gönüle haber anlat. Sevgi gelişir, büyür tek yanlı bir aşka dönüşür. Bu arada Rukiye’nin, Gülüzar isimli, zeytin gözlü, uzun boylu, uzunca parmakları olan komşu kızı vardır. Gülüzar’da, İbrahim’e tutkundur. Ama İbrahim, Gülüzar’a yüz vermez. Onun gönlünü Rukiye almıştır.

Günlerce, aylarca Rukiye’nin aşkından yanar tutuşur. Saf ve temiz bir duygudur bu. Öyle bir duygu ki, sabahlara kadar gözüne hiç uyku girmez. Görmediği zamanlar çılgına döner, kendini dağlara, kırlara atar. Kayalarda Rukiye’nin hayalini görür. Bir tıkırtı duysa Rukiye geliyor sanır. Rüzgarın esintisi Rukiye’nin fısıltısı gibidir. Sanki kulağına sesler gelir. Kah Köybağı’na, kah Ziyaret Dağı’na çıkar. İğde kokularını içine çeker. Ceviz yapraklarında Rukiye’nin tenine dokunur. Kerem ile Aslı örneği Rukiye ile birlikte olmak için neler vermek istemez ki... Rukiye, hafif sarışın, yüzü çilli, çakırca gözlüdür. Uzun boylu sayılır. Bembeyaz dişleri vardır. Gözleri güler, derin ve etkili bakışlıdır. Bu yüzden belki de İbrahim Çöl çabuk etki altına girmiş, çabuk yanıp tutuşmuştur. Açlığını da kıtlığını da unutmuştur İbrahim.

Kızılırmak kıvrıla kıvrıla akar. Doğudan gelir, batıya gider. Avanos ırmağın akış yönünün sağında kalır. Çoğu kayadan oyma evlerdir. İnsanlar kaya içlerinde yaşar çoğunlukla. Tepenin etrafındaki evler birbirine geçmelidir. Evin birinden diğerine alt tünellerden geçebilirsiniz. Ayrıca ırmak kenarından Kıran’a doğru sağa, sola ayrılan tüneller mevcuttur. Buralarda taş kemerli evler üst üste binmiştir. Roma ve Bizans döneminden kalma mağradan evler halen ev ve ahır olarak kullanılır. Evlerin yapılarına hiç dokunulmamıştır. Yukarıdan gelen su birikintileri açık tünellerden ırmağa aktığı için kayalarda nem söz konusu değildir. Bu yüzden yüzyıllardır ayakta kalabilmişlerdir.

Kızılırmak suyu berraktır. İbrahim sık sık iner ırmak kıyısına. El yıkar, yüz yıkar, kana kana içer, içinin ateşini söndürmeye çalışır. Ama ateş sönecek gibi değildir. Rukiye’yi kaçırmayı düşünür zaman zaman. Bu fikirden geri vazgeçer. Yanında çalıştığı ekmeğini yediği birinin üzülmesini istemez.  Günler böyle geçerken Rukiye’nin babası işin farkına varır. İbrahim’i çağırır ve kapıdan kovar. Bunun üstüne İbrahim Çöl, ölünceye kadar bu aşkı unutmaz ve türküler yakar;


Avanos dedikleri küçük kasaba
Gün inerken otururlar hesaba
Sana derim sana, sevdiğim güzel
Kavlimizi düşmanlara yazsana.

Elleri testili suya gidenler
Bahçeye koydum güllü fidanlar
Elleri kitaplı dua edenler
Bizim derde çare yok mu hocalar.

Haşarı da deli gönül haşarı
Ah ettikçe çakır gözler uçarı
Bir gecelik konuk olsam yaylana
Çağırınca gelir misin dağlara.
       
Irmak kenarında yayılan kızlar
Seyrana çıkmışlar gelinler kızlar
Muhannet mahpusun yolunu gözler
Bekleme be zalim mahpus yolunu
Takar terkime alır giderim.

Kara taşlar Avanos’un ziyneti
Düşmana uğrasın verem illeti
Bize derler Çöloğlu’nun milleti
Takar terkime alır giderim.



İbrahim Çöl, 1327 (1911) yılında Köşektaş Köyü’nde doğdu. Yaylacı lakabı ile anıldı. 1989 yılında Hac ziyaretinden önce Avanos’a gelerek Rukiye’yi buldu. Kendi deyimi ile Rukiye ile helalleştikten sonra Hacca babam Yusuf Seyfi ile birlikte gitti. Durumu babama orada anlattı. 2003 yılında köyünde 92 yaşında öldü.

Türkü Ahmet Uçar tarafından bana aktarıldı. Kendisine bu bakımdan teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Olayın çok kısa özetini babam Yusuf Seyfi anlatarak benim bu araştırmayı yapmama neden olmuştur. Buradan ellerinden öpüyorum.                    

Hüseyin  SEYFİ ( ÖĞRETMEN), Yerel bir gazeteden alınmış bir makale. Gönderen: Hasan Yıldız...






0 Yorum - Yorum Yaz


Güle Güle Çavuşum!

Hayati Akdemir


İnsanın yazmaya elinin varmadığı, söylemeye dilinin dönmediği şeyler vardır. İşte bu yazı onlardan biri. Ahmet Çavuş (Ahmet Uçar)’u yazı diliyle anlatmaya çalışmak öylesine güç ki. İnsanın ruhunu sızıyla kavuran yaşam hikayesini her anlatışında, o hayatı kendim yaşamışçasına duygulanır, ağlamamak için kendimi zor tutardım.

Yıkıntının, döküntünün, kıtlığın, sefilliğin kol gezdiği, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda doğdu Ahmet Çavuş.  En kötüsü de, babası yoktu doğduğunda. Öksüz büyüdü. Annesi iki çocukla yalnız kalınca, fazla dayanamayıp, anası evine döndü ve başka birisiyle ikinci bir evlilik yaptı. Küçük Ahmet’i,  ebesi  Kıçey Karı, yanına aldı ve açlık, sefalet ve horlanma ile büyüttü. Altı yaşına kadar konuşamadı Ahmet. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar okudu. Okulda olağanüstü başarılı bir öğrenciydi. Öğretmeni Musa Kâzım Dündar’ın onca ısrarına rağmen ebesi Kıçey karı daha fazla okumasına müsaade etmedi. Bu yüzden hemen çalışmaya koyuldu. Hiç durmadan, hem Köşektaş’ta, hem de Abdi’de, yarı aç, yarı tok, azmini ve şevkini kaybetmeden, çiftçi olarak çalıştı. O yılların en uzun gurbeti İzmir’e gitti, yıllar sonra döndü.

Aslen Çöllü aile grubundan olmasına rağmen, annesinin soyadını aldığından, nüfusa Ahmet Uçar olarak kaydedildi. Bu durum amcası Recep Çöl tarafından sürekli başına kakıldı.

Onsuz düğün olmazdı. Halay çeker, türkü söyler, köy halkını eğlendirirdi. Askerlik çağına geldiğinde, Abdi’den Avanos’a yaya gidip, muayne olmak istedi, ancak nafile. Askerlik çağına gelmiş olmasına rağmen, nüfusta kaydı yoktu. Ancak askere mutlaka gitmek istiyordu. İçini Askerlik Şubesi’ndeki yüzbaşı rütbeli bir askere döktü. Yüzbaşı rütbeli asker anlattıklarından çok etkilendi ve tüm işlemlerini bir çırpıda yaptı. Askere alındı ve askerliğini, Erzurum’da, Jandarma olarak, başarılı bir şekilde tamamladı, en üst er rütbesi olan çavuşluğa yükseldi.

Askerden dönünce evlenmek istedi. Köydeki kendi yaşıtından birçok kıza vuruldu, hatta kendinden on, on beş yaş küçük kızlara haber saldı.  Bu fakire, evsize, malı mülkü olmayana kim kız verir? Yaşı 29 olmuştu ama bir türlü evlenememişti. En sonunda yine bir kıza vuruldu ve çok sevdi. Hatta bir gün onunla bağda ("Vaktiyle Ahmet Çavuş'un Menmune Şen'e olan tutkunluğu") karşılaştı. Ancak kız kendisine "Ahmet Emmi!" diye hitap etti. Bu hitap şekli onun çok zoruna gitti ve hemen orada kıza şu şekilde seslendi:

Bağa gelmişsin eşeğin yüklü,
Ne desen güzel sözlerin haklı,
On beş yaşında kırk beş belikli,
Bir kız bana emmi dedi neyleyim.

Kendine göre köyden evlenemeyişinin iki sebebi vardı. İlki fakirlik, ikincisi ise Topal Süllü’yle olan atışmalarıydı. Bu atışma sonunda Topal Süllü kesip atmıştı: “Bu köyden sana kız yok!” diye.

Sonraki yıllarda Belbarak köyünden Elmas adında bir hanımla evlendi ama bu evliliği uzun sürmedi. Elmas hanım bir yıl sonra öldü. Daha sonra ikinci ve son eşi Güldane hanımla evlendi. Bu evliliğinden çocukları oldu.

İzleyen yıllarda Mucur’a gitti, Kur’an Kursu’na yazıldı, hocalık öğrendi, bir ömür boyu aranan insan oldu. Keskin zekası, derin bilgisi ve kuvvetli hafızasıyla başkalarını kendine imrendirdi; düzgün diksiyonlu, akıcı Türkçesi ile kendini dinletti. Atmışlı yılların başında önce Fransa’ya, sonra da Almanya’ya gitti, emekli olasıya dek çalıştı.

Ben diyorum ki; eğer Ahmet Çavuş Bolulu olsaydı, Köroğlu’nun arkadaşlarından biri olur, tarihe geçerdi. Eğer Malatyalı olsaydı, Battal Gazi destanından büyük destanı olurdu.  Eğer Erzurumlu olsaydı,  Aşık Emrah kadar namı olurdu. Ama Köşektaşlı doğduğu için çavuş olarak kaldı, kıymeti bilinmedi. Ancak gerçekte o bir efsaneydi!

Ruhun şad olsun, mekanın cennet olsun; güle güle çavuşum!

Hayati Akdemir





1 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Fotograf - Köşektaş Manzarası, Özcan Antike, Mart 2013©
Özcan Antike'nin yeni çekmiş olduğu Köşektaş fotograflarını çok yakın bir gelecekte
fotograf galerimizde yayınlayacağız!
kosektas.net

BİZİM 'JOHN STEINBECK'İMİZ, BİZİM 'VICTOR HUGO'MUZ, BİZİM 'OSCAR WILDE'IMIZ

SEÇKİN İNSANLAR SEYREK

 

18 Mart 2013, Pazartesi

Yazıya yansıtılan hikayelerin eğlendirici niteliği yanında bir de bilgilendirici gücü olduğu herkesçe bilinen, tartışma kaldırmaz bir gerçektir. Aracı da, amacı da Köşektaş ve Köşektaşlılar olan Celalettin Ölgün hikayeleri, gerek yazım biçimiyle, gerek anlatım tarzıyla, gözlerimizi kendi öz benliğimize çevirmemizi, kendi kendimizle buluşmamızı sağlayan en kısa yoldur!

Celalettin Ölgün’ün, iyi bir anlatıcı olmasının yanında, diğer bir özelliği de, Köşektaş ve insanını, tümdengelimle değil, almış olduğu duyumlar ve yapmış olduğu gözlemler sonucu yazıya yansıtarak, gösterilmek isteneni değil, varolanı göstermiş olmasıdır! 

Yıllardan beri yüzlerce kilometre uzakta yaşıyor olmasına rağmen, doğup büyüdüğü yere olan sevgi bağını hiçbir zaman koparmamış olan Celalettin Ölgün’ün, Köşektaş ve insanına yönelik bilgileri yazıya yansıtarak İnternet ortamında manşetleştirmiş olması, takdire şayan ve saygı  gerektiren bir davranıştır!

Gözardı edemeyeceğimiz bir başka gerçek de, Celalettin Ölgün’ün binbir emek sarfederek meydana getirmiş olduğu sağlam ve kaliteli yazılar, sadece Köşektaş ve insanının geçmişine ışık tutmakla kalmamış, köyümüz bilgisunum sayfasının içerik ve güncellik kazanmasına, uzun soluklu ve sık ziyaret edilir olmasına da vesile olmuştur!

En yalın bir tanımla değişim, doğanın yasasıdır. Ama başkalaşımda bir olumsuzluk var. İletişimsel bir etkinliği yapaylaştırmadan, doğallığını bozmadan ve çirkinleştirmeden yapabilen insan sayısı o kadar az ki. Bir de gittikçe azalan ve yokluğunu aşırı derecede hissettiren o kadar çok şey varki. Şimdilik Celalettin Ölgün ile onun kuşağından birkaç kişi geçmişi bugünlere taşıyor, ama bugünü yarına taşıyacak birileri çıkar mı, kuşkulu. Umarız çıkar. Yoksa, şairin dediği çıkar:

"Nadan ile sohbet etmek güçtür bilene,
Çünkü nadan ne gelirse söyler diline."

Bugün, bu yazıyı böylesi bir duygu içerisinde yazdık. Celalettin Ölgün’e; köyümüz bilgisunum sayfasına sağlamış olduğu destekten dolayı minnettarız; ona yüreğimizin derinliklerinden teşekkürler sunarız! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası.

Bilgi: İlk kez 22 Mart 2012 tarihinde yayınlanmış bir yazıdır. kosektas.net

 

HTML kodları ve yazılım dahil olmak üzere, bu sitede bulunan hiç bir malzeme kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yeniden yayımlanamaz. Telif ve mülkiyet hakları saklı kalmak koşuluyla ve kaynak gösterilerek, bu sitede bulunan fotograf, resim, bilgi ve belgelerden yararlanılabilir!

 

Şebeke: www.kosektas.net | İletişim: kosektas@kosektas.com | Son Güncelleme: 23 Şubat 2013




0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz


Köşektaş Manzarası - 1980 - Tuval üzerine yağlıboya - 60 x 45.
Sizin hiç Köşektaş'la sevişirken çocuğunuz oldu mu?
Köşektaşlı resim sanatçısı Adnan Yalım'ın, 1980 yılının temmuz
ortası ile ağustos ortasını oluşturan zaman diliminde, bir
ay süren bir uğraşı sonrası, tuval üzerine yansıtmış
olduğu bir Köşektaş manzarası.
kosektas.net

SİZİN HİÇ KÖŞEKTAŞ´LA SEVİŞİRKEN ÇOCUĞUNUZ OLDU MU?


 
 
Adnan Yalım; bizim Pablo Picassomuz

Söylemek bile gereksiz. Her insanın bir zamanlar doğup büyüdüğü yer ve yöresine bir vefa borcu vardır. Bunun farkına varabilen vefakâr her insan, bu vefa borcunu herhangi bir şekilde ödemek ister. Kimi kalkar o yer ve yöresini anlatan öyküler yazar, kimi şiirler; kimi kalkar resmini çizer, kimi efsanesini; kimi de kalkar o yer ve yöresini anlatan nakaratlar dizer.

Şimdi, doğup büyüdüğünüz yer aşkına, kendinize, çok değil, az bir zaman ayırarak, bakıcı bir göz ve açık bir dimağla, o başyapıta bir kez daha bakın. Bakın ve tuval üstüne inceltilmiş yağlı boyayla çizilmiş her bir ögenin, resme nasıl yansımış, resme nasıl bir derinlik kazandırmış olduğunu görün!

Kuşkusuz bu resmi bu denli canlı, bu denli şeker kılan iki önemli etken var. Bu etkenlerden bir tanesi, Köşektaş ve doğasının, bakarken görebilenlere, sunduğu o muhteşem güzellik, bir tanesi de ressamın bir zamanlar doğup büyüdüğü yere olan aşkı ve sevgi bağıdır - ki, kim ne derse desin, bir yere duyulan aşk, bir yere olan sevgi bağı, bundan daha iyi ifade edilemez!

Köşektaş‘ın gözde köşelerinden birini yansıtan bu şaheseri çizme düşüncesi, Suat Güneş’in, 1980‘li yıllarda, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Prof. Adnan Çoker Atölyesi’nde öğrenim görmekte olan Adnan Yalım’la olan sohbetlerinde, uzun yıllar ayrı kaldığı Köşektaş‘a olan özlemini dile getirmesi sonucu doğar.

Adnan Yalım, 1980 yılının Temmuz ortasında, tatil için gittiği Köşektaş’ta, hemen işe koyulur. Bir sabah erkenden kalkar, eline tuvalını, yanına da amca oğlu Kadir Özdemir‘i alarak, Mehmet Ağa’nın Çeşmesi‘ne gider. Resmi çizmeye, o gün orada başlar. Çizim işlemi tam bir ay sürer ve bu bir ay sonunda yaratmış olduğu bu şaheseri, İstanbul‘a götürerek, Suat Güneş‘e hediye eder.

Tüm bu olup bitenleri işittikten ve resme yeniden baktıktan sonra anlıyoruz ki, bir varlığı ya da bir manzarayı canlandıracak şekilde tuvala yansıtmak, kolay gibi görünse de, oldukça zahmetli bir iş. Ve yine anlıyoruz ki, bu resmi etkili kılan, onun betimlediği ya da betimler göründüğü görüntüler değil, içerdiği aşk, sevgi, hasretlik ve içtenliktir.

Ne tesadüftür ki, sanatçının sanatkâr babası da, 1955 yılında, Köşektaş’ın bir diğer gözde köşesini, hayali olarak, çizmiştir.

Umarız yakın bir gelecekte başka birileri çıkar Köşektaş’ı tepeden, daha başka birileri de cepheden çizer. Ne ki gidişat şimdilik pek öyle görünmüyor. Yine umarız ki, bir gün gelir, bu gidişat tersine döner. Neticede öyle olması gerekir zaten. Neticede de öyle olacaktır zaten. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası. 20 Mart 2012.

Resim: Adnan Yalım, Köşektaş Estetiği - 1980, Tuval üzerine yağlıboya - 60 x 45.




0 Yorum - Yorum Yaz
www.kosektas.net

Köşektaş Manzarası - 1980 - Tuval üzerine yağlıboya - 60 x 45.
Sizin hiç Köşektaş'la sevişirken çocuğunuz oldu mu?
Köşektaşlı resim sanatçısı Adnan Yalım'ın, 1980 yılının Temmuz
ortası ile Ağustos ortasını oluşturan zaman diliminde, bir
ay süren bir uğraşı sonrası, tuval üzerine yansıtmış
olduğu bir Köşektaş manzarası.
kosektas.net

KÖŞEKTAŞLI RESİM SANATÇILARININ TABLOLARI


     

Köşektaşlı resim sanatçılarının tabloları; kim ne kadarını görebiliyorsa
ona o kadar görünen hayali bir dünya!
kosektas.net

INTERNET ORTAMINDA GÜNCEL KALABİLMENİN SIRLARI

O kadarını bizim Zafer de yapar!
Dişlininoğlu

19.12.2014, Cuma

Internet ortamında güncel kalabilmenin bir başka sırrı da, azimli ve kararlı olmanın yanında, ürettikleriyle değer yaratmış insanlarla iletişim kurabilme yetisinde yatıyor. Yoksa, "Bizim de bir sitemiz olsun!" hevesiyle site inşa edenlerin çoğu, iyi kötü bir şeyler bulup, birkaç güncelleme yaptıktan sonra, bu işi, ya "kaynak bulamadıklarından" ya da "zahmetli ve sıkıcı gördüklerinden", ipin ucunu birden bırakıverirler. Böylece, başlangıçta büyük hayellerle inşa edilen sitelerin çoğu, varlıklarını sürdüremeyerek, kaybolup giderler...

Internet ağındaki yayın hayatına 2003 yılının Aralık ayının son gününde birkaç sayfalık bir site olarak başlayan Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası kosektas.net, ta o günden beri, düzenli olarak güncellenen bir sayfadır! Bilgisunum sayfamız kosektas.net, yayın hayatına atıldığı ilk güncellemeden bu yana, Köşektaş insanının geçmişe yönelik yaşam kültürünü manşetleştirmenin yanısıra, kültür ve sanat boyutlarına da önemli ölçüde yer vermiştir! Bu bağlamda bilgisunum sayfamız kosektas.net, gerek hedef kitlesini, gerekse kaynağını salt kendi çapında kültürel çalışma yapanlarla sınırlı tutmamış, köyümüz şairleri, resim ve ses sanatçıları, fotograf tutkunları ve öğretmenleriyle de iletişime geçerek, site içeriğinin çok yönlü ve çok renkli olmasına zemin hazırlamıştır!

Düzenli olarak gerçekleştirilen güncellemelerle ziyaretçilere sunulan yazıların güncellik, düzgünlük, nesnellik, bilimsellik ve en önemlisi de doğruluk gibi ölçütlere göre seçilmiş olması, sitemizin güvenirliğini önemli ölçüde sağlamlaştırmıştır. Bu bağlamda, kimi art niyetliler tarafından uydurulan yalanlar, maskelenen gerçekler, sürdürülen karalama kampanyaları, henüz amaçlarına ulaşmadan, anında çürütülmüşlerdir!

Köşektaş albümü kosektas.net, son on dokuz yılda edindiği kendine özgü özelliklerini yitirmeden, içeridiği düzey ve kaliteden ödün vermeden, zamanın gerektirdiği koşullara göre, Internet ağındaki varlığını sürdürmeye devam edecek! Bu bir tecih ya da istek sorunu değil, bu, yıllar önce düşünülmüş ve düzene sokulmuş bir çalışma ahenğinin özdevinirliğidir!

Bizce merakın, bilginin ve paylaşımın sonu yok. kosektas.net’i yoktan biz varettik, biz büyüttük, biz yaşatacağız!

Döndükçe yaşanılası şu güzelim dünyaya bir kez daha gelecek olsak, Köşektaş sitesinin düzenlemesini yine biz yapmak, Köşektaşlı şairlerin ve sanatçıların yapıtlarını yine biz betimlemek isterdik! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası  




0 Yorum - Yorum Yaz



0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

SORMAK GEREK



  
 Emin Karatekin

 Ahmet Karatekin



Öğretmen Emin Karatekin'e, 14 Ekim 2010 sabahı kaybettiği biricik babası
Ahmet Karatekin için yazmış olduğu bu dizeleri site ziyaretçilerimizle paylaştığı için çok teşekkür ediyor, Ahmet ağabeyi bir
kez daha saygıyla anıyoruz!
kosektas.net
······················································································································ 
Emin Karatekin


Karlar yağmış güvendiğim dağlara
Sam yeli mi değmiş mor sümbüllü bağlara
Hayallerimiz kaldı mahşerdeki bahara
Onu sormak gerek Büngülgöz’ün pınara.

Ömrünü adamış gurbet eline
Son gidişim diyordu dönmek için köyüne
Kimseyi  koyamadım, koyamam  yerine
Onu sormak gerek Çağşak’ın çölüne.

Hiçbir şey fayda etmiyor yazılan yazıya
Lokman Hekim neylesin dermansız yaraya
Otlatmak için çıkardığı koyun ile kuzuya
Onu sormak gerek Kızıltepe ile Acı’ya.

Her işi hızlı idi sanki girmiş yarışa
Tamah eylemezdi üç beş kuruşa
Her şey boş, emekleri gitmiş tuluşa
Onu sormak gerek Göllüpınar’ın yokuşa.

Sanki bilir gibiydi kendi için yapılan kehaneti
Yüzüne her baktığımda gördüğüm hakikati
Helalleşmek için bile bulamadığı kuvveti
Kadere sormak gerek bu hazin akibeti.

Mevlam böyle yazmış onun sonunu
Unutmuş olsa gerek, biliyordu soyunu
Bilememiş, bilemedik gizli imiş sorunu
Kalbine sormak gerek bize oynadığı oyunu.
 
Hayatı çok zor geçmiş andırıyor dehlizi
Umarım bulmuştur sığınacak sakin bir körfezi
Diktiğin fidanlar elbet bir gün verecek filizi
Feleğe sormak gerek bize yaptığı sürpriz krizi.

Sene 2010 On Dört Ekim bir seher vakti
Ambulans içinde doldurmuş saati
O çok sevdiği cemiyet ile sohbeti
Köşektaş’a sormak gerek Senem’in Deli Ahmet’i.


 




0 Yorum - Yorum Yaz

BOYNU KRAVATLI

 
 
Celalettin ÖLGÜN
Kimi öyküler çok sık okunduğunda ya da dinlendiğinde,
insanda bir bıkkınlık yaratır; kimi öyküler ise
şiddetli etkiler, derin izler bırakır!
 kosektas.net

Kimi yerde “aptal” deseler de, kendileri biz aptal değil, “Abdal’ız!” derler. Aslında kendi tanımları doğrudur. Çalgıcılık yaparak geçimlerini sağlarlar, kalender insanlardır. Çalgıdan geldikleri gün dolu dolu yaşar, eğlenir, diğer günler yarı aç yarı tokturlar. Kendi aralarında ara sıra kavga etseler de dışarıya hiç zararları olmaz. Her kentte, onların toplu yaşadıkları mahalleler, semtler vardır. 1950’li yıllara değin, yurtsuz, hiçbir kayıta bağlı olmadan yaşarlarken devlet, Hacıbektaş Abdallarını köylere yerleştirerek eritmeyi düşünmüş olmalı ki, her köye üç aileyi oturtmayı zorunlu kılmış. Anlatılanlara göre: Son yıllara değin zurnacı Külebi usta, düğünlerde davuluyla güreş tutup oynatan davulcu Ferzi usta, Hallik usta, Köşektaş nüfusuna kayıtlıymış. Çocuklarının ellerinde küçük, öğrenme davulları, zurnaları, köçek giysileri olur, köy dışında öğrenme eğitimleri yaparlarmış.

Her  köyün abdalı olup sonradan hepsi de Hacıbektaş’a, Kırşehir’e yerleşmişler.

Hangi köyün nüfusuna kayıtlı olduğu bilinmeyen zurnacı Kemal usta da Köşektaşlı sayılır. Köyde olsun, dışarıda yaşasın tüm Köşektaşlıları bilir. Köyün tamamına yakınının düğünlerinde o ve ekibi çalgıcılık yapmış, çocukların tümünü o sünnet yapmıştır. Sağlamcıdır; yeni doğan erkek çocuklar onun defterine Nüfusa yazdırılırken muhakkak kaydedilir. Zaman, zaman oğlan babasına “Ne oldu? Güççük ağa büyüyor mu?” diye sünnetin ne zaman olacağını anımsatır. Söz kesimi, nişan gibi “kız bitirme”lerden haberi olur, oğlan tarafını gördükçe düğün zamanını sorar. Kısaca işinin takipçisidir. Kemal usta, doğruluğunun, cana yakınlığının yanında aydın bir insandır. Çocuklarına sadece kendi işini yaptırmamış,  hepsini de okutmuştur. Oğullarından öğretmen, banka memuru olanlar vardır.


 Fotograf: Suavi Cesur

Kemal ustanın öğretmen oğlu liseye giderken, kendi gibi şakacı olan anası oğluna her gün takılıyormuş; “Şuna bak, şuna. Okula gidiyor. Yarın Neşet gibi saz çalan adam olacak değil ya, boynu gravatlı eşşek olur.” “Şuna bak şuna, boz davulu duvara asıp da utanmadan okula gidiyor.” Kadın, öbür oğlanı da zaman zaman sıkıştırırmış, “Şu sazı iyi öğren, çal, Neşet gibi adam ol, öğrenmezsen okula gönderir, okutur, öğretmen yaparım, seni köy, köy süründürürüm.”

Diğer kimi yargıları değişik olsa da, doğruluk payı var.

Bilgi: İlk kez 21 Mart 2005 tarihinde yayınlanmış bir öyküdür.


Kemal Usta: Kemal Süle, 1934 yılı, Adana/Kozan, Hacımirza köyü doğumludur. 1936 yılında babasıyla birlikte Sivas'ın Şarkışla ilçesi, Alakilise köyüne, oradan da, 1953 yılında, Hacıbektaş'a göç etmiştir. (Bilgi: Suavi Cesur).

Kız Bitirme: Söz kesme.

Ekleme Tarihi: 2012-02-20, 13:03:09



0 Yorum - Yorum Yaz

KÖŞEKTAŞ ÖYKÜLERİ



 
Ali Yılmaz

 Celalettin Ölgün



Yarenler


Gerek Köşektaş’ta gerekse çevre köylerde görülmeyen nargile içme alışkanlığı Aliağa ile başlayıp Aliağa’yla da bitmiştir. Aliağa, özel nargile tütünü (tönbeki) bulabilir miydi, yoksa kağıtlara sarılan tatlısert tekel tütünü mü sarardı bilinmez, bir taraftan nargilesini tüttürür, bir taraftan da odasında, özellikle de kış günleri, komşuları ve sevenleriyle birlikte söyleşiler yapar, kubuz atarmış. Bu odalarda yolda kalmış yolcular, konuklar ağırlanır, sohbetler edilir, görapa alınırmış.

Kıştan çıkılıp havaların ısındığı bir gün, Aliağa, odasının önüne minderini serer, nargilesini yakar ve fokurdatmaya başlar. Eğitmen Yahya’nın üç kızdan sonra doğan, el bebek gül bebek edayla, nazla büyütülen beş altı yaşlarındaki oğlu Osman ile yaşıtı Rıza’nın Lütfullah, Aliağa’nın içtiği o fokurdakla ilgilenmeye başlarlar. Ucun kıyın yanaşırlar bilmedikleri bu uzun saplı fokurdağa. Aliağa onlarla hem ilgilenir, hem şakalaşır hem de arada bir nargileden çektirir. Üç beş çekmeden sonra Osman da Lütfullah da sersemleyip düşerler. Biraz sonra Eğitmen Yahya, oğlu Osman’ı suyla, ayranla ayıltır ve götürüp yatırır. Lütfullah da kusarak kendine gelir ama Aliağa’yı bir korku sarar. Bu korku da, onu sürekli söyletip işleten komşusu Sülü’nün de payı vardır. Sülü sürekli Aliağa’ya suçunun büyüklüğünü hatırlatmakta, Sabriye gelirse şöyle yap, böyle yalan söyle, diyerek onu telaşlandırmaktaymış. Aliağa da gelip gidenlere: “Şimdi Sabriye gelir de, edeceğini ettin, Osmanımı öldürdün!” derse ben ne yaparım! Jandarmalar gelip kolumu bağlar da, “Aliağa yarenlik ettiğin arkadaşların  bunlar mıydı?” diye sorarsa,  ben ne cevap veririm, diye söylenirmiş.

Aliağa: Ali Yılmaz.
Tatlısert tekel tütünü: Tekelin Bitlis tütününden elde ederek piyasaya sürdüğü sarmalık sigara tütünü.
Tönbeki: Aromasız, sert içimli, hakiki nargile.
Eğitmen Yahya: Yahya Doğan.
Rıza: Rıza Özdoğan.
Kubuz atma: Boş konuşma, dereden tepeden söyleşi.
Görapa alma: Hoş karşılama, iyi ağırlama.
Sabriye: Sabriye Doğan.
Sülü: Süleyman Çelebi.
Yarenlik: Arkadaşlık, dostluk, ahbaplık.


Ekleme Tarihi: 2012-01-28, 23:03:26



0 Yorum - Yorum Yaz

Kayseri-Ankara karayolu, Hacıbektaş ilçesi Köşektaş köyü yakınlarında Emin Taflıoğlu idaresindeki 38 YN 028 plakalı özel otomobil, yolun karşısına geçmekte olan Tevriz Ulupınar'a (37) çarptı.

Haber Tarihi: 12 Aralık 2011 Pazartesi Saat 09:40.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

SİLAH TUTAN ELLERDEN DÖKÜLEN İNCİLER




Nedim Uçar


Kimdir Nedim UÇAR? Nasıl yazmalı? Nasıl söylemeli? Nereden başlamalı? Yüce yaratıcı bazı insanları özel bir yetenekle donatarak, yalnızca o iş için yaratırmış. Nedim UÇAR’ı da şair olarak yaratmış ve o, anasından şair olarak doğmuş, 1945 yılının 1 Şubatında Nevşehir İli’nin Hacıbektaş ilçesi, Köşektaş köyünde.

Ankara Polis Koleji ve Polis Akademisinden mezun olduktan sonra 1967 yılında Komiser yardımcısı rütbesiyle göreve başladı. Emniyet Teşkilatının çeşitli kadrolarında görev yapan Uçar, 80 li yıllarda ki Amasya İl Emniyet Müdürlüğü görevinden sonra, 1994-2005 yılları arasında I. Sınıf Emniyet Müdürü olarak polis Başmüfettişliği görevini sürdürdü ve 2005 yılında yaş haddinden emekli oldu. Evli ve üç çocuk iki torun sahibi olan şairimiz, halen Eskişehir’de yaşamını sürdürüyor.
 
Nedim UÇAR’ın özel ve polisiye yaşamı hakkındaki bilgileri oldukça kısa vermeye çalıştık. Çünkü sözlerimizin başında da belirttiğimiz gibi o, şair olarak doğmuş ve sanat yaşamında emsali görülmemiş bir zirve yapmıştır.


Bundan dolayı onunla yapacağımız söyleşide sanat yaşamına ağırlık vermeyi düşünüyoruz, dünya şairi, yazar, emekli emniyet müdürü Dr. Nedim UÇAR’ın.

Soru: Prof. Dr. Münir ŞAKRAK bir araştırma yazısında; sizin için “dünyada eşine rastlanmamış bir başarı gösterdiğinizi ve kendi işi dışında sizin kadar yükselen başka bir ilim adamına rastlamadığını yazıyor. Ayrıca “Dünya Şairi “ ünvanına sahipsiniz. Sanat yaşamınızla ilgili yapacağımız söyleşimizin başında bu konuları biraz açar mısınız.

Nedim Uçar: Şiir yazmak, resim yapmak tiyatro, sinema kısaca Edebiyatın ve Güzel Sanatların bütün dalları Yüce Mevla’nın kullarına bahşettiği, büyük bir lütuf ve nimettir. Benim şiirle ilgim oldukça küçük yaşlarda, hatta okul öncesinde başlar. Allah’ın verdiği bu yeteneği farkedince onu geliştirmek azim ve gayreti de bize düşüyor. Sadece sayın Prof. Şakrak değil, gerek akademik gerekse sanat camiasından yetmiş civarındaki üstadın güzel sözlerine mazhar olmak sanat yaşamında ilhamımın yükselmesine önemli katkısı olmuştur.

Dünya şairi ünvanına gelince de ben halen Dünya Sanat ve Kültür Akademisi üyesi ve Dünya Şairler Konseyi Yönetim Kurulu üyesiyim. Bu yönetime Melih Cevdet ANDAY’dan sonra giren tek Türk olmam beni son derece gururlandırmıştır.

Soru: Size göre insan hayatı nedir? Ya da nasıl olmalıdır? Başka bir ifade ile bir şair hayata nasıl bakar ve hayattan nasıl ilham alır.
 
Nedim Uçar: Yaşanılan her şeyden mutlaka bir ders çıkarılmalıdır. Başarılı olmanın koşulu çalışmadaki sürekliliktir.

Gördüğüm her olaydan hayat dersini aldım,
Bilgi çağı girince biraz geride kaldım,
Gece gündüz çalıştım kendimi aşmak için,
Önce bir damla idim şimdi ummana daldım.

diyorum. Bu dörtlük benim yaşam felsefemin,yaşama bakışımın bir ifadesidir. Ayrıca hayatın içinde mutlaka zıtlıklar olacaktır. Bu zıtlıklar asla bizi yanıltıp aşırtmamalıdır. Düşünmeliyiz ki zıtlıklar aslında hayatın dengesidir.


İçinde beslese de deler ağacı kurdu,
O delik açılınca olur bir kuşun yurdu,
Bir dengenin içinde zıtlıklar bulunmasa,
O zaman dünyanın hali nice olurdu.

Soru: Bu dörtlükteki “zıtlıklar” kavramının içerdiği özlü mesaj nedir?

Nedim Uçar: Fiziki manada dünyanın ve onun doğasındaki dengedir. Ancak daha ötesinde, insanı iınsan yapan ve yaşatan sevgidir. Ayırımsız biçimde birbirimizi sevmeliyiz. Zıtlıklarımızı farklılıklarımızı sevgi potasında eritip insani değerlerimizi zenginleştirmeliyiz. Bu sözlerimi de şu dizelerimde noktalamak istiyorum.

Saygının temel taşı insanı insan bilmek,
Sevgi varken dünyada bize düşmez ezilmek,
Onarması güç olur bir kalp kırdınsa eğer,
Özür dilesen bile çözüm değil üzülmek.

Soru: Şiirin sizin hayatınızdaki yerini sormaya hiç gerek yok. Çünkü sizin düz konuşmanız bile oldukça akıcı ve manzum ve her konuşmanıza mutlaka bir dörtlükle nihayet veriyorsunuz. Ancak şunu öğrenebilir miyiz? Öncelikle şiiri siz nasıl tanımlıyorsunuz? Şiir yazmanın nasıl bir etkisi oluyor?

Nedim Uçar: Şiir, güzelliklerin nefes alışı ve hayatın bir noktada eleştirisidir. Konuştuğum ses içimdeki histir. Her insanın coşkuyu, sevgiyi, iyiyi, güzeli, gerçeği, yerine göre de çileyi, acıyı, sevdayı, özlemi, hüznü arayıp bulma yoludur. Bu duygu ve düşünceleri şiirde olduğu kadar hiçbir sanata yüreğimize ve belleğimize kazıyamayız.

Soru: Şiirinizde genellikle lirik bir üslubun hakim olduğunu, sade ve yalın bir Türkçe kullandığınızı görüyoruz. Bu konuda etkisinde kaldığınız şair ya da şairler var mı?

Nedim Uçar: 2002-2009 yılları arasında yirmi ayrı kişi tarafından şiirlerim hakkında tez çalışması yapılmıştır. Gerek bu araştırmaların gerekse sanat çevresinde beni izleyenlerin üzerimdeki ortak kanaati; şiirde hiç kimseyi örnek almamış kendi çizgimi kendim belirlemiş olmamdır. Halkla köprü kurabilmek için de dilin anlaşılır olması gerektiğine inanıyorum.

Soru: Şiirde ilham kaynaklarınız nelerdir?

Nedim Uçar: Şiirin ilhamı şairin yüreğinde kor alev halinde yanar bir vaziyettir. Kainatta var olan her şey benim için birer ilham kaynağıdır. Şair, herkesin bakıp da göremediği, güzellikleri ve olumsuzlukları gören ve topluma tavizsiz olarak sunan bir bilge kişidir. Şair, yerine göre çıplak elle koru söndürür, yerine göre de buzulları yüreğinde damla damla eritir. Yıldızların göz kırpması, sevdalı yüreklerin çarpıntıları, güneşin doğuşu, batışı, taze toprak kokusu, mevsimlerin sıralanması, turnaların katarlı uçuşları, bir garbin iç çekişi, yalnız bir ağacın ayakta ölüşü, bir çocuğun masumane gülüşü, şair için ilham kaynağıdır. Zaten şairlik vasfı duygusal insanların fıtratlarında mevcuttur. Gönül penceresinden görülen her şey ilham kaynağıdır.

Soru: Şu ana kadar kaç şiiriniz oldu? Basılı eserleriniz nelerdir?

Nedim Uçar: Yazdığım şiir sayısını hatasız söylemem mümkün olmayabilir. Sadece bir başlık altında yazdığım bir şiirim 4444 dizeden oluşmaktadır. Ayrıca, binlerce şiirim arşivlerimde sırasını beklemektedir. Basılı kitaplarım: 1- Roman, 1- Hikaye, 4-Tiyatro, 12- tane de Şiir kitabım var. Ayrıca basımda olan bir de maniler kitabım olacak. Sadece maniler kitabında 4000 den fazla kıta mevcuttur. Şiirlerimde 300 den fazlası TSM, 10 tanesi THM, 8 tanesi Marş, 5 tanesi İlahi, 12 tanesi Çocuk Şarkıları dalında değerli bestekarlar tarafından bestelendi. TRT repertuarında yüzün üzerinde eserim mevcuttur.

Soru: Aldığınız ödüllerden bahseder misiniz?

Nedim Uçar: Aldığım ödülleri birer birer sıralasam sanırım benim için özel bir sayı çıkarmanız gerekir. Çünkü bu güne kadar katıldığım her şiir ve edebiyat yarışmalarının nerede ise tamamında ödül aldım. Şu anda resmileşen ödül sayım 160’ın üzerinde. Bu rakam bir rekordur. Bu güne kadar bu kadar ödül alabilen hiçbir şair ve yazar yoktur. Bunu açıkça belirtmek istiyorum. Bu ödüllerimin içinde uluslararası, ulusal, bölgesel ve kurumlar arası birincilik dahil değişik ödüllerim mevcuttur. Şu anda elimde bulunan şiltler, madalyalar, belgeler ve dökümanlardan en azından 200 metrekarelik bir müze bile açılabilir. Eğer ki bu konuda benden bir talepte bulunan kurum ve kuruluş olursa görüşebilirim. Çünkü bu belgeler birer emek mahsulü, göz nuru, alın teri ve beyin gücüdür. Bunların heba olmaması gerekir. Bu çok önemlidir.

Soru: Şair olarak yurtiçi ve yurtdışında katıldığınız etkinlikler nelerdir? (Şölen, Konferans, Sempozyum vb.)

Nedim Uçar: Hepsini burada ifade etmem mümkün değil ancak birkaç tanesini sıralayabilirim. Yurtiçinde Uluslararası Yunus Emre, Karacaoğlan, Mevlana, Hacıbektaş Veli, İznik Göl Akşamları ve Porsuk Şiir Akşamları isimleri altında düzenlenen şairler şölenlerine katıldım. Yurtdışında da Meksika, Newyork, Çin ve Almanya’da düzenlenen Dünya Şairler Kongresi ve Şiir Şölenlerine katıldım. Diğer taraftan bir çok üniversitedeki kongre, şölen ve sempozyumlara iştirakim olmuştur. Halen de üniversitelerle ilgim devam ediyor, konferanslar veriyorum. Buradan aracılığınızla duyurmak isterim ki bu bağlamda Polis Akademisi ile Kolej ve Polis Meslek Yüksek Okullarımızda da davet edilmem halinde büyük bir mutluluk içerisinde genç meslektaşlarıma, öğrencilerimize yararlı olmak isterim.

Soru: Sevgili üstat sizinle sohbet çok farklı ve çok güzel hatta bir ayrıcalık. Ne var ki zaman ve dergimizin kapasitesi itibariyle sınırlı durumundayız. Son olarak, “Türkiyem” isimli şiiriniz Milli Eğitim Bakanlığıyla Talim Terbiye kurulu kararıyla ilköğretim 8. sınıf Türkçe Kitaplarına konulmuş ve ders olarak okutulmaktadır. Bu şiirinizi sizden dinleyebilir miyiz?

Nedim Uçar: 1982 yılında yazdığım Türkiye’m şiirimden başka Polis Koleji ve Polis Akademisi ile 150. Yıl marşlarının güfteleri de bana aitti. Bunlar benim için birer abide niteliğindedir.


 TÜRKİYE’M


Al bayrak altında özgür yaşarsın,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.
Uygarlık yolunda çağlar aşarsın,
Anadolu’m cennet yurdum, Türkiye’m.

Antalya’da bahar, Ağrı’da karsın,
Adana’da pamuk, İçel’de narsın,
Ankara’da seğmen, Dadaşta barsın,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

İzmir’de üzümsün, Afyon’da kaymak,
Bilecik’te otağ, Söğüt’te oymak,
Bursa’da yeşile olur mu doymak?
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Ordu’da fındıksın, Rize’de çaysın,
Giresun’da yayla, Kilis’te taysın,
Burdur akşamında bir dolunaysın,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Amasya’da elma, Bitlis’te tütün,
Aydın’da efenin yüreği bütün,
Bolu’da Kör oğlu olur görüntün,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Hakkari’de kilim, Sinop’ta yelsin,
Kırıkkale’de gök, Bartın’da selsin,
Balıkesir’de göl, Gemlik’te dalsın,
Anadolu’m, cennet yurdum,Türkiye’m.

Erzincan’da bakır, Tunceli boyar,
Elazığ’da Keban dağları oyar,
Antep’e uğrayan tatlıya doyar,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Zonguldak’ta kömür, Batman’da petrol,
Erzurum’da tabya geçmişe bir yol,
Eskişehir der ki; Yunus gibi ol,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Urfa’da balıksın, Fırat’ta baraj,
Maraş’ta dondurma, Artvin’de viraj,
Yalova düzünde çiçekli peyzaj,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Toros dağlarında dumanlı başın,
Antalya koyunda hilaldir kaşın,
Nevşehir’de yatar Hacıbektaş’ın,
Anadolu’m, cennet yurdu, Türkiye’m.

Manisa’da mesir, Isparta’da gül,
Kırşehir’de ahi, Karaman’da dil,
Konya’da Mevlana gel diyen gönül,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

İstanbul’da boğaz, Şırnak’ta gece,
Kırklareli’nde kamp, Ürgüp’te baca,
Sivas’ta Pir sultan, Horto’da Hoca,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Yozgat’ta sürmeli, Mardin’de kapı,
Gümüşhane’de köşk, İzmit’te yapı,
Karabük’te demir, Siirt’te tipi,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Diyarbakır’da sur, Hatay’da liman,
Tekirdağ’da rakı, Düzce’de zaman,
Sakarya destanı en güzel roman,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Aksaray’da vadi, Tokat’ta bağsın,
Ardahan’da sınır, Samsun’da çağsın,
Bayburt’ta geçisin, Bingöl’de dağsın,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Kütahya’da çini, Uşak’ta cıva,
Niğde’de halısın, Iğdır’da ova,
Malatya’da kaysı dertlere deva,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Kayseri’de mantı, Anamur’da muz,
Çorum’da leblebi, Koçhisar’da tuz,
Trabzon’da horon, Çankırı’da güz,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Osmaniye’de yaz, Manavgat’ta su,
Efes’te antik çağ, Perge’de duygu,
Bodrum sabahında mahmur bir uyku,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Muğla’da Gökova, Muş’ta yokuşsun,
Denizli tığında ipek nakışsın,
Çanakkale’de ki şanlı bakışsın,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.

Dağsın Kastamonu, Adıyaman’da,
Toplanmış suların göl olmuş Van’da,
Edirne’n bir yanda, Kars’ın bir yanda,
Anadolu’m, cennet yurdum, Türkiye’m.


 




0 Yorum - Yorum Yaz

BİR FOTOGRAFIN ANIMSATTIKLARI





Şair Dr. Salim Çelebi


Barış kenti Dikili ve festivallerine yönelik bu anısını ziyaretçilerimizle
paylaşan şairimiz Dr. Salim Çelebi'ye gönülden teşekkür ederiz!
kosektas.net


Festivaller ve Dikili


Programlı gösteri veya gündemli şenlik anlamına da gelen “Festival” ve tarihi, insanların tarihi ile aynı. Bir başka deyişle “festival,” insanların kendilerini; üretimde, teknolojide, sanatta… Keder ve mutlulukta; kitlesel olarak ifade edebilmelerinin farklı ve etkin bir yolu.

Diyarbakır, en iri karpuzu ve üretenini sergilerken; Hacıbektaş, ”incinsen de incitme” derken; Pir Sultan Abdal Şenliklerinde, kırka yakın insan yakılarak katledilirken; amaçlar hep aynı: İnsanların kendilerini ifade edebilmeleri.

Bu bağlamda, 1980’li yıllarda başlayan Dikili Festivalleri; dirilişin, uyanışın, canlanışın ve başkaldırının ifadesiydi.

Bir çığlıktı; duyacak kulaklar arayan…

Bir ışıktı; gözlerdeki korku perdelerini yıkan…

Bir arayıştı; 12 Eylül karanlığına rağmen dayanışmayı ilke edinen…

Bir sevdaydı; özünü insan sevgisi oluşturan…

Sevgili Yasemin’in (Yasemin Özbek, Dikili Belediye Hekimi) Sosyal Medyaya koyduğu (Face) o, çeyrek yüzyıl önceki, Dikili’nin ilk festivaline ait fotoğraf, neler anımsatmadı ki bana…

Dikili’nin ilk festivallerine; özgürlük, eşitlik ve dayanışmayı ilke edinen; emeğin yüceliği ve gelişmenin bütünlüğünü benimseyen; şovenizme, ırkçılığa ve savaşlara karşı duran ve mücadele eden tüm aydınlar katıldı hemen hemen. Dikili, çevre illerden gelen çağdaş ve demokrat insanların akınına uğradı. Özellikle de Ege Üniversitesi öğrencilerinin akınına. Neden uğramasın ki? Üniversiteli gençler, hem özgürleşme sürecini yaşıyorlardı hem de özgürlüğe açtılar.

Festivallerdeki etkinlikler, sivil polisler tarafından kameraya alınıyordu. Dikilideki kamu çalışanları, festivallere yeterince katılmadılar, katılamadılar. Bırakın festivallere katılmayı; birkaç istisna dışında, Osman’la (Osman Özgüven, Dikili Belediye Başkanı) alenen görüşmekten ve konuşmaktan kaçınanları bile vardı. (Bireylerin kendilerini koruma içgüdüsü!)

Seçilenlerin düzenlediği festivaller, atananlar tarafından denetime tabi idi. Bir tiyatro eseri sahneleneceği zaman; senaryo, ilin en büyük mülki idare amirine gönderiliyor, mülki amirin uygun bulmadığı sözcük ve cümleler çıkarıldıktan sonra sahnelenebiliyordu. (Devletin kendisini koruma içgüdüsü!)

O yıllardaki Dikili Kaymakamı benim arkadaşımdı. (Bir başka ilçede birlikte çalışmıştık.) Festivalde bir tiyatro etkinliği vardı. (Genco Erkal’ın veya bir başka sanatçının olabilir.) Dikili Sağlık Ocağındaki küçücük odamda; Osman, kaymakam ve ben buluştuk. Kaymakam, beraberinde getirdiği bir kitapçığı işaret ederek, “Vali göndermiş. Festivalde,  …’nın sunacağı tiyatronun senaryosu.” dedi. Osman’la, bazı sayfalarında bazı satırlarının altı çizilmiş olan senaryoya şaşkınlıkla bakakaldık… Kaymakam, altları çizilmiş olan sözcük ve cümlelerin senaryodan çıkartılması gerektiğini düşünüyordu. (Sahneden halka söylenmemesi gerektiğini.) Epeyce tartıştık ve sonuçta sakıncalı olarak algılanan bazı sözcük ve cümleleri sansürden kurtarabildik. Ne de olsa, kaymakam da bizimle aynı dünya görüşüne sahipti.

Sonuçta Osman, seçimi 1989 yılında bir daha kazandıktan sonra 2. dönem kazanamadı. Kaymakam, Dikiliden kaymakam olarak ayrıldıktan sonra; yıllarca hep vali muavini olarak görev yaptı. Benim için ise sürgün dönemleri başladı. (Korunmama içgüdüsü!)                  


Ekleme Tarihi: 2012-01-03, 16:13:20



0 Yorum - Yorum Yaz

 



Köyüm, güzel köyüm. Bağrında her bir rengi barındıran; ışıldayan, parlayan
inci parçası. Her bir şeyiyle zengin ve bereketli; maneviyat deryası. Ey
Anadolu'nun göbeğindeki eşsiz cevher, ey çocukluğumun
eskimeyen, tavsamayan esrar perdesi; seni
ve anılarını unutmak mümkün mü?
 --------------------------------------------------------------------------------------------------
Hayati Akdemir'e, çoğumuzun çocukluk yıllarından hatırlayacağı kimi
demşeklikleri anlatan bu şiiri için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net

Eve girerdik ayağımız çamurlu,
Anamız kovalardı eli hamurlu,
Olamazdık biraz olsun sabırlı,
Onun için yerdik her gün sopayı.

Çaldık sattık kümesin folunu,
İyi bilirdik dükkanların yolunu,
Bükemedik fakirliğin kolunu,
Onun için terketmiştik sılayı.

Yemek isterdik kalkmadan yemekten,
Olsun isterdik hem de iki ekmekten,
Usanırdık burnumuzu çekmekten,
Onun için kerme tutardı elimiz.

Düşe kalka büyürdük beşikten,
Ayağımız üşürdü kara lastikten,
Ağzımız yırtılırdı şimşir kaşıktan,
Onun için tam doymadı karnımız.

Püskülünü sigara sarardık mısırın,
Otururduk üzerinde örme hasırın,
Uykusu güzel olurdu sıcak tandırın,
Onun için yatardık her gün başında.

Seğertirken kayıp düşerdik eşekten,
İki günde usanır kalkardık döşekten,
Derlerdi inanmazdım zormuş gerçekten,
Onun için ağrır idi her yanımız.

Hacı Mustafa emler idi kolumu,
Görünce değiştirirdim yolumu,
Şimden sonra tutacağım dilimi,
Onun için serin kalsın içimiz.


Fol: Tavuğun belirli bir yere yumurtlaması için bırakılan yumurta veya yumurtayı andıran şey.

Demşek: Yaramaz, haşarı.

Seğertmek: Koşmak.


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ'NDEKİ KİMİ ANILARIM




Musa Kâzım Yalım


Hasanoğlan Köy Enstitüsü bana, köyümle olan sevgi bağımı koparmadan, hayatı ve hümanizmi öğretti!
Musa Kâzım Yalım

Musa Kazım Yalım, 1950-1951 öğretim yılı Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu.
Köy Enstitülerini kapatmanın ve Türk Milli Eğitim Tarihi‘ni karartmanın
gerisinde olan güçleri hiç affedemiyor.
Mehmet Erbil


Bu okullarımız sürseydi, eğitim kesintiye uğratılıp,  kapatılmasaydı ülkemiz bu sıkıntıları yaşamayacak, yetiştirilen üretici ve yaratıcı insanlarla hem eğitim düzeyi artacak hem de her zorluğu yenmeyi başaracaktık. Kişilikli bir eğitimle, kendimize özgü bu sistemle, kişilikli kuşaklar yetişecek, el açmadan, bel bükmeden, kimselere yanaşmadan, ülkemiz kalkınma aşamalarını başaracaktı. Çok yazık ettiler, çok...

Okulda ilk günlerimi hiç unutamam. Babamla birlikte Hasanoğlan'a geldik. Annem yoktu. Okumak zorundaydım. Babamla beni misafirhaneye götürüp ağırladılar. Ablalar bana yol gösterdi, okulu tanıttı. O kadar hoşuma gitmişti ki, güzel yataklar, üç öğün yemek vardı. Ben bunları köyde bulamazdım, bulma olanağım da yoktu. Köyde nerdeyse ayağımda çarık bile yoktu diyebilirim. Bu ortam, bu yakınlık beni okula bağladı. Zaten başka çarem de yoktu. Ben okuyacaktım.

Babam beni bırakıp gitti. Benimle gelen dayımın oğlu daha sonra dayanamayıp okuldan ayrlıp köye döndü. Ben devam ettim. Mutluydum... Okulun çalışma düzeni, derslerde aldığım bilgiler beni buraya bağladı. Örneğin, kürenin hacmini ölçmek için öğretmenin sınıfta bir karpuzu ortadan kesip, çevresine ip dolaması  basit ölçüm yöntemini göstermesini hala unutamam.

Hele bağ çubuklarını dikip, numara verek, her öğrenciye bakım için yanlarına diktiği plakalarla bu çubukların bakımının yapılması anlatılmaz. 1000 kök bağ çubuğu vardı. Numaralara göre bağ çubukları tek tek kotrol edilirdi.  Öğrenciler bu kontrollere göre notlar alır, çubuklardan hangi gübre ile ne kadar verim alınacağı kayıt altına alınırdı. Böylece bulunan kayıtlara göre çubukların verimi o gübre ile artırılırdı.

Tarım öğretmenimiz İzzet Palamar bu titizlik ve düzen içinde bizlere ciddi çalışmalar yaptırdı. Numaralara göre tek tek çubuklar kontrol edilir, notlar ve öneriler hazırlanırdı. Her öğrenci titizlikle kendi bakımında olan asmaları izler, çalışmalarını yürütürdü.

80 KİŞİLİK ORKESTRAMIZ

Müzik eğilimi olan 80 kişi belilenerek, bir mandolin orkestrası oluşturuldu.  Müzik öğretmenimiz Mehmet Öztekin'di. Çalışmalar ilerleyince, oluşan bu orkestra ile konserler vermeye başladık. Orkestra elemanlarından biri de bendim. Konserde öğrendiğimiz çeşitli parçaları çaldık. Bizi dinleyenler arasında opera sanatçısı birisi de varmış, bizi çok beğenmiş. Daha sonra bu sanatçı ile çok seslilik üzerine çokça konuşarak, tartışmalar yaptık. Çok sesli Türk müziği üzerinde ağırlıklı duruldu. Benim çok ilgimi çekiyordu. Sonraları bu sanatçının çok sesli Türk müziği çalışmaları oldu. Ne var ki, bazı tepkiler almaya başlayınca, çok sesli müzik çalışmalarından vazgeçtiğini öğrendik. O günlerde o tartışmaları sıık sık anımsar, çok sesli müziğin yapılmasının gerektiğini hep düşünürdüm.

Söyleşi - Mehmet Erbil


Ekleme Tarihi: 2011-01-01, 10:13:27



0 Yorum - Yorum Yaz
www.kosektas.netEARTH HOUR 2012 (DÜNYA SAATİ 2012) - HER YIL MART AYININ SON CUMARTESİ AKŞAMI IŞIKLAR DÜNYA SAATİ İÇİN BİR SAATLİĞİNE KAPATILIYOR. BU EYLEM BU YIL 31 MART CUMARTESİ GÜNÜ SAAT 20:30 – 21:30 ARASINDA GERÇEKLEŞECEK. DÜNYA DOĞAL YAŞAMI KORUMA VAKFI WWF (WORLD WILDLIFE FUND) GEZEGENİMİZİN KÖTÜ GİDİŞATINI DURDURMAK ADINA HERKESİ BU EYLEME KATILAMYA ÇAĞIRIYOR!

Tek başıma ne yapabilirim ki demeyin, değişime ortak olun!

 

Dünya Saati 2012 Tanıtım Videosu Videodaki Türkçe alt yazıyı, videonun alt kısmında bulunan cc tuşu üzerinden ulaşabileceğiniz dil seçenek listesinden Türkçe'yi seçerek etkinleştirebilirsiniz.

kosektas.net



XXXXXXXXXXXXXXXXXX




0 Yorum - Yorum Yaz


 ALTAN YÜKSEL

YAKINDA KOSEKTAS.NET'TE






 




0 Yorum - Yorum Yaz

SITKI AKDOĞAN
YAKINDA KOSEKTAS.NET'TE



Sıtkı, köyümüzün ayrı bir rengiydi, büyük küçük herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Sokakta, kahvede, bakkalda,  nerede olursa olsun, odak noktası o olurdu ve herkes bir şekilde onunla diyalog kurmak isterdi. 

Zeki ve hazır cevaptı, yeri geldiğinde, lafı gediğine koyardı! 

Kimi zaman, gelecekle ilgili, kimi tasavvur ve tasarlamalar yapardı:

Öldüklerinde mezara, soldan sağa: 

“Pot”, “Best”, “Sıtkı” ve “Amina” sırayla konacaklardır; “Amina”nın sol yanı boş kalacaktır!”

Sıtkı bu sıralamayı elinin ayasına çizerek gösterirdi.

Köşektaş’ın olmazsa olmazı Sıtkı’yı minnet ve özlemle anıyorum!




0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz


♣♣♣ Muzaffer ağabeyi kaybetmiş olmanın üzüntüsü içerisindeyiz! ♣♣♣

İstanbul 20. Noteri Muzaffer Şen (Paşa)'in 7 Aralık 2011 Çarşamba günü sabah saat sekiz sularında hayatını kaybetmiş olduğunu büyük bir üzüntü
ile öğrenmiş bulunmaktayız. Kendisine ebedi istirahat, kederli
eşine, çocuklarına ve yakınlarına baş sağlığı dileriz!
kosektas.net
  
Muzaffer Şen
1946 - 7 Aralık 2011 İstanbul
Saygıyla Anıyoruz!

Muzaffer Şen Kimdi?

1946 yılında Köşektaş'ta doğan Muzaffer Şen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 1971 yılında mezun olduktan sonra, Kozaklı Noteri olarak çalışmaya başladığı 1978 yılının Ağustos ayına dek, avukat olarak çalıştı. İzleyen yıllarda, Kırşehir ikinci ve İstanbul yirmi dokuzuncu Noterliklerinde görev yapan Muzaffer Şen, 01.11.1995 tarihinden itibaren, emekli olasıya dek, Bakırköy yirminci Noterliği görevini yürüttü. Her nerede olusa olsun sayılan, sevilen, yurtseverliği ve yardımseverliği ile tanınan Muzaffer Şen, evli ve üç çocuk babasıydı. Muzaffer Şen'in naaşı, 08 Aralık 2011 Perşembe günü Köşektaş'ta defnedildi. Işığı ve toprağı bol olsun!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası




 Öğretmen Suzan Şen Şeref'in, yaklaşık yedi hafta önce kaybettiği
ağabeyi Muzaffer Şen için yazmış olduğu iç koparan dizeler.
AĞABEYİM

I

II
 III

Sana Nalen tapıyordu
Gözlerine bakıyordu
Yalnız koydun bizi ağabey
Senle hayat akıyordu.

Meğer hayat yalanmış
Umutlarım hayal oldu
Zaman uzun, ömür kısa
Ağabeyime doyamadım.

Felek bize ters bakıyor
Fani dünya can yakıyor
Ebediyen gittin ağabeyim
Rahat uyu sen yatıyorsun.

Ceren kızı hep sorardı
Onunla gurur duyardı
Dayısını unutmasın
Onun yolunda yürüsün.

Sana yakın olacağız
Mezarına varacağız
Hallerini sorup ağabey
Sana saygı duyacağız.

Kırkı geldi okunacak
Eşler dostlar toplanacak
Herkes onu öve öve
Dualarla anılacak.

Yalnız kaldım şiir yazdım
Bacılarımı çok üzdüm
Serap resmini yaptırmış
Gördüğümde seni buldum.

Nalen bacın hiç duramaz
Seni yanında bulamaz
Sana olan acısını
Yıllar geçse hiç silemez.

Nedim, Buse seni bekler
Günlerine keder ekler
Senin yollarına bakar
Gözlerinden yaşlar akar.

İstanbul’un yolu uzak
Felek kurdu bize tuzak
Anam oğlu çok özledim
Gelemen yolların uzak.

Yaptığın iş hiç olmadı
Boşlukların hiç dolmadı
Yattığın yerler nur olsun
Rahat uyu sen ölmedin.

Yengem boşluğa bakıyor
Gözünden yaşlar akıyor
Sensiz yalnız yapamıyor
Senin yoluna bakıyor.

Köye gelir hiç duramaz
Seni yanında bulamaz
Kalbi senin için çarpar
Yürür yolları bulamaz.

Funda harçlığını verdi
Dayın seni çok severdi
Dayın yanına gelince
Hizmetini iyi gördün.

Arkadaşları çok üzüldü
Gözlerinden yaşlar süzüldü
Uzun yıllar dostlukları
Bir anda yasa büründü.

Sıra sıra geldi haber
Bizleri aldı bir keder
Hangisine biz yanalım
Üstüne geldi bu haber.

Elif Naz'ı dayın sorar
Bebek alır ona yollar
Hüseyin'im sen unutma
Annen dayım diye ağlar.

İstanbul’a geldim ağabeyim
Bomboş hayal kurdum ağabeyim
Hayallerim uçup gitti
Sensiz yalnız kaldım ağabeyim.

Yaşlılara ilaç oldun
Öksüzlere kanat gerdin
Seni dostlar anlatıyor
İnsanlara örnek oldun.

Gönlümüz seni arıyor
Kalbimiz sensiz olmuyor
Gece gündüz aklımdasın
Sensiz hayat kan ağlıyor.

Dünya durdu kuşlar uçmaz
Gelen giden halini sormaz
Seni gözlerimiz arar
Gitti giden geri gelmez.

Rüstem amcam seni sorar
Söylenmedi içi yanar
Köşektaş’a geldiğinde
Odasında onu arar.

Nalen bacım ona bakar
Hizmetini güzel yapar
Onun halini görünce
İçine sızılar akar.

Kardeşler hep bir olalım
Biz Paşamıza yanalım
Dostları onu sorarsa
Biz onun yerini alalım.

Odann bomboş bulamadım
Muradına eremedin
Çocukların seni bekler
Sesini hiç duyamadım.

Serkan uzaklardan geldi
Esen selamını saldı
Elif Naz’ım doğduğunda
Ona hediyeler aldı.

Bugün bir ay oldu ağabey
İçimizden ayrılalı
Eş dost bütün seni bekler
Sonsuzlukta kaldın ağabeyim.

Anam Paşam diye sevdi
Hastalığın ümit verdi
Canım benim, ah ağabeyim
Son sözlerin bana oldu.

Akşam oldu, güneş battı
Yüreğime acı kattı
Biz sensiz yapamıyoruz
Sonsuzluğa bizi attı.

Şen ailesi hep yıkıldı
Herkesin boynu büküldü
Gitti gelmez benim Paşam
Yaşanır mı sensiz yaşam.

Saniye'm hizmetini gördü
Nilüfer'e kanat gerdi
Amcan size hep güvendi
Sizi gördü mutlu oldu.

Amcanızı hiç üzmediniz
Yollarını gözlediniz
Üzüntüleriniz acı
İçinizde gizlediniz.

Gelin dostlar, bize gelin
Ağabeyime haber salın
Nevcihan'a doyamadı
Ona gitti öyle sanın.

Köşektaş‘ta doğdu Paşa
Komşuları boğdu yasa
Ağabeyim bir ateş gibi
Gönüllere oldu maşa.

Resimleri dizi dizi
İçimize verdi sızı
Elim tutmaz, gözüm görmez
Yalnızım ben yüzüm gülmez
Paşa'm gitti geri gelmez.

Köşektaş'a haber gitti
Çevre köyler matem tuttu
Dostlar bir bir gelip gitti
Yakışır mı böyle haber
Bacıların durmaz ağlar.
 



PAŞA MUZAFFER ŞEN‘E

 Cemil Gören

Mehmet Kaali soyundan gelir soyun
Herikli Aşireti‘ndendir boyun
Alemler bilir Köşektaş‘tır köyün
Soyunun aynasıydı MUZAFFER ŞEN!

Okuyup yazdın avukat olduydun
Aşkı insanı sevmekte bulduydun
Gönüllere sevgi olup dolduydun
Gönüller ağasıydı MUZAFFER ŞEN!

Gayrı kavuştu kızı Nevcihan‘a
Kabrini kazdırdı onun yanına
İz bıraktın dünya denen bu ‚han‘a
İnsanlığın hasıydı MUZAFFER ŞEN!

Kainata hizmetti ilk emelin
Seni kurtarır var olan amelin
Gerçekte olmuştur çoğu hayalin
Herkesin rüyasıydı MUZAFFER ŞEN.!

Böyle mi severmiş Tanrı kulunu
Kimler omuzlamadı ki salını
Kabristana yönelttiler yolunu
Dostluklar mayasıydı MUZAFFER ŞEN.!

Dur denmiyor gözlerden akan yaş‘a
Derin acılar verdin Köşektaş‘a
Adın Muzaffer Şen namın Paşa
Vicdanın ustasıydın MUZAFFER ŞEN!

Mazlumlar aşkına alemler gezdim
Kötüler adına canımdan bezdim
Cemilim iyiler namına yazdım
Ölçümün kıstasıydın MUZAFFER ŞEN!

 

Köyümün yetiştirdiği ender insanlardan avukat Muzaffer Şen‘e hitabımdır!

Cemil Gören 



 
Celalettin ÖLGÜN
Fransız yazar Jules Romains “Bir insan ölünce, eğer onun yaşantısından, sözlerinden hala konuşuluyorsa hemen ölmez. Ölümünden elli, yüz yıl sonra bile hakkında konuluyorsa, o yaşıyor, aramızdadır demektir. Yaşamında söz ve hareketleriyle iz bırakmayanlar, ölümüyle aramızdan ayrılır!”  sözü her zaman ve her yerde geçerli sanırım.

Aramızdan ayrılan Muzaffer Şen de alçak gönüllüğü, kadirşinaslığı, yardımseverliliği ile hep anılacak, anıldıkça da aramızda yaşayacağına inanıyorum.

Allah rahmet etsin. Kalan yakınlarına başsağlığı diliyorum!
 
Celalettin ÖLGÜN



Yaşam Bir İçim Su Kadar

Hüseyin Seyfi

“Bilmem, geceleri hiç otobüsle Ankara Kayseri Karayolunda seyahat etme imkanınız oldu mu? Yolculuğunuz zifiri karanlıkta olsun, ay ışığında olsun Kırşehir’den sonra tespih taneleri gibi sağa sola serpiştirilmiş köyler görürsünüz yol üstünde dizi dizi. Pırıl pırıl yanarlar. Bu köylerde vatanına yüksek bir sadakatle bağlı insanlar ve onların arasında dürüst politikacılar görürsünüz. Okumuş, aydın, ufku geniş insanlar. Ne devrimciler, ne ülkücüler yetişmiştir bu geniş düzlüklerden.”

 

Bu köylerden biri de geniş bir tepe üstüne kurulmuş, “Kayseri 80 km” yazan levhanın sağ yanından ana yola dört kilometre uzaklıkta yer alan Köşektaş köyüdür.

Köyün özelliği okumuş aydın insanının çokluğudur. Hemen hemen Türkiye’nin her yanında öğretmeni bulunur bu köyün. Köy Enstitülerine ilk öğrenciler kızlı erkekli bu köyden gitmiştir. İlk gurbetçiler Almanya’ya bu köyden çıkmıştır yola. Hukukçular, siyasetçiler, doktorlar bu köyden yetişmiştir. 

Kırk-elli yıldır, eğitimden - tahsilden kaynaklanan bir göç vardır bu köyde ve bu yüzden nüfus çok azalmıştır. Ama yaz tatillerinde dolar taşar özlemle köyüne koşanlarla. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, her Köşektaşlı tutkuyla bağlıdır köyüne.

Ortalama insan ömrü, bilinen çoğu canlı türünden uzun. Belki de insan düşünebilen bir varlık ya da canlı olduğundan ömrünü çok kısa görüyor.

Günümüzde seksenine varmamış bir ömre artık “erken” gözü ile bakılıyor.

Zaman ne çabuk geçiyor, yıllar belli bir yaştan sonra durmak bilmiyor, sanki saat kadranı üstünde dönen bir yelkovan.

Çalışıyor, çalışıyorsunuz, “bitti artık, şimdi de dinlenme zamanı” diyorsunuz, kara bir şanssızlık yakanıza yapışıyor bazen.

Yaşama doyum olmuyor, yaşam dediğin ne? Bir yudum su.

Osman Seyfi, Mehmet Polat, Muzaffer Şen ve komşu Avuç köyünden A. Kadir Baş, dört hukukçu, elli yıldan fazla süren arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin ardından, yağmurlu, ama soğuk sayılmayan bir kış gününde Köşektaş’ta buluştular. Üçünün son buluşmasıydı Muzaffer Şen’le. Buluşma bir veda idi sonsuzluğa açılan, acı bir veda. Beni çok etkileyen bu üç arkadaşın Muzaffer Şen’le vedasıydı.

Her biri tespih tanesi gibi dizili köylerden gelen kalabalık, köyüne büyük bir tutku ile bağlı Muzeffer Şen’e güle güle dedi.

Toprağın bol, mekanın cennet olsun diyoruz sevgili Muzaffer Şen Ağabey.

08. Aralık. 2011-Perşembe

Hüseyin Seyfi


 









 




0 Yorum - Yorum Yaz
1984 yılında fotoğraf sanatçısı Mehmet Ünal’ın çekmiş olduğu bu fotograf, Almanya'nın Mainz kentindeki Frankfurter Hof adlı mekanda „Almanya’ya Göçün 50. Yılı“ adı altında gerçekleştirilmekte olan fotograf sergisinde sergilenmektedir. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası



0 Yorum - Yorum Yaz
BİR ARAŞTIRMA VE SONUÇLARI

 


Ülkemizde, özellikle son yıllarda, din eğitimi insanlara sadece, „ahret için yaşama“ inanç ve düşüncesi şeklinde verilerek toplum derin ve sürekli bir mistiklik ve uyuşukluk içine itilmekte ve bununla birlikte hurafelerde artışlar gözlenmektedir.


İNANÇLAR


İnsanoğlunun varoluşundan bu yana, üstün ve güçlü saydığı bir şeylere inandığı sanılmaktadır.

İlk insanlarla ilgili elde yazılı kayıtlı belge olmadığından çizilen mağara resimlerinden inançları ve inandıkları güçler tahmin edilmektedir.

Daha sonraları, günümüzden yaklaşık 5000- 7000 yıl öncesine ait belge ve buluntular netleşip yazıların dilleri çözüldükçe inançları daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır.

İnsan gelişimi içinde, doğa üstü güçlerin varlığını kabul etmiş, felaket ve iyiliklerin bu güçler tarafından meydana getirildiğine inanmıştır. Yağışları, fırtınaları, depremleri, savaşları, kuraklıkları Tanrılara havale etmiş onlardan medet ummuştur. Gök tanrısı, yer tanrısı, güneş tanrısı insanın kafasında ayrı ayrı betimlenerek yer almıştır.

İnsan, doğal felaketin zararlarından korunmak için kendine göre kurbanlar vermiş, dualar etmiş, bazen de doğa üstü güçler için savaşmıştır. Babil, Hitit, Mısır gibi uygarlıklardan elde edilen bulgular böyle kaynaklarla doludur.

İnanç türünün çokluğundan olacak Anadolu’ya, “Bin Tanrılı Anadolu” adı boş yere verilmemiştir.

Kitaplı dinler ortaya çıkınca; inançlar, belli bir disiplin altına girmiş fakat daha sonra dinler arası rekabet yüzünden iş, taraftar kazanmaya dönüşmüş, bu durum günümüze kadar süregelmiştir.

İnanışların temel felsefesinde insan yaşamının düzene sokulması vardır. İnsan yaşamındaki bu düzen, çoğu zaman ahlak olarak adlandırılır.

Ahlak ve ibadet dinin iki temel direği olarak görülür.

Sosyal ve kültürel değişim içine giren toplumlarda ahlak anlayışı ve tanımı değişirken bir yandan da bu değişikliğin getirdiği davranışlardan şikayet edildiği de bir gerçek olarak karşımıza çıkar.

“Ahlak” her ne kadar toplumdan topluma değişiyor olarak bilinse de, dürüstlük, iyilik, doğruluk gibi kavramlar ve bu kavramların gerektirdiği davranışlar her toplumda “ahlak” tanımı içindedir.

Hırsızlık, yalan, rüşvet, iltimas gibi davranışlar “ahlaksızlık” olarak nitelenir

Din açısından ahlak, belki de yanlış anlama sonucunda hep ikinci plandadır. Birinci planda ise ibadet vardır.

Ülkemizde, özellikle son yıllarda, din eğitimi insanlara sadece, „ahret için yaşama“ inanç ve düşüncesi şeklinde verilerek toplum derin ve sürekli bir mistiklik ve uyuşukluk içine itilmekte ve bununla birlikte hurafelerde artışlar gözlenmektedir.

Kitle iletişim araçlarının bu kadar geliştiği ve eğitimin yaygınlaştığı günümüzde şu araştırma düşündürücüdür;

“Din ve Ahlak İlişkisine Sosyolojik Bir Yaklaşım” konulu, ve “Felsefe, Din Bilimleri Anabilim Dalı, Din Sosyolojisi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi” ile kapsamlı bir alan araştırması yapan, Din Kültürü ve Ahlak Dersleri öğretmeni Harun Süslü araştırmasında katılımcılara, “Bu dünyada rahat olmanın hiçbir değeri yoktur. Asıl öbür dünyada rahat olmaya bakımalıdır, yargısına katılıyor musunuz?” sorusunu yöneltince, katılımcıların büyük bir çoğunluğu; bu dünya hayatının değersiz, geçici ve yalan olacağı şeklinde görüşlerini açıklamışlar ve böyle düşünenlerin oranı ise, % 77, 1 olmuştur. (Tablo, 27)

Ankete katılanların tahsil durumları: %7’si okur yazar değil, %27’si İlkokul, %17’si Orta okul, %35’i lise ve %19’u Üniversitedir.

Yüksek lisans tezi için hazırlanan ve kabul edilen araştırmanın bu bölümü oldukça dikkat çekici.



Ekleme Tarihi: 2011-09-05, 21:07:41



0 Yorum - Yorum Yaz

KÖŞEKTAŞ HİKAYELERİ

 
Köşektaş'ta altına bakmadık taş bırakmadık!


Yazıya yansıtılan hikayelerin eğlendirici niteliği yanında bir de bilgilendirici gücü olduğu herkesçe bilinen ve tartışma kaldırmaz bir gerçek. Aracı da amacı da Köşektaş ve Köşektaşlılar olan Celalettin Ölgün hikayeleri, gerek yazım biçimiyle, gerek anlatım tarzıyla, gözlerimizi kendi öz benliğimize çevirmemizi, kendi kendimizle buluşmamızı sağlayan en kısa yoldur! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

KÜÇÇÜL YEZİT, KÜÇÇÜL


Köyümüzün Hacıbektaş’a bağlı bir köy olması aslında köyümüz ve köylümüzün övünç duyması, gururlanması için bir neden. Hacıbektaş için de Köşektaş gibi bir köyü olması övünç ve gurur nedenidir. İnanç bakımından iki ayrı dinsel mezheplere ayrılsalar da, halkın bu ayrımı aşacak kadar bilinçli ve duyarlı olması, Hacıbektaş ile Köşektaş halkını birbirine kız alıp verecek kadar yakınlaştırmış, çok iyi dostluklar kurulmmasına neden olmuştur.  
          
Yılın birinde; bağlarda üzüm bol olmuş. Bol bol yendiği, pekmez yapıldığı gibi çokça da kurutulmuş. İki emmi oğlu olduklarından olsa gerek, Cızzık ile Memmidi, iki eşeğe ikişer “Haa” üzüm yükleyip, aşağı köylere satmaya gitmişler. Bu köy, şu köy derken, yolları Boğazlıyan’dan ötedeki Bektaşi köyü Bahadın’a dayanmış. Uyanıklık yaparak, kendilerini Alevi, Bektaşi  göstererek, günlerdir köy köy gezdirip satamadıkları ya da buğday veya arpayla değiştiremedikleri kuru üzümleri ellerinden çıkarırlar umudundaymışlar. O yıllarda her köyde olan, köye gelen konukların konaklayabilecekleri köy odasında çok iyi bir şekilde ağırlanıp, “görapa” alınmışlar.
Akşam yemeğinden sonra; bizimkilerin gerçekten Alevi olmadıklarını anlayan Bahadınlılar; kendi yöntemlerince, aslında şakadan, sınava çekmişler.  
 
Bahadınlı birisi Cızzığa; “Kuşlar içinde nesin?” diye bir soru yöneltmiş.  Allah, Allah! Ne dese? Kuşların en gösterişlisi kartal. O halde ben de kartal olayım, diye düşünüp, “Kartalım!” demiş.  
 
Sınavı geçemedi.  
 
Köylüler; “Vurun şu yezide” diye ayağa kalkınca, Cızzık korkuyla telaşlanıp; “Durun, durun! Yanlış söyledim! Serçeyim!” demiş. 
 
Sınavı yine geçemedi.
 
Bunun üzerine Bahadınlılar; “Küççül yezit, küççül!” diye Cızzığı dövmeye yeltenmişler.
Bu arada Memmidi, “Durun! Aslında biz Alevi, Bektaşi değiliz. Üzümleri satalım diye yalan söyledik, ama beceremedik. Hacıbektaş’ın Köşektaş köyündeniz, sünniyiz!” diye ortalığı yatıştırmış.  
 
Köylüler, “Ha! şöyle, yola gelin! Yalan söylediğinizi anlamıştık!” demişler. Sabahleyin üzümlerini kendi aralarında bölüşüp paralarını vererek yolcu etmişler.
Cızzık: Mehmet Şeref  Ölümü ?
Memmidi: Mehmet Şeref  Ölümü ?

Ekleme Tarihi: 2011-08-30, 13:32:44



0 Yorum - Yorum Yaz

www.kosektas.net


Şayet yukarıdaki videoda Türkçe altyazı göremiyorsanız, sağ alt köşedeki "Share"
düğmesine bir kez tıkladıktan sonra açılacak pencerenin alt kısmında
bulunan dil seçenek listesinden "Turkish" seçeneğine tıklayarak
altyazıyı etkinleştirebilirsiniz.


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

HUZURSUZ RUH

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...




Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

 

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

 

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

 

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

 

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar... şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek.... budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.


Ekleme Tarihi: 2011-08-22, 21:09:40




0 Yorum - Yorum Yaz

Köşektaşlı Şair Dr. Salim Çelebi`den Bir Ödül Daha!

Köprüler Yıkılsa da Kıyılar Kalır

“Köprüler Yıkılsa da Kıyılar Kalır” adlı bu şiiriyle Mersin Yenice 8. Barış ve Kültür Festivali etkinlikleri kapsamında düzenlenen “UMUT” konulu Şiir Yarışması`nda üçüncülük ödülü etmiş olan şairimizi bu başarısından ötürü tebrik ediyor, başarılarının devamını bekliyoruz! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Bulutta yağmurdur, ağaçta filiz
Tarlada yeşeren başaktır umut;
Görünüşte farklı temelde biriz
Karanlığı kovan şafaktır umut.

“Varolmak” yaşamın temel amacı
Yasla anlam bulur çekilen acı;
Uzakta arama keskin ilacı
Tüm dertlere deva, kaynaktır umut.

Kimsesiz çocuğun gür saçlarında
Bazen bir yaşlının avuçlarında;
Çiçek açar bazen dil uçlarında
Öfkeye gem vuran duraktır umut.

İnsan sevgisiyle bezenmiş amaç
Çağırırsa şayet yüreğini aç;
Yaşayan her türe eşit ve anaç
Davranıp sır katan topraktır umut.

Köprü yıkılsa da kıyılar kalır
Silinse sözcükler sayılar kalır;
Keşkeler zamana boşa yalvarır
Gerekirse bazen susmaktır umut.

Gelecek sayfadır söken her şafak
Moralini bozma, ileriye bak;
Düşlersen hedefe varırsın ancak
Karla kaplı dağda kızaktır umut.

Daha başındaysan henüz yokuşun
Güven yaratmalı dimdik duruşun;
Boş yere uğraşma işlemez kurşun
Ötekini özde duymaktır umut.

Dillense yaşanan tüm hatıralar
Söyler misin önce sana ne sorar?
Kara Kum çölünde bir ulu çınar
Yeşile can veren yapraktır umut.

Korkuya ket vurur, paniğe dur der
Kurgula hayatı, yeniden kur der;
Bulununca gerçek bozulur ezber
Keder ve kadere uzaktır umut.

Kara gün beklemez, yel gibi geçer
Çoğaltır yokları sel gibi geçer;
Yeni bir yaşamı mecburen seçer
Sansüre sığmayan son haktır umut.


 




0 Yorum - Yorum Yaz
CELAL HOCA`DAN BİR BAŞKA TADIMLIK

ÇÜKLÜMAN ALİ



Kimi öyküler çok sık okunduğunda ya da dinlendiğinde,
insanda bir bıkkınlık yaratır; kimileri ise
şiddetli etkiler, derin izler bırakır!
 kosektas.net

Bazı aileler vardır, soykütüğü çok eskilere dayanır, bazısında da bir yerde noktalanır; “Ocağı söndü” nün anlamı budur. 

Çüklüman Ali imiş adamın adı. Anlatılanlara göre o yıllarda yün, deri tüccarlığı yaparak zengin olmuş. Sulanmak üzere ahırdan bırakılan büyükbaş hayvanların bir kısmı daha ahırda iken bir kısmı Göllüpınar Çeşmesine varırmış. Tarla, bağ, bahçe, altını, parası da  herkesten çok bilinir, kapısında sayısız çiftçi, çoban  barındırırmış.

Üç erkek evlat yetiştirip üçünü de evlendirmiş. Balkan Savaşı’nda biri kalmış, künyesi gelmiş. Ardından seferberlikte (I. Dünya Savaşı) sırasıyla diğer çocukları da askere alınmış. Ortanca oğul, Yusuf, Yemen’in çöl sıcağın da mı, Sarıkamış’ın donduran  soğuğunda mı, Çanakkale'de mi, yoksa Romanya’da ki Galiçya'da mı, şehit olmuş, gelememiş. Sadece en küçükleri Hasan, dönebilmiş. Hasan dönebilmiş ama, sanki canlı bir ölü gibiymiş. İnce hastalık (Verem), sıtma Hasan’ı yemiş bitirmiş. Çok yaşamamış, o da ölmüş. Gelinin birisi Kızılağıllıymış baba evine gitmiş. Diğer gelin, üzüntüsünden koca evinde ölmüş. Küçük gelin Elif, bir süre kalmış kalmasına ama değerli, değersiz evden çok mal  kaçırıp,  Ali Osman’la evlenmiş.

Ocak sönmesin, hane batmasın diye düşünenler, ilk başta da karısı, geçkin yaşına karşın, Çüklüman Ali’yi genç bir kadınla evlendirmişler. Bu evlilikten bir oğlan çocuğu olmuş ama, talanı bekleyen akrabalar, komşular bu çocuğa yaşama şansı vermemişler. Çocuk yatağında ölü bulunmuş. Çocuğun anası da evi terketmiş. Bu arada Çüklüman Ali de ölmüş.

Ortada serseme dönmüş, yanına geleni tanıyamayan, söyleneni anlamayan, yaşama küsmüş, hastalıklı, yaşlı bir koca karı kalmış. Öyle ki, komşusu Esme, yanında koca bir bulgur çuvalını, Kadın, koca bulgur kazanını sırtlayıp götürürlerken bile tepki gösterememiş. Derler ki; kısa bir zaman içinde hem akrabaları, hem komşuları zavallı kocakarı’yı yiyecek ekmeğe, altına serecek bir parça çula muhtaç ettiler.

Bu denli acı ve vefasızlığa yaşlı bir insan ne kadar dayanabilir ki?

Elif, kocasının adını oğlunda yaşatmış.


Ali Osman: Ali Osman Dündar. Ölümü: 1959.

Esme: Esme Taşçı. Ölümü: 1958.

Kadın: Kadın Özdoğan. Ölümü: 1964.




0 Yorum - Yorum Yaz

 

ALMANYA'DAKİ TÜRK KÖKENLİ TOPLUM ÜZERİNE

LÜTFULLAH ÇETİN

 


Eğer bir kimse, içinde yaşadığı toplumun konuştuğu dili düzgün bir şekilde konuşamıyorsa, o kimse, ne başkalarıyla tanışabilir, ne kaynaşabilir, ne de başkaları tarafından ciddiye alınır. Hele yaşadığı bölgede çıkan yerel bir gazeteyi, haftada, ayda veya yılda bir gün olsun satın alıp okumaz, yakın çevresindeki olup bitenlerden bihaber yaşarsa, yaşadığı bölgenin hava durumunu değil de, 3000 km uzağındaki Türkiye’nin hava durumunu merak ederse, Almanya‘daki yaşama da, insanlara da yabancı kalır!


a.aLaL

Almanya’ya geldiğim 1980 yılından beri, Almanya’daki Türk kökenli toplumun gelenek ve kültürel özellikleri kadar, inançları da yoğun tartışmalara konu olur. Kimi iyi dostluk örneklerinin yanısıra, geçmişe dayanan onca iyi ilişkilere, yıllardır birlikte sürdürülen yaşama rağmen, iki ülke insanları arasında, kimi istisnalar dışında, gözle görülür bir kaynaşma olmadığı söylenegelir durur.

Aslında burada yaşanan sorunlar, Türkiye’nin herhangi bir ilinde yaşanan sorunlardan pek farklı değil. Ancak buradaki sorunlara daha karamsar yaklaşılmakta, her şey olduğundan daha farklı yansıtılmakta.

Anadolu insanıyla, Alman halkının birbirleriyle kaynaşmalarının mümkün olmayacağını bilebilmek için, sosyolog olmaya bile gerek yok. Ama ne yazık ki göçün başladığı yıllarda, o zamanki Alman hükümeti ucuz emek, Türk hükümeti de döviz istediğinden, bunu akıllarının ucundan bile geçirmemişler. Açıkçası her iki ülke hükümeti de, bu insanları çıkarları uğruna kullanmışlar. Büyük işçi akınını başlatmadan önce, sosyal görgü, eğitim farkı ve inanç ayrılıkları olan bu insanların, bir araya geldiklerinde ne gibi sorunlarla karşılaşabilecekleri konusunda bir araştırma yaptırsalar ve gerekli önlemleri alsalardı, belki sorunlar bu boyutta olmaz, Türk şiirinin devi Hasan Hüseyin Korkmazgil de aşağıdaki dizeleri yazma gereği duymazdı.


Almanlar, sevgili kardeşlerim, bakın!
Goethe diyorum,
Wagner, Schiller, Schopenhauer!
Darwin’i tanıyorum,
Kant’ı, Nietzsche’yi, Spinoza’yı...
Beethoven sizin değil,
bizim sanki...
Brecht de öyle,
Thomas Man da...
Sanki bizim oraların adamı;
Hegel'iniz, Engels'iniz, Marks'ınız...
Sömürseniz, sıksanız da,
surat asıp kaş yıksanız da,
daha kötü değilsiniz,
inanın bana,
daha düşman değilsiniz,
beni size bir pula satanlardan!

Telafisi imkansız bu yanlışların faturasını birinci kuşak göçmenler çok acı bir şekilde ödediler, bir kısım ikinci kuşak göçmenler ise hâlâ ödemekteler. Kendilerini din ve Allah adına otorite sanan parazitlerin pençesine düşen çoğu birinci ve ikinci kuşak göçmenler, zor şartlar altında kazandıkları paralarını kaptırdıkları gibi, Alman kamuoyunda uyum eksenli tartışmaların içine de sürüklendiler.

İnanç ve kökenleri farklı insanlar arasındaki sıkça karşılaşılan önyargılar, ayrışmanın en önemli sebebi kuşkusuz. Bu ayrışmanın önü ancak karşılıklı tanışma, diyalog ve anlayış ile alınabilir. Karşılıklı tanışma, anlaşma ve kaynaşma ise ancak dil ve sosyallik ile mümkün olabilir!

Tüm bunlar bir tarafa, birlikte yaşamanın getirdiği avantajlar sayısız ve sınırsız Almanya‘da. Önceki kuşakların yaşamlarını zehir zıkkım eden saplantı ve şartlanmalara boyun eğmeyen, vaktiyle yaşanmış olumsuzluklara gülüp geçen, vasıflı ve donanımlı yepyeni bir kuşak yetişti. Gerek bu yeni kuşağın çalışma ve sanat alanlarında yarattığı yeni imaj, gerekse son birkaç yıldan beri Türkçe edebiyat ürünlerinin çeviri yoluyla Almanca’ya kazandırılıyor olması, önyargıları gözle görülür bir şekilde ortadan kaldırmakta. Bu bir anlamda, çok okuyan bir toplum için, ki Alman toplumu çok okuyan bireylerden oluşan bir toplum, yazılı, görsel ve düzgün anlatımın, başka kültürlerin anlaşılmasını kolay kılan, önyargıların giderilmesini sağlayan en verimli kanal olduğunu gösteriyor.


Ekleme Tarihi: 2011-08-09, 21:26:43

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü

Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde verilen ve Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü, bu yıl Şahkulu Sultan Vakfı Başkanı Mehmet Çamur'a verilecek.

Haber:



Nevşehir- Hacıbektaş Belediyesi'nden alınan bilgiye göre, bu yıl ulusal olarak 48'incisi, uluslararası ise 22'ncisi gerçekleştirilecek olan Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri'nin hazırlıkları devam ediyor.

Anma Kurulu, etkinlikler çerçevesinde, bu yıl 18'incisi verilecek olan Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü'nün sahibini belirledi. Buna göre 2011 yılı 18. Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü, Şahkulu Sultan Vakfı Başkanı Mehmet Çamur'a verilecek. Çamur ödülünü, 16 Ağustos'ta Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri'nin resmi açılış töreninde alacak.

Öte yandan, etkinlikler nedeniyle düzenlenen kısa öykü, serbest vezin ve hece vezni şiir yarışmasının da sonuçları açıklandı.

Kısa öykü yarışmasında Fehmi Salık ''Büyük Pir'in Aynası'' adlı öyküsü ile birinci, Asiye Aslı Aslaner ''Tertemiz Bir Bahar'' adlı öyküsü ile ikinci ve Nihat Malkoç ''Gül Kokulu Nefesler'' adlı öyküsü ile üçüncü oldu.

Serbest vezin şiir yarışmasında da Salim Çelebi ''Sevgi Sökecek Her Şafak'' adlı şiiri ile birinciliği, Mustafa Ermiş ''İbadetin Bineği'' adlı şiiri ile ikinciliği, Nihat Malkoç da ''Arifin Güncesi'' adlı şiiri ile üçüncülüğü elde etti. Yarışmada ayrıca, Hatice Umut ''Arifler Bulur Yaradanı'' adlı şiiri ile Fehmi Salık da ''Özü Türkçe Sözü Türkçe'' adli şiiri ile mansiyon ödülü almaya hak kazandı.

Hece vezni şiir yarışmasında da Hasan Akkuş ''Arif'' adlı şiiri ile birinci, Ozan Sinemi ''Yolu Ne Güzel'' adlı şiiri ile ikinci, Mehmet Zeki Ateş ''Kainat Sırrına Erendir Arif'' adlı şiiri ile üçüncü oldu.

Mansiyon ödülü ise Dr. Nedim Uçar'ın ''Duygu Deryası'' adlı şiiri ve Ahmet Gökçe'nin ''Arı Olduk Hacı Bektaş Yolunda'' adlı şiirine layık görüldü.

Eserleri dereceye giren yarışmacıların ödülleri, 16 Ağustos'taki resmi açılış töreni sırasında takdim edilecek.


 DUYGU DERYASI

Dr. Nedim Uçar


Hacıbektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen hece vezni şiir yarışmasında mansiyon ödülü elde etmiş olan şairimiz Dr. Nedim Uçar'ı bu başarısından dolayı yürekten kutlarız!

kosektas.net


Eğer ki dünyada huzur ararsan,
Yaşamın kaynağı çile, acıdır.
Gerçeğin sırrını dosta sorarsan,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Zaman kuş misâli uçarsa gelmez,
Cahil olan kimse dostunu bilmez,
Kâmil olan insan, ölse de ölmez,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Hakikat ehlinin eseri vardır,
Yüreği kocaman mekânı dardır,
Halk için çektiği ah ile zardır,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Yolunun üstüne çıksa da dağlar,
Arifler gönlünü sevgiyle bağlar,
Yüzleri gülerken kalpleri ağlar,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Duygu deryasında gezer, sır tutar,
Dirlik, düzenlikte güce güç katar,
Sevgi pazarında hoşgörü satar,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Temiz düşünceli bilgi doludur,
Gösterdiği hedef birlik yoludur,
Barışa uzanan halkın koludur,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

Yoksula, yetime kaşını yıkmaz,
Gönlü kırılsa da kusura bakmaz,
Düşmanını bile yalnız bırakmaz,
Arif olan arı, arıtıcıdır.

. . . . . . . . sevdası insan olana,
Asla meyletmedi yalan, dolana,
Ne mutlu dünyada daim kalana,
Arif olan arı, arıtıcıdır.


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü

Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde verilen ve Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü, bu yıl Şahkulu Sultan Vakfı Başkanı Mehmet Çamur'a verilecek.

Haber:



Nevşehir- Hacıbektaş Belediyesi'nden alınan bilgiye göre, bu yıl ulusal olarak 48'incisi, uluslararası ise 22'ncisi gerçekleştirilecek olan Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri'nin hazırlıkları devam ediyor.

Anma Kurulu, etkinlikler çerçevesinde, bu yıl 18'incisi verilecek olan Hacı Bektaş Veli Dostluk Barış Ödülü'nün sahibini belirledi. Buna göre 2011 yılı 18. Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü, Şahkulu Sultan Vakfı Başkanı Mehmet Çamur'a verilecek. Çamur ödülünü, 16 Ağustos'ta Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri'nin resmi açılış töreninde alacak.

Öte yandan, etkinlikler nedeniyle düzenlenen kısa öykü, serbest vezin ve hece vezni şiir yarışmasının da sonuçları açıklandı.

Kısa öykü yarışmasında Fehmi Salık ''Büyük Pir'in Aynası'' adlı öyküsü ile birinci, Asiye Aslı Aslaner ''Tertemiz Bir Bahar'' adlı öyküsü ile ikinci ve Nihat Malkoç ''Gül Kokulu Nefesler'' adlı öyküsü ile üçüncü oldu.

Serbest vezin şiir yarışmasında da Salim Çelebi ''Sevgi Sökecek Her Şafak'' adlı şiiri ile birinciliği, Mustafa Ermiş ''İbadetin Bineği'' adlı şiiri ile ikinciliği, Nihat Malkoç da ''Arifin Güncesi'' adlı şiiri ile üçüncülüğü elde etti. Yarışmada ayrıca, Hatice Umut ''Arifler Bulur Yaradanı'' adlı şiiri ile Fehmi Salık da ''Özü Türkçe Sözü Türkçe'' adli şiiri ile mansiyon ödülü almaya hak kazandı.

Hece vezni şiir yarışmasında da Hasan Akkuş ''Arif'' adlı şiiri ile birinci, Ozan Sinemi ''Yolu Ne Güzel'' adlı şiiri ile ikinci, Mehmet Zeki Ateş ''Kainat Sırrına Erendir Arif'' adlı şiiri ile üçüncü oldu.

Mansiyon ödülü ise Dr. Nedim Uçar'ın ''Duygu Deryası'' adlı şiiri ve Ahmet Gökçe'nin ''Arı Olduk Hacı Bektaş Yolunda'' adlı şiirine layık görüldü.

Eserleri dereceye giren yarışmacıların ödülleri, 16 Ağustos'taki resmi açılış töreni sırasında takdim edilecek.


 SEVGİ SÖKECEK HER ŞAFAK

Dr. Salim Çelebi


Hacıbektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen serbest vezin şiir yarışmasında birincilik elde etmiş olan şairimiz Dr. Salim Çelebi'yi bu başarısından dolayı yürekten kutlarız!

kosektas.net


Su da yandı…

Çiçek açtı külünde öfkemiz

boyları bodur, renginde hüzün;

barışa davetti

ışığı gönlümüzün

çığlığı arzdan arşa dayandı.

 

Karda yeşili gördük

doyduk çölde suya,

nurda bir Veli gördük

düştük yola.

Düştük yola ereği için yüreğimizin

“yol bir, sürek bin bir;”

dedik ki,

“yüktür beden

büyüktür erek

Hakka yürüyen

halkta yeniden dirilir.”

Kimimiz kanaatkâr olduk

kara toprakla haşır neşir;

kimimiz zanaatkâr olduk

bin uğraş, bir devşir.

 

Düştük yola

yol yolcuya

toprak suya aç gibi,

suretimizi gördükçe suratınızda   

bir bir sıralandı gerçekler

şaklayan kırbaç gibi:

Bizden almış cesareti korku

bizde bulmuş esareti öfke

bize sunmuş gayreti kin;

karartmasın hiçbir gölge

karartsa da yine hoşgörü ekin.

           

Harslar hırslara yük

doğa kaygılı

nasırlaşmış kör inanç

bilimin boynu bükük;

çember çember çevrilmişiz

ayrılık öyle bir hüzün, öyle bir keder ki,

kök salmış benliğimize bencilliğimiz

ele avuca sığmaz bir kızıl ejder ki;

esir’i beden:

Kaçıp, saklanmış intikam

yasaklanmış gerçek

tutuklanmış yitik yaşam!

 

Tutsak değil belleğimiz kine

edilemez tarif,

aldanma, aldatmasın duygularımızdaki mühür;

sevdalarımız bir ceylan kadar zarif

bir çağlayan kadar gür

yola düştük.

İşimiz insan sevgisi

başımız dik

aşımız ortak;

yunduk, arındık bola düştük

sevgi sökecek her şafak.

 

Uğrun uğrun ah çekip ağlarken biz;

umursanmadı

yok sayıldı kimliğimiz

yola düştük.

Sabır kanadı damarlarımız

buruk değildi tadı,

omuzlarımızdaydı cömertliği hasletin;

ariflerin nefesiyle yıkandı

kalmadı hükmü kemik, kan ve etin.

 

Alnımız açık

yolumuz belli,

inançlıyız

ölüm olsa da bedeli

dalga dalga barışa evrilecek savaş

ve gelecek

nurlu öğretinle şekillenecek

Hünkârım Hacıbektaş.






0 Yorum - Yorum Yaz



0 Yorum - Yorum Yaz
www.kosektas.net

Mostar şehrini ikiye ayıran, Hersek Bölgesi'nin en büyük nehri Neretva'nın güzelliği. 1566 yılında Mimar Sinan'ın öğrencisi mimar Hayruddin tarafından
inşa edilmiş olan Mostar Köprüsü üzerinden 14 Temmuz 2011
Perşembe günü çekilmiş bir fotograf.  



GEZMEYİ VE GÖRMEYİ SEVEN HERKESE

MOSTAR VE ÇEVRESİ

16. yüzyılda yaşamış olduğu yıkıcı deprem, takip eden yıllarda uğramış olduğu veba salgını ve 20. yüzyılda almış olduğu onca darbeye
rağmen, Mostar hâlâ genç, eşsiz ve unutulmaz!

 Lütfullah Çetin

Başta 16. yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılan Mostar Köprüsü olmak üzere, bağrında daha birçok tarihi yapı barındıran Mostar, Hersek Bölgesi’nin en büyük kenti. Hersek Bölgesi’nin başkenti de olan bu kentte bugün, çeşitli uyruk ve inanca mensup 111.000 kişi yaşamakta.

Çeşitli inanç, kültür ve medeniyetlerin birleştiği ve iç içe yaşadığı kent, alçak ve dağlık Hersek geçidinde bulunmakta. Asıl kaynağı Karadağ (Montenegro) sınırı yakınlarındaki Zelengora Dağları olan, Hersek Bölgesi‘nin en büyük nehri Neretva kenti ikiye bölmekte. Nehrin batı tarafı daha düz ve geniş bir alanı kapsamakta, doğu tarafı ise daha dik, dar ve küçük. Neretva, Mostar önünde genişleyip alçalmakta ve Mostar’ın içinden geçerken çok dar bir bölgede bulunan bir kanyonu yarmakta ve böylece çok güzel bir manzara oluşturmakta. Mostar Köprüsü işte bu Neretva Nehri üzerinde kurulu. Köprünün Neretva Nehri'nden 24 metre yüksekte ve nehrin o bölgedeki derinliğinin 30 metreden fazla olduğu söylenmekte.


Mostar Köprüsü'nden Neretva Nehri'nin sularına atlamak için hazırlık yapan genç, orada bulunanların ilgisini çekmekte.


15. yüzyılda, Osmanlılar henüz bu bölgeye gelmeden önce, çok küçük bir yerleşim birimi olan Mostar, Osmanlıların gelmesi ve köprüyü inşa etmesiyle birlikte büyümeye ve gelişmeye başlamış. Kısa bir zaman sonra ise, o dönem o bölgedeki en büyük yerleşim merkezi olan Blagaj’ın üstünlüğünü elinden almış.

Hırvat rehber, Mostar’ı ve Mostar’ın olmazsa olmazı Mostar Köprüsü’nü anlatırken, 1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayruddin tarafından inşa edilen ve 400 yıldan fazla bir süre ayakta kalmayı başaran köprünün iç savaş sırasında, Sırplar ile Hırvatlar tarafından, tümden yıkıldığını, ancak köprünün Dünya Bankası ile UNESCO’nun desteğiyle 2004 yılında yeniden yapılarak koruma altına alındığını, Hırvatların köprünün batısında, Boşnakların ise doğusunda yaşadıklarını, savaş yıllarında başlayan bölünmelerin, ayrı inançlıların birbirlerine karşı olan kin ve nefretlerinin hâlâ devam ettiğini, kimi bağnazların nehrin bir tarafından diğer tarafına geçmediklerini, hatta okulların sabahları Hırvat öğrencilere, öğleden sonra ise Boşnak öğrencilere eğitim verdiklerini, Sırplar’ın ise kenti tümden terkettiklerini ve bir daha dönmediklerini söylüyor...


Neretva‘nın doğu ve batısında yer alan doğulu ve batılı kültürlerin eşsiz mimarileri


Osmanlılar bu bölgeyi, Blagaj ile birlikte 1466 – 1468 yılları arasında fethetmişler ve Hisar adını vermişler. 1474 yılından itibaren ise bölgeye, Neretva Nehri üzerinde bulunan zincirli köprüye bekçilik eden nöbetçilere verilen ad olan „mostari“ adından esinlenilerek, Mostar adı verilmiş. Mostar, Osmanlı egemenliği süresince, askeri görevlilerin ve yüksek rütbelilerin karargahı olmuş.

İzleyen yıllarda Osmanlılar, Mostar’ın yaklaşık 30 km güneyinde, Adriyatik Denizi istikametine doğru Neretva Nehri’nin sol kıyısında bulunan, oldukça dik ve sert kayalıklardan oluşan, Poçitelj adlı yerleşim bölgesini ele geçirmişler. Stratejik olarak önemli bir yer teşkil eden Poçitelj’e bugünkü görünümü, 16. ve 17. yüzyılları boyunca Osmanlılar vermişler. Osmanlı mimarisinin buradaki muhteşem yapıları Hacı Ali Camii, Saat Kulesi, Gavran Kapetanoviç’in evi, Şişman İbrahim Paşa Medresesi ile diğer han ve hamamlar, 1992-1994 yılları arasındaki iç savaşta çok büyük hasar görmüşler, ancak savaştan hemen sonra Dünya Bankası ve UNESCO’nun sağladığı yardımlarla yeniden restore edilerek tümden tahrip olmaktan korunmuşlar. 

 
Poçitelj’deki görkemli Hacı Ali Camii, çok dik ve sert kayalıklar üzerine 1563 yılında inşa edilmiş.

Poçitelj’den sonra, Neretva Nehri’ni takip ederek, Adriyatik Denizi’ne ulaşıyorsunuz. Bosna Hersek’in denize olan sınırı sadece 15 km’den ibaret ve bu 15 km’lik sahil şeridine de Osmanlılar sayesinde sahip olmuşlar. Vaktiyle kuzeyde bulunan Venedikliler tarafından sürekli rahatsız edilen, askeri açıdan güçsüz ancak siyasi, bilim ve ekonomik açıdan oldukça zengin olan Dubrovnikliler, 15 km uzunluğundaki bu sahil şeridini, kendilerini Venediklilerden korumaları koşuluyla, Osmanlılara vermişler. Böylece, Dubrovniklilere saldırabilmek, ganimet ve haraç sağlamak için önce Osmanlılarla başetmesi gereken Venedikliler, buna bir türlü cesaret edemediklerinden, bu kötü emellerine ulaşamamışlar. Zaten Dubrovnikliler, özgür kaldıkları 400 yıl boyunca, gerek Osmanlılara, gerekse Venediklilere, yüklü vergi ödemişler, varlıklarını ve özgürlüklerini ancak bu şekilde sürdürebilmişler.

Osmanlılar, Mostar’da inşa ettikleri tarihi taş köprünün doğu ve batısında çok sayıda cami, medrese, han ve hamam inşa ederek, bölgeye ayrı bir renk katmışlar. Neretva’nın her iki tarafının yamaçlarında görülen cami ve minareleri, medreseler, hamamlar, şadırvanlar, türbeler görenleri kendilerine hayran bırakmaktalar.

Hayatta bir kez olsun mutlaka görülmesi gereken bu kentin doğu tarafı yıllardır, sadece turistlerin değil, ressamların, şairlerin ve diğer sanatçıların uğrak yeri olmuş, her gelen bir kez daha gelip ışıklı ve eşsiz güzelliğinden keyif almak istemiş...

"Mostar’da konakladığınızda sizi sabah uyandıran, ses değil, ışıktır! Ben bunu kendi tecrübemden biliyorum. Mostar’a geldiğimde beni ışık karşıladı ve sabahtan akşama dek takip etti, ve sonra, terkederken, Mostar yadigarının en önemli özelliği olarak içimde kaldı." *** Ivo Andric, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Travnikli yazar *** İngilizce aslından çevrilmiştir! (Çeviri: Lütfullah Çetin).

16. yüzyılda yaşamış olduğu yıkıcı deprem, takip eden yıllarda uğramış olduğu veba salgını ve 20. yüzyılda almış olduğu onca darbeye rağmen, Mostar hâlâ genç, eşsiz ve unutulmaz!

Lütfullah Çetin.

20/07/2011


 




0 Yorum - Yorum Yaz

Annesiyle babasının anlattığı aşağıdaki aşk hikayesini yazıya yansıttıktan sonra ziyaretçilerimizle paylaşan Davut Erdem'e çok teşekkür ediyor, bu tür paylaşımlarının devamını bekliyoruz.

kosektas.net

 


 

 


 

 
 Salih Erdem
 Zilfi Erdem

Köyümüz bakkallarından Salih Erdem ile eşi Zilfi Erdem. Antalya'da yaşıyorlar. Doksanına yaklaşmış olmalarına rağmen, ikisi de oldukça dinç! Vaktiyle Köşektaş'ta yaşanmış, akıllarının erebildiği tüm olayları anımsamakta ve anlatmakta hiç zorlanmıyorlar! İşte, Zilfi Erdem ile eşi Salih Erdem'in anlatmış, oğulları Davut Erdemin de kaleme almış olduğu kısa bir aşk hikayesi ile bir şiir!

Çok fakir bir ailenin çocuğu olan Yaylacı, daha çocuk yaşlarda çobanlık yapmaya başlar. On yedi, on sekiz yaşlarına geldiğinde, çobanlığı kusursuz yapabilen Yaylacı, Avanoslu bir ağadan, yanında çalışması için teklif alır. Bu teklifi kabul eden Yaylacı, Avanoslu ağaya çiftçi durur. İşe başladıktan ve aradan biraz zaman geçtikten sonra, gönlünü ağanın Zöhre adındaki kızına kaptırır. Başlangıçta bu gizli bir sırdır ve bu sırrını uzun süre kimseye söylemez. Ancak Zöhre ile aralarında başlayan aşkın zamanla büyümesi, ilk önce ağanın çevresindekiler tarafından, daha sonra da ağa tarafından duyulur. Bunun üzerine ağa, Yaylacı’nın hesabını görür ve işine son verir. İşine son verilen Yaylacı, işten kovulduğundan çok, Zöhre‘den uzaklaştırılmasına üzülür. Ancak çaresizdir ve köye döner. Döner ama, Zöhre’yi de bir türlü unutamaz, onun için şiirler yazar, türküler söyler.


Avanos dediğin küçük bir kasaba,
Gün enerken oturdular hesaba,
Sana diyom sana sevdiğim güzel,
Gavlimizi düşmanlara desene.

Hazeli de deli gönül hazeli,
Ah çektikçe gözler yaşarır,
Bir gece sinene misafir olsam,
Çağırsam da çıkar mısın dışarı.

Kuş olur da ben havada uçarım,
Pavraz vurur ben kanadımı açarım,
Hiç keder çekme sevdiğim güzel,
Takar kanadıma alır kaçarım.

Kara taştır Avanos'un ziyneti,
Düşmana uğrasın verem illeti,
Bize derler Çöloğlu'nun milleti,
Yaylanızdan geçemiyom güzel kız.



Yaylacı: İbrahim Çöl.

„Kara taştır Avanos'un ziyneti“nin anlamı: Eskiden Avanos'a giden yol üzerinde su ile çalışan sıra sıra un değirmenleri varmış. Bu değirmenlerin taşları siyah renkliymiş. Değirmenlerin çokluğu, Avanos‘un zenginliği, yani ziyneti imiş. 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz
Allahım Döndür Beni!
Leyla Uçar Bayazıt

Hayatı, hiçbir şeyi ertelemeden, dolu dolu yaşayın!

Tarih 09.02.2007. Yer Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Koroner Yoğun Bakım I. Ünite. Saat 13:35. Hani yeniden canlandırılan insanlar hep “öbür taraf”dan bahsederler ya? Ben “öbür taraf”ı görmedim çok şükür. Ama Allah ile baş başa kaldığımı işte orada hissettim. Hayatı hiçbir şeyi ertelemeden dolu dolu yaşamak gerektiğini ve yarının garantisi olmadığını gördüm. Hiç kimsenin hiçbir şeyi ertelemeden sağlıklı ve mutlu yaşaması dileğiyle… Allahım Döndür Beni!


Bir kaç yıl önce geçirmiş olduğu bir rahatsızlık sonrası kaleme aldığı bu güzel öyküyü bizimle paylaşmış olmasından dolayı Leyla Bayazıt'a çok teşekkür ediyor, çok sevdiği biricik kızıyla birlikte sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmesini diliyoruz!

kosektas.net


Kızım daha 11 yaşında,
Çok küçük bana çok ihtiyacı var Allah’ım, döndür beni derken,
Hemşire Canan Hanım pijamamı keserek beni soymaya çalışıyordu.
Birisinin kıyafetlerinin kesilerek çıkartılması hep içimi acıtmıştır.
Ben biliyordum ki; artık sonun geldiğine eminlerdi.
Uzaktan derinlerden bir ses ARRESSTT! ARRESSTT! diye bağırıyordu.
“Son” buydu herhalde...
Her şey bitmiş miydi, geride mi kalmıştı,
Üstelik ben kızımı da mı geride bırakacaktım.
Ama O daha o kadar küçüktü ki,
Bana o kadar bağımlı ve ihtiyacı vardı ki,
Her şey, herkes bir yana ama ben, onu nasıl gönül rahatlığıyla bırakabilirdim.
Annem, babam, eşim, kardeşlerim herkes bir yana
Ama ben kızımı nasıl bırakıp gönül rızasıyla gidebilirdim.
Benim yapabileceğim hiçbir şey olmadığının farkına varmıştım.
Etrafımdakiler benim için bir şey yapacaklar mıydı ya da yapıyorlar mıydı hiç farkında değildim
Ama bir şeyin çok iyi farkındaydım.
“Son”um gelmişti.
Ama böyle bir “Son” olmamalıydı.
Ben daha çok gençtim.
Doktorlar nasıl da şaşırmışlardı 39 yaşında enfarktüs.
Aslında ben de ilk başta kendime hiç konduramamıştım.
Hani böyle şeyler benim başıma gelmezdi,
Hani böyle şeyler benim tanıdıklarımın başına gelmezdi,
Hani böyle şeyleri başka insanlar yaşardı.
İşte şimdi ben bu “hani”lerin ortasında kalmıştım.
Hani ben kızıma kardeş doğuracaktım.
Allah’ım şükürler olsun ki kardeş vermemiştin,
Şimdi ben 11 yaşındakini bırakıp gitmeye dayanamıyorum,
Ya 2 yaşında bir tane daha olsaydı onu nasıl bırakacaktım.
Allah’ım beni duyuyorsun biliyorum...
Kızım için beni döndür n’olur!
Bütün her şey ne kadar da boşunaymış.
İşte ben tek başınayım,
Yalnızım,
Allah’ım seninle benden başka kimse yok.
Evim olsaydı ne olacaktı,
Arabam olmasaydı ne olacaktı
Malım mülküm olsaydı neye yarardı işte üstümdeki pijamalarım bile kesilerek çıkarılmıştı
Ve ben senin karşına tek başına, yalnız, hiçbir şeysiz ve hiç kimsesiz, doğduğum gibi geliyordum.
Üstelik minik kuşumu bırakıp geliyordum.
Allah’ım “son” bu olmamalıydı.
Ben değil,
Kızım bunu hak etmiyor.
O, genç kız olduğunda yanında olmalıydım,
Üniversiteden mezun olduğunu görmeliydim,
O’nu gelinliğiyle hayal ettim,
Kucağına bebeğini ilk aldığı anı hayal ettim,
Bunların hiç birisini görmeyecektim ben,
Ben bunları görmeyi hak etmemiş miydim?
Kızım bu kadar özel anları hep annesiz mi yaşayacaktı…
O ne kadar hassas, ne kadar duygusal bir çocuktu,
Şimdi biran cenazem;
Cami avlusu,
Mezarlık,
Hepsi sırayla canlandı gözümde.
Annesinin ölümünü kavrayamamışken daha,
Acıyarak,
Bütün gözler camide onun üstünde.
Tabutuma dokunsa mı uzaklaşsa mı kararsız,
Gözünden dökülen inci taneleri şimdiden yüreğime damladı sanki
Onun bu minicik yüreği bu yaşında bu acıyı nasıl kaldıracaktı?
Babası güçlü görünmeye çalışıyordu,
Babası, hayat arkadaşının kaybını bir yana bırakmış,
Kızını nasıl avutacağının çaresizliğini yaşıyor,
Ama çaresiz.
Ne yapsa onu avutamayacaktı, teselli edemeyecekti,
Bundan büyük çaresizlik olur muydu?

Annemi ve Babamı cenazemde görür gibi oluyorum,
Sanki duyuyorum,
Annemin sesi,
“Allah’ım sıra bendeydi”,
Acı ve isyanla karışık sesini duyar gibi oluyorum
“Ben dururken neden o...”
Artık yaşlı bedenlerini bacakları taşıyamıyordu.
Komşularımın, arkadaşlarımın, tanıdık tanımadık herkesin “yazık olmuş daha çok gençti” dediğini duyar gibi oluyorum.
Mezarlıkta kızımı hayal bile etmek istemiyorum.
O ana kadar sanki yeniden annesi kalkacakmış gibi taa derinlerde bir yerde imkansız bir umut vardı, Ama artık o da sona ermişti,
Ve sözün bittiği yer burasıydı,
Kopma noktası burasıydı.
Annesinin yokluğuna nasıl alışacaktı?
Kızımı kim, nasıl teselli edecekti?
Hiç kimse.
Allah’ım n’olur onu bırakamam daha çok küçük,
Döndür beni.
Döndür Allah’ım.
Duydun beni.
Çok şükür.


09.02.2007 Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesi Koroner Yoğun Bakım 1.Ünite saat 13:35 hani yeniden canlandırılan insanlar hep “öbür taraf”dan bahsederler ya, ben “öbür taraf”ı görmedim çok şükür. Ama Allah ile baş başa kaldığımı işte orada hissettim. Hayatı hiçbir şeyi ertelemeden dolu dolu yaşamak gerektiğini ve yarının garantisi olmadığını gördüm. Hiç kimsenin hiçbir şeyi ertelemeden sağlıklı ve mutlu yaşaması dileğiyle…

Leyla Bayazıt

01.07.2008

Ekleme Tarihi 2011-04-08


 




0 Yorum - Yorum Yaz

KEZZİBAN CEYHAN



 

 

 

 

 

 

 Fotograf

Ahmet Uçar


10. Mart 2011 Perşembe sabahı geçirmiş olduğu ani bir rahatsızlık sonucu hayatını kaybetmiş olan sayın Ahmet Uçar'ı saygıyla anıyoruz!

kosektas.net 


Hem hafızası, hem de anlatış tarzıyla ayrı bir yetiye sahip olan Ahmet Çavuş (Uçar) ’un anlattığına göre, Kezziban Ceyhan, Karayusuflu Aile Grubu’ndan olup; Yusuf, Rıza ve Süleyman Ceyhan’ın anneleridir. Kocası savaşta kalmış. Kocasını kaybettikten sonra, o kıtlık, yokluk, yoksulluk dönemlerinde, bir yandan çok küçük yaşlarda öksüz kalan çocuklarını ele güne muhtaç etmeden yetiştirme mücadelesi verirken, bir yandan da konu, komşu ve kocasının yakın akrabaları tarafından yapılan baskılara, iftiralara karşı göğüs germek zorunda kalmış. Hiç olmadık suçlamalarla yargılanmış, itilmiş, ötelenmiş, hatta dövülmüş...

Kezziban Ceyhan’ın maruz kaldığı bu çileli yaşam sonucu söylediği aşağıdaki dörtlükleri okuyunca birden; Yunus Emre'nin, iki mısradan oluşan o ünlü beyiti geldi aklımıza:

Ben bir usanmaz ozanım,
Derdim vardır inlerim!
 
Kezziban Ceyhan’ı da, Ahmet Uçar'ı da saygıyla anıyoruz!
kosektas.net...

Batkın diyorlar da babam evine,
Kapıya gelir de sürü koyunu,
İnil inil iki katar gelirken,
Yetim diye içmiyorlar suyunu.

Ben garibim, benim arkam yoğudu,
Yandı yandı yüreklerim soğudu,
Gene Mevla’ya da şükürler olsun,
Üç oğlum var arka arkaya büyüdü.

İlvan oldu bana kara yağlığı,
Cümleyinen ben isterim sağlığı,
Herif geldi ahraz gelin dillendi,
Şimden sonra sana verdim bealiği.

Düşman oldu şu Avuç’un bağları,
Kara Mulla'm evimizin bealeri,
Sana diyom Güvercinlik Bağları,
Anamoğlu oralarda varmola.

Üç kardeşten eremedim murada,
Susadan taburun geçer Sivas’a,
Ellerin gınalı, gözler sürmeli,
Gelin olup ermeyesin muraza.

Ciğer yakar Temmuzların sıcağı,
Irızam görmedi ana kucağı,
Bu kadar büyüklenme düşman,
Şen ettiğin İbalı’nın Ocağı.


Ahraz: Sağır ve dilsiz.

Bealik: Beylik.


 




0 Yorum - Yorum Yaz

ÖKSÜZOĞLAN ÇİÇEĞİ

Celalettin Ölgün


Karın yağdığı pek çok yerlerde bilinir. Karın eridiği, yer yer toprağın göründüğü  yerlerde, karın arasından uçuk mavilik sinmiş ak ak çiçekler açar. Kimi yerde bu çiçeğin adı karı delip çıktığı için Kardelen çiçeğidir. Kardelen çiçeğine  köyümüzde “Öksüzoğlan çiçeği” derler.

Anlatılır: Analık elinde kalmış bir çocuk. Eve alınmadığı için karlar üstünde yatmak zorunda kalmış. Üzerini yağan kar yorgan gibi örtmüş bir durumda uykuya dalmış. Eriyen karın arasından kafasını çıkarıp çıkarıp bahar geldi mi? diye bakarmış. Kafasını her kaldırışta beyaz bir çiçek olurmuş. Bundan dolayı bu çiçeğe “Öksüzoğlan Çiçeği” dene gelmiş.


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

Ahmet Karatekin, 02/03/1947 - 14/10/2010

Saygıyla anıyoruz!


Öğretmen Emin Karatekin'in, 14 Ekim 2010 sabahı kaybettiği biricik
babası Ahmet Karatekin için yazmış olduğu dizeler!


Ölüm hiç kimseye yakışmaz elbette. Hele ki ölen için vakit çok erkense. En son geçen yaz köyde karşılaşmış, birlikte koca yoldan köye doğru yürümüştük. Son derece güler yüzlü, sevecen ve sıcak kalpliydi. Dedikodu sevmez, kimsenin girdisiyle çıktısıyla ilgilenmezdi.

İlk haber köyden gelmişt: „Rahatsızlandı ve bu yüzden Hacıbektaş’a hastaneye kaldırıldı.“ diye. Çok üzülmüş, sağlığına tekrar kavuşacağını ummuştuk. Ancak iki saat sonra daha acı bir haber gelmişti ve yüreğimiz cızz etmişti.

Gerçekleştirmek istediği nice hayalleri vardı. Ne ki ömrü yetmedi. Çalışma hayatını henüz yeni tamamlamıştı. Kışları çocukları ve torunlarıyla birlikte Fransa‘da, yazları ise 8 ay boyunca köyde kalıyordu.

Fransa’ya dönmek için sayılı günler kalmıştı. Bir sabah kalktığında kendisini rahatsız hisseder. İlk olarak en yakındaki Hacıbektaş hastanesinde muayne olur. Hacıbektaşta yoğun bakım ünitesi olmadığı için Nevşehir’e havale edilir. Gerçekte Ahmet ağabeyin durumu çok ağırdır, Nevşehir’e yetişeceği bile şüphelidir, ancak başka çare yoktur.

Ambülansa bindirilir ve sonunda olan olur. Daha Gümüşkent’e varmadan gelen bir kriz Ahmet ağabeyi koparır alır bu dünyadan.

Hacıbektaş hastanesinde yoğun bakım ünitesi olsaydı Ahmet ağabey hayatta kalır mıydı, bunu bilmek bile istemiyoruz. Onu çok erken kaybetmiş olmanın derin üzüntüsü içerisindeyiz. Toprağı bol olsun. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Öğretmen Emin Karatekin'in, 14. Ekim 2010 Perşembe günü geçirdiği rahatsızlık sonrası hayatını kaybeden babası Ahmet Karatekin için yazmış
olduğu "Babama" adlı ağıt. 


Erken yaşta almış yükü üstüne,
Kalbinin temizliği vurmuş yüzüne,
Herkesi şaşırttı, boğdu hüzüne,
Kalbi dayanmamış kahpe krize.
 
Yaşın atmış beş bile olmamıştı daha,
Tabut hiç yakışmamış babam sana,
Alışmak çok zor dayanamam acına,
Yemiş ömrünü de kahpe Fransa.
 
Mevlam kimseye yaşatmasın böyle acıyı,
İnsan bugünlerde arıyor eş, dost, kardeş, bacıyı,
Sabah namazında çekmiş sancıyı,
Alsın kollarına onu bacısı.
 
Felek erken yaşta kırdın kolumu,
Babam bana yapacağın bu muydu,
Diktiğin fidanlara veririm suyunu,
Kimler bekleyecek benim yolumu.
 
Babam gibi bulunmaz, zor rastlanır eşine,
İki gün olmuş, ecel düşmüş peşine,
Bekliyorum bir gün gelir diye düşüme,
Özüm dönüp giremem yaptırdığın evime.
 
Çıkaramadan gittin emekliliğin tadını,
Varır mezarına da okurum duanı,
Bağışla bizleri, helal et hakkını,
Yaşatacağım, yıllar önce koymuştum adını.
 
Sökülmüş dünyanın çıkmış çivisi,
Doldurmuş bağ bahçeye, badem ile cevizi,
Dolaştım, bulamadım kalmamış izi,
Babamın sebebi olmuş kalp krizi.
 
Ağlayarak bakıyorum albümdeki resmine,
Çok şeyler geliyor yazmak için dilime,
Söylemeden gitti tek bir kelime,
Yürek dayanmıyor ani ölüme.
 
Hatırı sayılırmıs, çokmuş seveni,
Ambulans içinde tükenmiş zamanı,
Bayram gelmeden de verdik kurbanı,
Kimlere emanet ettin anamı?
 
Sabah erken gitmiş pazara,
Uğrattılar mı babam seni nazara,
Sebebi olmuş lanet sigara,
Ellerimle koydum soğuk mezara.

Ezgin ezgin veriliyor selası,
Musalla taşına konmus naaşı,
Henüz çok erkendi, atmış üç idi yaşı,
Yiyemeden gitti babam emeklilik maaşı.

Olmaz olsun böyle yazı,
Olmazdı kimseye kötü niyazı,
O atmış beş yaşına bile razı,
Sancısı tutmuş da sabah namazı.

Rabbim bağışlasın varsa suçunu,
Sanki elleri ile hazırlamış sonunu,
Söylememiş gizli imiş sorunu,
Felek kısa çizmiş onun yolunu.

Güler yüzlü idi, güzeldi huyu,
Kimseye bağlamazdı kin, nefret, buğuzu,
Toplanmış başına sülalesi soyu,
Atmış üç yaşında tükenmiş ekmeği suyu.

Uçkuyudan döndüm çoktu acısı,
Yanmıyor ışığı, tütmüyor bacası,
Açtım kapısını kilitlenmiş odası,
Canlandı gözümde bütün anısı.

Adın konan tutacak mı bilmem yerini,
Hiç bir şey söylemedin, etmiş miydin yemini,
Yanıyorum oğlum diyordun, buldun mu serini,
Affet babam alamadım derdini.
 
Dayanmak zor, rabbim yardım eylesin bana,
Tutacağım sözünü, duracağım ayakta,
Kol kanat gereceğim kardeş, ana, bacıma,
Toprağın bol olsun, Allah rahmet eylesin sana.

Emin KARATEKİN


Babası için yazmış olduğu bu ağıdı sitemiz ziyaretçileriyle paylaşan öğretmen Emin Karatekin'e çok teşekkür ederiz!

kosektas.net


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

BÂLÂ NİŞANİ MESNED-İ TACDAR



Körinanç, en basit anlamıyla, “akıl ve bilim düşmanlığıdır.” Özellikle dinsel anlamda aşırı (tutkusal) bağlılıktır. Başka görüş ve düşünceye, özellikle de deneysel bilime gelişip, serpilme ve güçlenme hakkı tanımaz. Kendi inancı dışındaki hemen her şeyi yok etmeye çalışır. Engizisyon Mahkemeleri, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya katliamları, onlarca seçkin bilim insanımızın, araştırmacı - gazeteci ve yazarımızın katledilişi başlı başına birer körinanç olayıdır.

MUSA KÂZIM YALIM

09 Haziran 2016, Çarşamba

Bâlâ nişani mesned-i tacdar

Kıymetli dayıoğlum Salim, benimle ilgili düşünceleriniz beni gerçekten çok onurlandırdı. Akıl ve bilimi, kılavuz yapmış, diyalektik materyalist felsefeye dayalı “bilimsel dünya görüşünün” izinden yürüyen sizin gibi gençlerin takdirini kazanmak insana yeniden güç kazandırıyor. Sizin gibi gençlerden ilgi gördükçe, yaşamı daha çok sevmeye başlıyor insan.

Dünyada tüm insanlığa yararlı bir birey olmak, akıl ve bilime bağlı olmaya bağlıdır. İnsanlığın bilimsel çağdaş dünya doğrultusunda gelişip güçlenmesi, akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanç anlayışını yenmeye bağlıdır.

Eğer biz toplum olarak, deneysel bilim ve güzel sanatlara dayalı bir toplum olmak istiyorsak, akıl ve bilim yoluna dönerek, ArapOsmanlı birlikteliğini oluşturan, akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik kültür ve uygarlıktan ayrılarak, kendi ulusal kültürümüzü oluşturmak zorundayız. Sonuç olarak şu gerçeği vurgulamak istiyorum:

Türkiyemizi, “bilimsel dünya görüşüne” yönlendirmek ve Rönesans hareketinin çağdaş kazanımlarına ulaştırmak, sizin gibi aklın ve bilimin gücüne inanmış, her görüş ve düşünceyi bilimsel ölçütlere göre değerlendiren gençlerin görevidir. Ülkemiz, sizin gibi gençlerin elinde yükselecektir.

Kıymetli dayıoğlum, ben sizin hafızanıza ve zekanıza hayran kaldım. Yaklaşık 40 – 45 yıllık bir anıyı unutmamış olmanız, beni hayrete düşürdü. Sizi kutlarım!

Bâlâ nişani  mesne-i tacdar.” Bu dizenin, Osmanlılar zamanında Padişah, Sadrazam veya Şeyhülİslâmı övmek için söylenmiş olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda sevgililer için de söylenmiş olabilir. Örneğin:

Rütbe-i balâ: Vezirlikten önceki rütbe.

“Kim yetiştirdi bugüne servden bala seni.”

Şair Nedim’in bu övgü dizesi, Vezirliğe yükselmiş birisi için söylenmiş.

Serv: Servigililerden olan ve Akdeniz Bölgesi’nde çok fazlaca yetişen, yapraklarını dökmeyen ince, uzun bir ağaç.

Bâlâ: Yüksek, yukarı, yüce.

Nişani: İşaret etme, belirtme.

Mesned-i: Üzerine dayanılan dayanak, önemli bir görevlinin çalıştığı yer ve mevkii.

Tacdar: Taç giyen Padişah veya Hükümdar.

Osmanlı döneminde kullanılan dil  ve felsefe, Osmanlıları yüceltecek, yeni bir kültür, yeni bir uygarlık yaratacak nitelikte olmadığı için ve aynı zamanda Arap – Osmanlı birlikteliğinde sürekli akıl ve bilim düşmanlığı güdüldüğü içindir ki; Anadolu’nun karayağız delikanlılarının kanı pahasına elde edilmiş yerler, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan başlamak üzere, birer birer kaybedilmeye başlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun varlığını kaybetmesi, Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturan akıl ve bilim düşmanlığına dayanmaktadır. Araplar ve Osmanlılar, Orta Çağ karanlığının içinde körinanca kapanıp kalmışlardır.

Dayıoğlu, sizinle ve diğer genç arkadaşlarla olan sohbetlerimiz sırasında, “Osmanlıca’yla, yani ne olduğu belirsiz sözcüklerden oluşmuş bir dil yapısıyla, Türk toplumunun kalkınma olanağı yoktur!” ve benzeri konuları içeren tartışmalarmımız olmuştur. Osmanlıca, Türk toplumunun kendi yarattığı bir dil değildir. Onun için de Osmanlıca’nın, düşünce ve felsefe üretme yeti ve kapasitesi yoktur.

Yıllar önce, “bâlâ nişani mesned-i  tacdar” sözcükleriyle, kimi örnekler vererek, Osmanlıca’nın, bizim toplumumuzu, “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda kalkındırma gücüne sahip bir dil olmadığını vurgulamaya çalışmıştım.

Büyük önder Atatürk, ne olduğu belirsiz bir Osmanlıca’yla, yani karman çorman bir dil yapısıyla, Türk toplumunun kalkınamayacağı gerçeğini görmüş, onun için, Türkçemizi, arı bir dil haline getirmenin kaçınılmaz olduğuna inanmıştır.

Bugünkü Müslümanlık da, Arap ulusçuluğu doğrultusunda geliştirilmiş, akıl ve bilim düşmanlığına odaklanmıştır. 

Arap ulusçuluğuna inanmış bulunan Osmanlılar, akıl ve bilim düşmanlığına dayalı Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturmuşlardır.

Osmanlılar, Anadolu insanının inanç ve geleneklerine dayalı kendi kültür ve uygarlığını yaratmasına yardımcı olacağı yerde, Arapların kültür ve uygarlığının etki alanını genişletmişler ve Arapları ihya etmişlerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlıca denilen, ne olduğu belirsiz, Arapça-Farsça karışımı bir dil oluşmuştur. Osmanlıca denilen bu dil, çağdaşlaşmamızı önleyen bir takoz olamaya hâlâ devam etmektedir.

Müslümanlık:

  • Arap Ulusçuluğu’na dayalı, Arap – Osmanlı birlikteliğinin Osmanlılar tarafından geliştirilip güçlendirilmesi yüzünden Kuran düzenlemesiyle, “evrensel niteliğini”;
  • Başta Türkiye olmak üzere, İslâm dünyasındaki durmak bilmeyen katliamlar yüzünden, “hümanist ve hoşgörü niteliğini”;
  • Tebeddül-i ezmanla tagayür-i ahkam caizdir.” Hazreti Muhammed’in bu sözlerine göre, İslâm dini, değişen zaman ve mekana göre de yorumlanabilirlik niteliğini;
  • İslâm dininin kutsallığını hiç önemsemeden tüm İslâm dünyasında, politika ve rant doğrultusunda kullanılmasıyla da, kutsal niteliğini;

ne yazık ki kaybetmiş durumdadır.

İslâm dünyası, İslâm’ın bu temel niteliklerini gözardı etmiş olduğundan, asırlardır emperyalist ülkelerin tutsaklık zincirine bağlı kalmaktan kurtulamamıştır.

Bâlâ nişani  mesned-i tacdar.” Bu anlatım, tamamıyla bir Osmanlıca anlatımıdır. Bütün Osmanlıca bu tümce gibi anlamsızdır. Bu tümce veya anlatım, Osmanlı hanedanına anlamlı gelebilir. Ama Anadolu halkı için anlamsızdır. Osmanlıca, anlamsız ve anlaşılması güç olduğu için insanı doğru düşünmeye yönlendirmez. Bu nedenle, 40-45 yıl önce, arı Türkçe’ye dönmemizin önemini vurgulamak için bu dört kelimeyi telafuz etmiştim.

Arı bir Türk dilinin yaratılmasını desteklemek için, adı geçen Osmanlıca anlatımı örnek vermekle gençlere, arı Türk diline güvenmelerinin ilericiliğin ve devrimciliğin bir gereği olduğu anlatılmak istenmiştir.

Arı Türk dilinin amacı, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun, kendi ulusal kültürünü oluşturarak, Batılı bilimsel ve sanatsal dünya görüşüne, yani bilimsel uygarlığa yönelmesini sağlamaktır.

Dil, bilimsel uygarlığın temelidir. Dil düşünceyi, düşünce felsefeyi, felsefe bilimi, bilim de endüstriyi oluşturur.

Kolay anlaşılır, arı bir Türk dili yaratıp geliştirmekdikten sonra, ne yaratıcı olabiliriz ne de muassır medeniyetler seviyesine ulaşabiliriz.

Osmanlıların dili, halkımız tarafından kolay anlaşılır bir dil olmadığı için, Osmanlı yönetimi, Osmanlı hanedanı ve erkanı halkla bütünleşememiştir. Bu yüzden de, yaklaşık 650 yıl içinde halka uygar hiçbir hizmet götürülememiştir. Osmanlıların, Türk köylüsüne, Türk toplumuna hizmet götürmesi şöyle dursun, onları ezim ezim ezmiş, perme perişan etmiştir. Şu dizelerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı yönetimi, halka hizmet etmek şöyle dursun, ancak halkın ürettiği ürüne ortak olmayı bilmiştir.

Şalvarı şaltak Osmanlı, Egeri kaltak Osmanlı, Eken de yok, biçen de yok, Yiyen de ortak Osmanlı.

Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturan ve körinanç denilen akıl ve bilim düşmanlığının doğuşu, bir hayli kavgalı ve kanlı olmuştur.

Batı, Rönesans hareketinin sayesinde akıl ve bilim düşmanlığından kurtulabilmiş, fakat Ortadoğu ve İslâm dünyası, bu belayı üzerinden bir türlü atamamıştır.

Körinanç en basit anlamıyla “akıl ve bilim düşmanlığıdır.” Özellikle dinsel anlamda aşırı (tutkusal) bağlılıktır. Başka görüş ve düşünceye, özellikle de deneysel bilime gelişip, serpilme ve güçlenme hakkı tanımaz. Kendi inancı dışındaki hemen her şeyi yok etmeye çalışır. Engizisyon Mahkemeleri, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya katliamları, onlarca seçkin bilim insanımızın, araştırmacı - gazeteci ve yazarımızın katledilişleri başlı başına birer körinanç olayıdır.

Körinanç; toplumsal ve devlet yaşamında bağnazlığa dayalı, düşsel ve dinsel inancı egemen kılmaya çalışır. Bu yüzden her zaman dikkatli olmak gerekir.

Kıymetli dayıoğlum, sizin bir sorunuz, bizi nereden aldı ve nereye getirdi.

“Laf, lafı açarmış.” Bu özdeyiş yerinde söylenmiş bir olgudur.

Başarılar diler, gözlerinden öperim.

Sevgiler.

Musa Kâzım Yalım.

7. II.2010



 

 





0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

Adnan Yalım eseri - 150x120 cm - Tuval üzerine yağlıboya, 2010




POP VE EROTİK AÇILIMLAR


Adnan Yalım'ın kullandığı ve erotizm özdeşi olan kadın figürleri, sadece erotik yanlarıyla dikkat çekmemekte, yanı sıra başı dik, iddialı kadın düşüncesinin de temsilini yapmaktadır...

Güzel sanatlar, yaratıcılığın ve hümanizmin anasıdır. Güzel sanatlar, insansal duyguların dostu, içgüdüsel duyguların da düşmanıdır. İn- sanoğlunu insanlaştıran güzel sanatlar ve bilimdir. İnsanoğlu
hayatta ne kadar bilgilenmiş ve ne kadar güzel sanatlarla
ilgilenmişse, o oranda insani değerlere ulaşmıştır...

Adnan Yalım’ın son resimleri, sanatçının yıllardır yakın durduğu pop biçimselliği ve erotizm anlamsallığı üzerinden sorgulamalarına devam ediyor. Dile getirdiğimiz ve sanatçının çalışmalarına yakın duran bu kavramlar üzerinde bazı değinmelerde bulunmak istiyorum. Pop biçimsellik dediğimiz mesele, evrensel bağlamda dünyada 60’lı yıllardan beri sorgulanmaktadır. Türk resminde ise sanatçıların tümden olmasa da ara devrelerinde zaman zaman uğradıkları pop yaklaşım konusu, Yalım’ın elinde, sanatının yaşamsal amacı haline gelmiştir. Sanatçı, pop biçimselliğin kendine özgü ironik, figüratif yaklaşımlarını benimserken, diğer taraftan kendine ait fantastikleşen renk vurgularını  da gözler önüne sermekten kaçınmamaktadır. İşte bu noktada sanatçının değişik ve kendine ait olan yanı da, öncelikle biçim dili bağlamında ortaya çıkmaktadır. Çünkü renk tercihleri, tamamen resimlerinin kosmozunu da belirleyen bir özellik olmaktadır. Ayrıca resim yüzeylerini gerek boyayı kullanarak iki boyutlu, gerekse -ptik espriyi değerlendirerek üç boyutluşan tuval gövdelerine ayırmaktadır. Bu ayırmalar mekânla ilgili boyutlaştırma çabaları olarak ayrıca dikkat çekmektedir.

Pop sanatın biçimsellikleri demek, aslında gerek sanatçı, gerekse genel anlamdaki birey boyutunda özgürlük anlamı taşımaktadır. Sanatçının kullandığı ve erotizm özdeşi olan kadın figürleri, sadece erotik yanlarıyla dikkat çekmemekte, yanı sıra başı dik, iddialı kadın düşüncesinin de temsilini yapmaktadır.

Pop sanat demek, popüler olana ilişmek anlamına gelmektedir. Sanatçı, mizacı gereği bunu dışarıya yansıtmamakta, fakat içselliğiyle geliştirdiği farklı işleyen ruhsal boyutu, resimlerinin söz konusu yöndeki belirginliğini arttırmaktadır. Renk seçkileri bağırmakta ve belli dramatizasyonları da kurgulamak için bulunmaktadır. Yer yer aralarda katı grafik uzantılarla da plastik çeşitlilik arttırılmaktadır. Gene bu noktada dile getirilebilecek bir gerçek de sanatçının kullandığı grafik öğelerdir; bunlar sadece salt bakışlı bir halle grafik temsiliyetinde bulunmamakta, bunun dışında somutlaşma eğilimleri de göstermektedirler. Bu noktada örneğin bir kompozisyondaki merdiven olgusunu temsil eden yatay grafik soyut çizgiler, dikkatle yorumlandığında bir kadının gerçekten inmekte olduğu somut merdiveni temsil edebilmektedir. Bu hem somutu soyut, hem de soyutu somut kılmaktan başka bir şey değildir.

Adnan Yalım’ın resimlerinde kadın figürünü biçimsel boyut açısından dışarıda bıraktığınızda soyut, hatta geometrik de olan renk alanlarıyla karşı karşıya kalırsınız. Bu, şu demektir: Sanatçı, figür ve nonfigür filozofilerin erdemine ulaşmış, kendi ruhsallığında bunları çözümlemiş, buradan nerede neyi, ne kadar ve ne zaman ileri süreceğini bilme boyutuna varmıştır. Aslında erotizm temsili yapan kadın figürlerini, kompozisyonlarda kütle olgusu açısından değerlendirdiğimizde, dinamiklik unsurunun da temsiliyetini üstlendiğini görürüz. Bu bağlamda statik olanlarsa daha geometrik ve grafik tanımlı elemanlardır. Birden fazla erotik kadın figürünün kullanıldığı kompozisyonlarda ise, daha anlatımcı olmak tercih edilmiştir. Erotik olan çekici, dolayısıyla çeken, olmayansa kompozisyonlarda iten bir süreci devreye sokmaktadır. Aslında Adnan Yalım, bir diğer taraftan ele aldığı biçimsel vurgularla “itme-çekme”ye ulaşmayı hızlandırarak, resimlerinin izleyici tarafından çekici kılınan birer varlık olmasını da sağlamaktadır. Bu noktada erotizmin çekiciliğini kullanmakla, erotizmi araç olmaktan çıkararak amaç haline de sokmaktadır. İşte sanatçıyı dünyada bilinen pop sanat anlayışlardan koparan yanı da böylelikle ortaya çıkmaktadır. Bu özelliği, sanatçının hem dünya sanatı, hem de Türk sanatı bağlamındaki atılımcı yanını göstermektedir.

Resimlerde kadının dişiliğini ön plana çıkarmak salt erotizm açısından değil, dişisellik filozofisi bağlamında da irdelenebilir. Bu, bir anlamda çoğaltma ve üreme mantığı üzerinden sorgulanmak istendiğinde de, sanatçının, sadece erotizm ve kadın olgularını üstelik ilişkili olarak ele almadığını da ortaya koyar. Sanatçının gerçekten neyin temsilini, nasıl bir varlık ve zaman ilişkisi boyutunda sorguladığını ve izleyiciyi bilinçli ikilemlere sürükleyerek, buradan elde ettiği çelişkili durumlarla, kadının anlamsallığını iyice sorgulamaya aldığını ve konuya parodoksal baktığını da görmekteyiz. İşte bu paradoksal yapılanma, Adnan Yalım resimlerinin özüdür.

Özkan Eroğlu

Sanat tarihçi, sanat eleştirmeni.




0 Yorum - Yorum Yaz

 FOTOGRAF


KÖY ENSTİTÜLERİ'NİN KAPATILMASI


 

Köylünün yaşantısını, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl
ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan
arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri hareketi; Atatürk’ün ortaya koyduğu akıl ve bilimin öncülüğündeki, bilimsel dünya görüşü doğrultusunda, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde, İsmail Hakkı Tonguç’un yaratısı, özel bir pedagojik eğitim metodu içeren, Türk köylüsü ve toplumuna özgü, Rönesans ve aydınlanma hareketiydi.

Türk köylüsü, asırlarca ihmal edilmiş ve ona en ufak hizmet bile sunulmamıştır. Aslında Türk köylüsü zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak ne yazık ki, Türk köylüsünün bu özelliği Osmanlı döneminde değerlendirilememiştir.

Yaklaşık Selçuklu dönemi de dahil, yedi yüz yıl gibi uzun bir zaman Osmanlı İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik gücün sayesİnde 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, yoksul kalmış, ancak varlığını Osmanlı İmparatoprluğuna adamaktan geri kalmamıştır.

Osmanlılar, Türk köylüsüne hizmet götürecekleri yerde, Arap – İslam ideolojisinin akıl ve bilim düşmanlığına yönelik kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışmıştır.

Köylülerimiz, hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağımlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden köylülerimiz yedi yüz yıldan beri hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varamadan, kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar, bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Köylülerimiz, asırlardır; sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulagelmişlerdir.

Asırlardır köylüler, mutlu edilmeye değil; vergi almaya, düşmana karşı savaş alanında kaynak olarak kullanılmaya yönelik canlı bir araçtı. Mutlu olmak şöyle dursun, insanca yaşamaktan uzak köle gibi kullanılmak ve öyle yaşamak, köylülerimizin ve halkımızın değişmeyan kaderiydi. Dinsel yorumcu ve kadercilere göre, sanki Allah, onlara ölünceye kadar hep köle gibi bir yaşam biçimi çizmişti.  Zavallı köylülere ve halka bu anlayış ve yanlışlar Allah buyruğu olarak gösteriliyordu. Bu buyruk köylülerimize özel olarak Allah tarafından gönderilmiş bir “ilm-i ilahi” olarak kabul ettirilmiş ve köylüler, ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamının mutluluğu ile aldatılagelmişlerdir.

Köy Enstitülerinin öncelikli amacı, köy insanını hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına insafsızca istismar etmesin, köylülere köle ve uşak muamelesi yapamasın diye, köylüye kendi öz haklarına sahip çıkabilecek, demokratik haklarını elde edebilecek bilincin kazandırılmasını sağlamaktı.

Tarım alanında dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci etkinlikleri yapacak köy insanının yaratılması sağlanacaktı.  Bu nedenle, kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik feodal sömürüye, yani toprak ağalığına, karşı bilinçlendirilmesi zorunlu hale gelmişti. Bu bilinç ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi. Bu nedenle eğitimin, Atatürkçü akıl ve bilim doğrultusunda bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınması sağlanacaktı.

Köylünün yaşantısını, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri yüksek bölümüyle, yirmi bin öğretmeniyle, yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçısı ile Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu.  Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin eğitimi – öğretimi Köy Enstitüleri eğitim metoduna dönüştürülecekti.

Köy Enstitüleri’nin amaçlarından en önemlilerinden biri de, Türk köylüsünü ve halkını; Arap halkının inanç ve geleneklerine bağlı, Ortaçağ Arap İslam Uygarlığı’nın oluşturduğu, Kuran düzenlemesi ile, Eş’ari’nin akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik, sözde, Allah tarafından (ilm-i ilahi) gönderildiği söylenen Arap ulusçuluğunun yaratmış olduğu kültür ve uygarlığına bağlı olarak yaşamaktan kurtarmaktı. Böylece, Köy Enstitüleri eğitim kuruluşları ile, kendi öz ulusal kültürümüzü oluşturarak, akıl ve bilimin öncülüğünde kendi uygarlığımızı yaratmaya yönelik amacın yaşama geçirilmesi sağlanacaktı.

Köy Enstitüleri kısa bir zaman sonra meyvelerini vermeye başlamıştı. Köy Enstitüleri çıkışlı yirmi bin öğretmen, yaklaşık yüzden fazla yazar, şair ve sanatçı yetişmişti. Köy Enstitülü bu değerler, Türk köylüsünü ve toplumunu çağdaş dünyaya, akıl ve bilimin öncülüğündeki bilimsel dünya görüşüne yönlendirecekti. Gerçekten de, köylüler ve toplum, çağdaş dünyanın ne demek olduğunu anlamaya başlamıştı.

Batı tarihinde Fransa’da uygulandığı gibi, ne acıdır ki, Türk köylüsü ve halkına da uygulanmış olarak değerlendirilen Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayı, yani köylünün ve halkın hiçbir şeyden anlamaması ve köylünün ve halkın toplumsal gelişmesini engelleme yolu ile devleti daha rahat yönetmek düşüncesi Osmanlı döneminde de yaşanmıştır.

Köy Enstitüleri hareketi ile, köylünün ve halkın üzerinde yaşatılan Obskürantizm ve Obstrüksiyon uygulamasına son veriliyordu.

1950 DP (Demokratik Parti) döneminde de, aynı anlayış uygulanmaya konmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri‘ni kapatmak, Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayının ta kendisidir. Bu uygulama ile köylünün bilinçlenmesi önlenmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’nin etkinliği ile uyanan köylüler, kendi öz haklarına sahip çıkmaya, toprak ağaları ve köylüyü sömürmeye alışmış egemen sınıf ve devlet yöneticilerinin rahatı ve mutluluğu bozulmaya başlayınca, mutlu ve egemen kesim Köy Enstitüleri’ne karşı cephe oluşturmuşlardır.

Van ilinde yuvalanmış bulunan bir toprak ağasının iki yüzün üzerinde köyü vardı. Köy Enstitülü öğretmenlerin Vanlı köylüleri uyandırmasıyla birlikte, köylüler, toprak ağasının tüm topraklarını elinden almışlar ve ağayı da il dışı etmişlerdir. Bu olay tüm toprak ağalarını ürkütmüş olduğundan, toprak ağaları, topraklarının korunması için DP iktidarına sığınmışlardır. Ağalar topraklarının kurtuluşu için, DP iktidarının, Köy Enstitüleri’ni ortadan kaldırmasını dört gözle beklemeye başlamışlardır.

Köy Enstitüleri’ni kapatmak için çeşitli iftira ve entrikalar oluşturulmuştur. DP’li bir milletvekilinin Konya ilinin Durlas köyü halkına yaptığı konuşma şu şekildedir:

“Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar. Bu nedenle, kız erkek birlikteliğinden dolayı, fuhuş olayı yaşanmaya başlanmıştır. Bizler DP iktidarı olarak, Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarınızı erkeklerden ayırdık. Onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde topladık. Böylece kızlarınızın namusunu kurtardık.”

Oradaki topluluğun arasında bulunan aydın bir köylü vatandaşımız, milletvekiline karşı şu şekilde konuşmuştur:

“Sayın milletvekilim, bizim kızlarımızın namusunu kurtarmış olmakla işgüzarlık etmişsiniz. Fakat, sizin kızlarınız, ilkokuldan üniversiteye dek erkek çocuklarla birlikte okuyorlar. Bu durmda sizin ve kızlarınızın namusunu kim kurtaracak?”

Bu sözleri duyan milletvekili, derhal o köyden uzaklaşıyor ve bu duyduklarını diğer milletvekili arkadaşlarına anlatmadan edemiyor. Arkadaşlarına; artık köylüler kendi öz haklarına sahip çıkacak kadar belli bir bilinç düzeyine ulaşmışlar. Bu da, Köy Enstitüleri’nin köylüleri uyandırmasından kaynaklanmaktadır. Vakit geçirmeden Köy Enstitüleri’ni kapatmak yerinde bir iş olur.”

Van köylüleri ile Konya’nın Durlas köyü halkının uyanışı, tüm Türk köylüsünün uyanışı demek olduğundan DP iktidarını hemen harekete geçirmiştir.

Köy Enstitülü öğretmenlerin teşviki ile, köylüler tarafından toprakları elinden alınan toprak ağaları, DP iktidarıyla bütünleşip, Köy Enstitüleri’ni kapatmayı başarmışlardır. 28. Ocak 1954.

DP iktidarı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla birlikte; 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlayan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlayarak, Arap kültür ve uygarlığına yeniden dönüşün yolunu açmış, böylece Türk köylüsü ve halkının uyanışı önlenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Musa Kâzım Yalım,

1950-1951 öğretim yılı Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu.

05. Ocak 2011


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz
Adnan Yalım eseri, 150X120cm, tuval üzerine yağlı boya, 2010

 

POP VE EROTİK AÇILIMLAR

Özkan Eroğlu

Adnan Yalım’ın son resimleri, sanatçının yıllardır yakın durduğu pop biçimselliği ve erotizm anlamsallığı üzerinden sorgulamalarına devam ediyor. Dile getirdiğimiz ve sanatçının çalışmalarına yakın duran bu kavramlar üzerinde bazı değinmelerde bulunmak istiyorum. Pop biçimsellik dediğimiz mesele, evrensel bağlamda dünyada 60’lı yıllardan beri sorgulanmaktadır. Türk resminde ise sanatçıların tümden olmasa da ara devrelerinde zaman zaman uğradıkları pop yaklaşım konusu, Yalım’ın elinde, sanatının yaşamsal amacı haline gelmiştir. Sanatçı, pop biçimselliğin kendine özgü ironik, figüratif yaklaşımlarını benimserken, diğer taraftan kendine ait fantastikleşen renk vurgularını  da gözler önüne sermekten kaçınmamaktadır. İşte bu noktada sanatçının değişik ve kendine ait olan yanı da, öncelikle biçim dili bağlamında ortaya çıkmaktadır. Çünkü renk tercihleri, tamamen resimlerinin kosmozunu da belirleyen bir özellik olmaktadır. Ayrıca resim yüzeylerini gerek boyayı kullanarak iki boyutlu, gerekse -ptik espriyi değerlendirerek üç boyutluşan tuval gövdelerine ayırmaktadır. Bu ayırmalar mekânla ilgili boyutlaştırma çabaları olarak ayrıca dikkat çekmektedir.

Pop sanatın biçimsellikleri demek, aslında gerek sanatçı, gerekse genel anlamdaki birey boyutunda özgürlük anlamı taşımaktadır. Sanatçının kullandığı ve erotizm özdeşi olan kadın figürleri, sadece erotik yanlarıyla dikkat çekmemekte, yanı sıra başı dik, iddialı kadın düşüncesinin de temsilini yapmaktadır.

Pop sanat demek, popüler olana ilişmek anlamına gelmektedir. Sanatçı, mizacı gereği bunu dışarıya yansıtmamakta, fakat içselliğiyle geliştirdiği farklı işleyen ruhsal boyutu, resimlerinin söz konusu yöndeki belirginliğini arttırmaktadır. Renk seçkileri bağırmakta ve belli dramatizasyonları da kurgulamak için bulunmaktadır. Yer yer aralarda katı grafik uzantılarla da plastik çeşitlilik arttırılmaktadır. Gene bu noktada dile getirilebilecek bir gerçek de sanatçının kullandığı grafik öğelerdir; bunlar sadece salt bakışlı bir halle grafik temsiliyetinde bulunmamakta, bunun dışında somutlaşma eğilimleri de göstermektedirler. Bu noktada örneğin bir kompozisyondaki merdiven olgusunu temsil eden yatay grafik soyut çizgiler, dikkatle yorumlandığında bir kadının gerçekten inmekte olduğu somut merdiveni temsil edebilmektedir. Bu hem somutu soyut, hem de soyutu somut kılmaktan başka bir şey değildir.

Adnan Yalım’ın resimlerinde kadın figürünü biçimsel boyut açısından dışarıda bıraktığınızda soyut, hatta geometrik de olan renk alanlarıyla karşı karşıya kalırsınız. Bu, şu demektir: Sanatçı, figür ve nonfigür filozofilerin erdemine ulaşmış, kendi ruhsallığında bunları çözümlemiş, buradan nerede neyi, ne kadar ve ne zaman ileri süreceğini bilme boyutuna varmıştır. Aslında erotizm temsili yapan kadın figürlerini, kompozisyonlarda kütle olgusu açısından değerlendirdiğimizde, dinamiklik unsurunun da temsiliyetini üstlendiğini görürüz. Bu bağlamda statik olanlarsa daha geometrik ve grafik tanımlı elemanlardır. Birden fazla erotik kadın figürünün kullanıldığı kompozisyonlarda ise, daha anlatımcı olmak tercih edilmiştir. Erotik olan çekici, dolayısıyla çeken, olmayansa kompozisyonlarda iten bir süreci devreye sokmaktadır. Aslında Adnan Yalım, bir diğer taraftan ele aldığı biçimsel vurgularla “itme-çekme”ye ulaşmayı hızlandırarak, resimlerinin izleyici tarafından çekici kılınan birer varlık olmasını da sağlamaktadır. Bu noktada erotizmin çekiciliğini kullanmakla, erotizmi araç olmaktan çıkararak amaç haline de sokmaktadır. İşte sanatçıyı dünyada bilinen pop sanat anlayışlardan koparan yanı da böylelikle ortaya çıkmaktadır. Bu özelliği, sanatçının hem dünya sanatı, hem de Türk sanatı bağlamındaki atılımcı yanını göstermektedir.

Resimlerde kadının dişiliğini ön plana çıkarmak salt erotizm açısından değil, dişisellik filozofisi bağlamında da irdelenebilir. Bu, bir anlamda çoğaltma ve üreme mantığı üzerinden sorgulanmak istendiğinde de, sanatçının, sadece erotizm ve kadın olgularını üstelik ilişkili olarak ele almadığını da ortaya koyar. Sanatçının gerçekten neyin temsilini, nasıl bir varlık ve zaman ilişkisi boyutunda sorguladığını ve izleyiciyi bilinçli ikilemlere sürükleyerek, buradan elde ettiği çelişkili durumlarla, kadının anlamsallığını iyice sorgulamaya aldığını ve konuya parodoksal baktığını da görmekteyiz. İşte bu paradoksal yapılanma, Adnan Yalım resimlerinin özüdür.


 




0 Yorum - Yorum Yaz

KÖŞEKTAŞ'TAN PORTRELER


Dr. Salim Çelebi

 Köşektaş'tan Portreler adlı yazı dizisiyle sitemize katmış olduğu renklilik ve çeşitlilikten ötürü Dr. Salim Çelebi'ye teşekkür sunuyoruz!

kosektas.net

 

 


 

4 - YUSUF ÇELEBİ

Amcamın oğlu, liseyi bitirinceye kadar yapışık ikizler gibi birlikte olduğumuz İbrahim’in (Çelebi)babasıydı Yusuf amca. Benim de babam sayılır.

 

 

7-8 yaşındayken, bugün ancak ülkemizin turistik sahil beldelerinde yazları giyilen kısa pantolonu, biz 50 yıl önce köyümüzde giyiyorduk.

 

 

Genç kızların, dikolta adı verilen (Sanırım ‘Dekolte ‘ kelimesinden türetilen bir isim.) giysileri vardı: Boynun alt kısmı ve kolları açık, etek boyu diz kapaklarının üzerinde, pazenden yapılma bir giysiydi.

 

 

50 yıl sonra nerelere geldik!

 

 

Kadın vücutlarının zorla hapsedildiği yıllara!..

 

 

Benim, Yusuf amcayla ilk anım ta o yıllara kadar uzanır.

 

 

Uzayan saçımızı Yusuf amca keserdi. Bizim evde, üç numara saç kesen bir makine vardı, benim ve İbrahim’in saçı aynı anda kesilirdi. Birimizin saçı kesilirken seyrederdi diğerimiz. Saçı kesilenin, yağmur yağıyormuşçasına yaş akardı gözlerinden. Bıçağı yeterince keskin değil, biraz kördü:Kafamızda hareket ettikçe, kesemediği kılları yolup kopartırdı meret!

 

 

Birde şu parazit ilaçları!

 

 

Tanrım!

 

 

Birkaç ayda bir zorla içirilen solucan döktürücü şurupların o kadar iğrenç bir tadı vardı ki, yalvarırdık içmemek için Yusuf amcaya, fakat Nuh der Peygamber demezdi.

 

 

Ağlayarak ve öğürerek içerdik şurubu.

 

 

Ortak biçerdöverimiz vardı Yusuf amcayla. Önce Çukurova’ya,sonra Kırşehir’in Boztepe yöresine gider, çalışır ve daha sonra da köyümüzdeki ekinleri biçerdi.Son durağı ise Kayseri Uzun Yayla olurdu. Bir keresinde biçerdöverde yangın çıkmış ve yüzü-gözü yanmıştı!

 

 

Biçerdöverin garajı vardı hemen evimizin önünde.Tüm kış bakımını yapar ve gelecek sezona hazırlardı biçerdöveri.

 

 

Bir keresinde biçerdöverin motoru yanmış ve köyümüz koşullarında krankını taşlamıştı!

 

 

Yusuf amcanın, köyümüzde yaptığı bu krank taşlama işi, o zamanlar Kayseri’de bile sayılı yerlerde yapılabiliyordu!

 

 

Bizim, pergel ve cetvel kullanmayı bile zor yapabildiğimiz o yıllarda, “Kompas” kullanırdı Yusuf amca.

 

 

Ben ise, “kompas”ı yıllar sonra ancak fizik öğretmeni olacağım için üniversitede öğrenecektim.

 

 

Köyümüzle harman yeri arasında bulunan tarlalarımıza elma diktiler babamla. Su yoktu ve eşeklerin sırtında, her sefer, Göllüpınar çeşmesinden getirdiğimiz dörder teneke suyla sulardık fidanları...

 

 

Baktılar bu iş olmuyor, kuyu kazmaya karar verdiler. Maaile hep beraber günlerce çalıştık bahçede.

 

 

İbrahim ve ben lisede öğrenciydik, tarla işlerinde tembeldik biraz, kardeşlerimiz; Sadullah ve Erdal çok çalışkandılar. Bizim de çok çalışarak yorulmamız için, inat inadına daha çok çalışırlardı: “ Alağaz “ derdik onlara.

 

 

Günlerce çalıştıktan sonra nihayet su çıkmıştı kuyudan!

 

 

Sıra havuz yapmaya gelmişti ve dağdan getirilmişti  havuz yapımında kullanılacak taşlar.

 

 

Yusuf amca,havuzun duvarına koyacağı herhangi bir taşı zor seçerdi: Koyacağı taşı İbrahim’den veya benden ister, koymadan önce yıkar, beğenmez başka bir taş daha ister ve onu da yıkadıktan sonra konuşlandırır; geriye çekilir şöyle bir bakar, hoşuna gitmez ise düzeltir ve geriye çekilerek yeniden kontrol eder ve koyacağı bir taş için belki de elli tane taşı denerdi. Çıldırırdık İbrahim’le ve “ bu havuz on senede zor biter.” diye dert yanardık birbirimize!

 

 

Yaptığının sağlam olmasını istiyordu Yusuf amca. Biz ise biraz top oynamak veya gezmek istiyorduk, lise öğrenciliği döneminin verdiği heyecanla.

 

 

Öğrenciyken zaman zaman birkaç gün de olsa yanımızda kalırdı Kayseri’de.

 

 

Su testisinin üzerine çizmiş olduğu “Dünya” ile açıklamaya çalışırdı bize; ekvatoru, yengeç ve oğlak dönencelerini...

 

 

Uzun süre görememiştim, vefatından bir yıl kadar önce gördüm, yüksek tansiyon nedeniyle felç olmuştu ve zor konuşabiliyordu.

 

 

İnanıyorum ki ekonomik ve sosyo-kültürel olanaklar sağlanmış olsaydı, Yusuf amca, çağımıza damgasını vuran bir sanatçı veya bilim insanı olabilirdi!


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

www.kosektas.netKöy Enstitülü Musa Kâzım Yalım, "Bekle Bizi Hasanoğlan" adlı etkinlikte, Hasanoğlan Köy Enstitüsü yıllarına yönelik anılarını anlattı...

Musa Kâzım Yalım, 1950-1951 öğretim yılı Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu


Senden Ayrı Yaşayamam Çünkü Çok Sevdim Seni



Köşektaşlı Deyip, Geçmeyin!
Almanya'nın Rhein Main Bölgesi'nde ayda bir yayınlanan "Hessen Toplum" adlı yerel bir gazetenin kasım sayısında yayınlanmış haberin tamamını okumak için "Köşektaşlı Deyip, Geçmeyin!" tıkla...



ÖĞRETMEN MUSA KÂZIM YALIM'IN KÖY ENSTİTÜSÜ ANILARI


Köy Enstitülü Musa Kâzım Yalım, "Bekle Bizi Hasanoğlan" adlı etkinlikte, Hasanoğlan Köy Enstitüsü yıllarına yönelik anılarını anlattı...

Musa Kâzım Yalım, 1950-1951 öğretim yılı Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu. Köy Enstitülerini kapatmanın ve Türk Milli Eğitim tarihini karartmanın gerisinde olan güçleri hiç affedemiyor. Bu okullarımız sürseydi, eğitim kesintiye uğratılıp,  kapatılmasaydı ülkemiz bugünkü sıkıntıları yaşamayacak, yetiştirilen üretici ve yaratıcı insanlarla hem eğitim düzeyi artacak hem de her zorluğu yenmeyi başaracaktık. Kişilikli bir eğitimle, kendimize özgü bu sistemle, kişilikli kuşaklar yetişecek, el açmadan, bel bükmeden, kimselere yanaşmadan, ülkemiz kalkınma aşamalarını başaracaktı. Çok yazık ettiler, çok...

Okuldaki ilk günlerimi hiç unutamam. Babamla birlikte Hasanoğlan'a geldik. Annem yoktu. Okumak zorundaydım. Babamla beni misafirhaneye götürüp ağırladılar. Ablalar bana yol gösterdi, okulu tanıttı. O kadar hoşuma gitmişti ki, güzel yataklar, üç öğün yemek vardı. Ben bunları köyde bulamazdım, bulma olanağım da yoktu. Köyde nerdeyse ayağımda çarık bile yoktu diyebilirim. Bu ortam, bu yakınlık beni okula bağladı. Zaten başka çarem de yoktu. Ben okuyacaktım.

Babam beni bırakıp gitti. Benimle gelen dayımın oğlu daha sonra dayanamayıp okuldan ayrlıp köye döndü. Ben devam ettim. Mutluydum... Okulun çalışma düzeni, derslerde aldığım bilgiler beni buraya bağladı. Örneğin, kürenin hacmini ölçmek için öğretmenin sınıfta bir karpuzu ortadan kesip, çevresine ip dolaması, basit ölçüm yöntemini göstermesini hala unutamam.

Hele bağ çubuklarını dikip, numara verek, her öğrenciye bakım için yanlarına diktiği plakalarla bu çubukların bakımının yapılması anlatılamaz. 1000 kök bağ çubuğu vardı. Numaralara göre bağ çubukları tek tek incelenirdi.  Öğrenciler bu incelemelere göre notlar alır, çubuklardan hangi gübre ile ne kadar verim alınacağı kayıt altına alınırdı. Böylece bulunan kayıtlara göre çubukların verimi o gübre ile artırılırdı.

Tarım öğretmenimiz İzzet Palamar bu titizlik ve düzen içinde bizlere ciddi çalışmalar yaptırdı. Numaralara göre tek tek çubuklar incelenir, notlar ve öneriler hazırlanırdı. Her öğrenci titizlikle kendi bakımında olan asmaları izler, çalışmalarını yürütürdü.                             

80 KİŞİLİK ORKESTRAMIZ

Müzik eğilimi olan 80 kişi belilenerek, bir mandolin orkestrası oluşturuldu.  Müzik öğretmenimiz Mehmet Öztekin'di. Çalışmalar ilerleyince, oluşan bu orkestra ile konserler vermeye başladık. Orkestra elemanlarından biri de bendim. Konserde öğrendiğimiz çeşitli parçaları çaldık. Bizi dinleyenler arasında opera sanatçısı birisi de varmış, bizleri çok beğenmiş. Daha sonra bu sanatçı ile çok seslilik üzerine çokça konuşarak, tartışmalar yaptık. Çok sesli Türk müziği üzerinde ağırlıklı duruldu. Benim çok ilgimi çekiyordu. Sonraları bu sanatçının çok sesli Türk müziği çalışmaları oldu. Ne var ki, bazı tepkiler almaya başlayınca, çok sesli müzik çalışmalarından vazgeçtiğini öğrendik. O günlerde o tartışmaları sık sık anımsar, çok sesli müziğin yapılmasının gerektiğini hep düşünürdüm.

Söyleşi • Mehmet Erbil …2010-11-16…18:07:58 ©


 




0 Yorum - Yorum Yaz


 

Köşektaşlı Deyip, Geçmeyin!

Haber: Hessen Toplum Gazetesi


Rhein – Main Bölgesi’nde yaşayan ve kökeni Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesine bağlı Köşektaş köyünden olan bir grup hemşeri, Dr. Nedim Uçar’ın şiir ve sohbetiyle memleket hasreti giderdi. Almanya’nın Darmstadt kentinde biraraya gelen hemşeri ailelere hitap eden Dr. Uçar, yabanda yaşayanların memleketleri konusundaki hassasiyetini çok iyi anlayabildiğini belirtti ve bunun da gayet insani bir karakter olduğunu kaydetti. Bugüne değin şiir, öykü ve roman dalında çok sayıda edebiyat eseri ortaya koyan Dr. Nedim Uçar, hemşerileri için kitaplarından çok sayıda örnekler imzaladı. Hemşerilerin kahve sohbetinde şiir ve Köşektaş Köyü’ne özgü gelişmeler ana konu olurken, Lütfullah Çetin’in hazırladığı www.kosektas.net adresli internet sitesinin aynı kökenden gelen insanlar için çok önemli bir bilgi transferi kaynağı oluşturduğu vurgulandı. Dr. Nedim Uçar, Türk Emniyet Teşkilatı’nda 50 yıl görev yaptığını ve 2005 yılında emekli olmasına rağmen sürekli yazma isteminden ötürü hala zaman yoksulu olduğunu kaydetti. Dr. Uçar, Türk Sanat Müziği dalındaki çok sayıda eserin altında imzası bulunan isim olarak tanınıyor.  Fotografta Dr. Nedim Uçar, eşi Emsal Uçar ve Ren Main bölgesinde yaşayan bir grup Köşektaşlı hemşeri yer almakta.

Haber: Hessen Toplum – Monatliche İnformations-Zeitung. Regional, Hessisch aber Türkisch. Kasım 2010.


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


HOH
Eşref Çelik ağabeye saygılarımla,
İbrahim Çöl

Gönderdiği seçkin yazılarla sitemizin güncel kalmasına önemli ölçüde destek veren öğretmen İbrahim Çöl’e teşekkürler sunarız!
kosektas.net

Masmavi gökyüzünün yıldız aydınlığında oturmuş konuşuyorlardı. Üç dört kişi. Cami önündeki hangi tarihi betimlediği bilinmeyen elips şekilli beyaz taş üzerinde. Etraf alabildiğince sakin, hava oldukça dingin.

Bozkırın ortasında hiç örneği bulunmayan bir yontulmuş taş. Kim getirmiş, kim koymuştu, buraya nereden gelmişti. Anlattılar rivayetleri, söylentileri, üstündeki okunmayan yazıları özlü özlü sözlerle.


Fotograf: Ahmet Çelik

İlk akşamdan fark edemedikleri soğuk, yavaş yavaş, sinsi sinsi sararken vücutlarını, sıkıca yanaştılar vücut vücuda. Sinsi soğuğu bilen tedbirliler dış tarafa, gömlekliler tişörtlüler iç tarafa. Uzun zamandır birbirlerini görmeyen köylülerdi serpilen yaş aralığında. Kimisinin gençlik, kimisinin çocukluk anılarıydı birlikte yaşanılan, anılan. Bazen gülüyor, bazen hüzünleniyor, bazen üzülüyorlardı yaşadıklarına. Hasretle, özlemle yâd ettiler geçmiş yıllarını. Uzun zamandır görüşememişliğin hasretiyle erittiler içlerini. Harman ettiler, kaynattılar neşeyle, geçmişin yolculuğunda. Soğuk titretirken, ısıttı anılar, ısıttı canlarını. Sinmiş, silinmiş olanlar canlandı, yürekleri kıpır kıpır kıpırdadı.

Üzülürken genç gidenlere, başarılı olanlar sevindirdi, coşturdu içlerini. Kalkmak istemediler, ne kadar üşüseler de, titretse de gecenin berrak mavi ayazı. Çocukluk, ilk gençlik yıllarında böyle değildi ağustos geceleri. Harman gecelerinin yaşanmış anılarını anlattılar. Kimin kimi korkuttuğunu. Bu zamanda çalınan koyunları kurtların nasıl yediğini, gülüşerek dinlediler bir parça deri bir ayak, çoban oyununu. Çok mu gürültü çıkardılar, çok mu ses yaptılar?

Elinde her zaman bir şeylerle görünen Eşref ağabeyin kimliksiz silueti göründü önce. Elinde, kilim ipinden örme anahtarlığın ucunda bağlı ahır kapısı anahtarı. Geldi katıldı, daha da geçmiş anılarla sohbete. Konu ‘bilim’di, ‘fen’di, ‘tıp’tı ki anlattı.

Anam hastaydı, yatardı kalkmadan. Her yandan çareler aranıyordu, hoca, ebe, ocaklardan, taşlardan ama bir türlü iyileşmiyordu yatarak. Duymuş, dağın ardında bir hoca varmış, mıska yazarmış, çare olurmuş derin! Babam.

-Yarın git, anana bir tane yazdır da gel.

“On, on iki yaşında ya varım, ya yokum. Bilemem oraları, köyleri. Mümkün mü ki, gitmem demek. Ancak gidilecek yolu yok.

Sabah vakti zayıf, cılız boz bir eşekle yola çıktım. İkindiye ancak Kıyınardı, Gökkıyı, Şehir Yolu ile aştım tepeyi. Sarı sıcak. Eşek zaten kendini götüremiyor, ben çekiyorum yularından yürüsün diye. Akşam geç vakitte sorarak  vardım hocanın evine. Kara, isli çıradan görünmüyor, hiçbir şey seçilmiyor; ne var, ne yok. Babamın selamını söyledim, niye geldiğimi de.

Oturttu Hoca kendince okuyarak. Yazdı, karaladı bir şeyler verdi, ne yapılacağını da söyleyerek.

Orada kalmak istemediğimden belki, başka nedenlerle kal demelerine, yat sabah gidersin ikazlarına rağmen, ısrar ederek ayrıldım Hocanın evinden.

Yolun yarısını geldim gelmedim, öyle bir yağmur bastırdı ki, göz gözü görmüyor. Eşek bile yürüyemiyor. Rüzgârla birlikte çarpan yağmur taneleri iliklerime kadar ıslatıyor. Bir taraftan da saklıyorum Hocanın yazdıklarını, ıslanmasın diye. Nerede ise karnıma sokacağım.

Kendime kızıyorum bir taraftan, “niye kalmadım” diye, hayıflanarak. Geldiğim yerde bir karaltı gördüm. Bu bir mağaranın girişi idi, indim. Bir hoh diyorum, bir hoh da içeriden geliyor. Korktukça korkuyorum.

Giremedim. Islana ıslana, donarak soğuktan, yürümeye devam ettim.”

Bizler bu yaşanmışlığı dinlerken yaz ortasında, köyümüzün havası da bizi üşüttü, bunca sıcaklığıyla anlatırken Eşref ÇELİK. 18.10.2010, İbrahim ÇÖL


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Eşref

Celalettin Ölgün


Bilgisunum sayfamızın en büyük destekçilerinden Celalettin Ölgün'e, bu seçkin katkısından ötürü çok teşekkür ediyoruz! Yedi yılı aşkın bir zamandır sağladığı destek, büyük saygı ve takdir hakediyor!
kosektas.net

Eşref, köyün belki en şakacı kişisi. Sanırım küs, kırgın oldukları da vardır. Ama herkesle şakalaşır, kendi kusurlarını, hatalarını açıkça söylemekten çekinmez. Birkaç devre muhtarlık yaptı. Elektrik, evlere su, onun zamanında geldi. Her şeyi abartarak anlatır; şakadan da olsa, dul kadınları satlığa çıkarır.

Daha delikanlılığa yeni girdikleri yıllarda; Dilencilik mi, herhangi bir şey satmak mı, her ne amaçla gelmişse, Avanos ya da Genezin’den bir karı koca, boş evlerden birine yerleşmişler. Kadın çok kurnaz, delikanlıları hoş söz, boş vaatlerle kandırıp yolmaktaymış. Eşreflerin evindeki bir tek culuğu gözüne kestirmiş, Eşref’i kandırmaya çalışıyor,

“Yel olur, yelpen olur
Dibinde tikin olur
Seversen gelin sev
Kızlar cep çırpan olur,”

diye maniler söylüyor, tatlı diller döküyormuş. Eşref, bir gece culuğu kapmasıyla birlikte kadının evine... Eşref’e culuktan bir tike et düşsün ya!

Olanlardan habersiz anası Dilber karı, sabah, sabah durmadan ortalıkta olmayan culuğu  “cücülemekte”. O gece tilkiler bir çoklarının horozlarını götürmüş, “zaar ki?”

Karısı Kezban da kendisi gibi şakacıdır. Eşref, köye gelen tüm aptallarla, çingenelerle ilgilenir. Onlara yardımcı olur. Bir gün Kezban’a, kapılarına gelen çingene karısını gösterip;

“Beni kızdırma, valla seni şunlarla değişirim!” diye şaka yapacak olmuş. Kezban ondan aşağı kalır mı? Çinğene karısının sırtındaki kalburları sırtlayıp, “Senin değişmene gerek yok. Biz değişiyoruz,” diyerek gitmeye başlar.

Eşref: “Aman avrat, bunlar kokar, ben bunlarla yatamam,” deyince,

Çingene: “Niye kokayım, Eşref ağa? Puro sabunuyla güzelce yıkanırım, sonra da sarılır, yatarık.” der.


Eşref: Eşref Çelik

Kezban: Kezziban Çelik. Ölümü: 2015.


 




0 Yorum - Yorum Yaz
 
Şair Yazar Dr. Nedim Uçar ile Şiirli Sohbet Toplantısı

Darmstadt'da Şair Yazar Dr. Nedim Uçar ile Şiirli Sohbet Toplantısı


21 Ekim 2010, Darmstadt/Almanya
Haber: kosektas.net

50. sanat yılı kutlamaları sebebiyle Almanya’da bulunan köşektaşlı şair yazar Dr. Nedim Uçar, Almanya’nın Ren-Main Bölgesi’nde yaşayan köşektaşlılarla bir sohbet toplantısı gerçekleştirdi...

Darmstadt’daki Café Segafredo adlı bir lokalde, 21 Ekim 2010 Perşembe günü saat 19:00’da başlayan toplantıya eşi Emsal Uçar hanımla birlikte teşrif eden şair yazar Dr. Nedim Uçar, kendisini kısaca tanıttıktan sonra, Türk Emniyet Teşkilatına elli yıl hizmet verdiğini, aslında 2005 yılında emekliye ayrıldığını, ancak hâlâ çalışmakta olduğunu ve bu yüzden de zaman fakiri olduğunu söyledi...

Şiirsel yönünün henüz dört yaşında iken annesi tarafından keşfedildiğini ve o günden beri şiirle uğraştığını söyleyen şair yazar Dr. Nedim Uçar, İngilizce ve başka dillere de çevrilmiş olan toplam on iki şiir kitabı, bir roman kitabı, bir hikâye kitabı ve ayrıca dört tiyatro olmak üzere, on sekiz adet eseri bulunduğunu, üç yüze yakın eserinin Türk Sanat Müziği dalında bestelendiğini, Türk Emniyetinde söylenen marşların hemen hemen tümünün kendisine ait olduğunu, şiirlerinin birçoğunun ilköğretim ders kitaplarında okutulduğunu ve gerek yurt içinde gerekse yurt dışında, yüz ellinin üzerinde edebiyat ödülüne lâyık görüldüğünü söyledi...

Çok samimi ve keyifli bir ortamda süren sohbet esnasında çok sayıda kitap imzalayıp hediye eden, çok sayıda da şiir okuyan şair yazar Dr. Nedim Uçar, köyümüz bilgisunum sayfasını yedi yıla yakın bir zamandır sürekli güncel tuttuğu, kültürümüzü ve sanatçılarımızı tanıttığı, köyümüze  ve insanına yönelik nitelikli çalışmalar yaptığı gerekçesiyle sitemizin düzenleyicisi Lütfullah Çetin’e teşekkür ederek, bir plâket takdim etti...

Yedi yıla yakın bir zamandır yürüttükleri çalışmalardan ötürü çok sayıda teşekkür ve övgü aldıklarını, ancak böylesi bir ödüle ilk defa lâyık görüldüklerini söyleyen Lütfullah Çetin, plâketi sunan şair yazar Dr. Nedim Uçar'a teşekkür ettikten sonra, bu plâketi almaktan mutluluk duyduğunu, kendisine sunulan bu plâketi, bilgisunum sayfamıza olan desteklerini hiçbir zaman kesmemiş olan öğretmen Celalettin Ölgün, öğretmen Hüseyin Seyfi, Dr. Salim Çelebi, öğretmen Musa Kâzım Yalım, Dr. Nedim Uçar, Özcan Antike, Necdet Cengiz Şen, öğretmen Hacı Çöl, öğretmen İbrahim Çöl, Hayati Akdemir, Cemil Gören, Menmune Şen, öğretmen Vahdettin Şen, Mehmet Özdoğan ve diğer bilgi ve belge destekçilerimiz adına aldığını söyledi...

Su gibi akıp giden dakikalar içerisinde kimi anılar kısa anekdotlar halinde anlatılarak yeniden anıldı. Toplantıya katılan yazar ve yayıncı Engin Korelli’nin „babam saydım kendimi“ adlı şiirini okumasından sonra fotograflar çekildi, birebir sohbetler edildi. Daha sonra ise, yapılan vedalaşma töreninin hemen ardından, sohbet toplantısına son verildi...

Bu tür sohbet toplantılarının insanın bir ömür boyu süren öğrenme sürecine önemli ölçüde katkı  yapacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Toplantıya teşrif etmiş olan şair yazar Dr. Nedim Uçar'a, eşine ve tüm köylülerimize teşekkür ederiz! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası, 22. Ekim 2010, Cuma.





0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

 

 

Köşektaş'ta Şeker Bayramı Kutlama Etkinlikleri

 Özcan Antike

Bu yaz baştan sona yeniden düzenlenen Karayusflul köy odasında, kitap ve benzeri yayınların toplanacağı, okuyucu ve araştırmacıların istifadesine sunulacağı, hedef kitlesi sınırsız bir kütüphane oluşturma çalışması ve bu çalışma kapsamında da bir kitap kampanyası başlatmış bulunmaktayız. Elinde kitap ve benzeri yayınlar olan ve bağışlamak isteyen köylülerimizin "karayusuflular@hotmail.com" eposta adresi aracılığıyla bizimle iletişime geçmelerini rica ediyoruz. Teşekkür ederiz! Özcan Antike

Burada yayınlanan fotograflar bize emanet olarak gönderilmişlerdir ve bu yüzden bu fotografların hiçbiri kopyalanıp çoğaltılamaz, yeniden yayınlanamaz! kosektas.net




Karayusuflu köy odasında gerçekleştirilen bu yılki şeker bayramı kutlamaları, "Ah nerde o eski bayramlar!" dedirtmeyecek bir güzellikteydi.

Bayram namazı, manevi hazzın en doruk noktasında eda edildikten ve dualar yapıldıktan sonra, cami içerisinde heyecanlı bir bayramlaşma faslı başladı. Gülümseyen gözlerle gerçekleştirilen bayramlaşma faslının hemen ardından, hep birlikte, bu yıl her şeyiyle baştan sona yeniden düzenlenen, Karayusuflu köy odasına gidildi. Orada bizleri, özenle pişirilmiş, nefis ev yemekleri bekliyordu. Hepsi birbirinden leziz yemekler tadıldıktan ve yemek duası da yapıldıktan sonra, koyu ve keyifli bir sohbet başladı.

Uzun süren sohbet sırasında, geçmiş günler ve bayramlar özlemle yad edilerek,  bayramı birlik, beraberlik ve kardeşlik duyguları içerisinde kutlamanın nasıl bir güzelik olduğu, insan ruhunda nasıl bir rahatlatma yarattığı, sık sık vurgulandı.

Zaman ne de çabuk akıp gitmişti. Oysa o gün orada bulunan hiç kimse, zamanın bu denli çabuk akıp gitmesini ve yaşanan o güzelliklerin bitmesini istemiyordu.

Gelenek ve göreneklerin yaşatılması, genç neslin hem birbirini, hem de büyüklerini tanıması adına  bu yıl ilki gerçekleştirlen bayramlaşma, birlik ve dayanışma etkinliğinin önümüzdeki bayramlarda da, aksatılamadan ve daha geniş katılımlı olarak, gerçekleştirilmesi arzu edilmektedir. Bu bağlamda tüm köylülerimizin, önümüzdeki bayramlarda gerçekleştirilecek bayramlaşma, birlik ve dayanışma etkinliklerine katılmalarını beklemekteyiz.

Bu yaz baştan sona yeniden düzenlenen Karayusflu köy odasında, kitap ve benzeri yayınların toplanacağı, okuyucu ve araştırmacıların istifadesine sunulacağı, hedef kitlesi sınırsız bir kütüphane oluşturma çalışması ve bu çalışma kapsamında da bir kitap kampanyası başlatmış bulunmaktayız. Elinde kitap ve benzeri yayınlar olan ve bağışlamak isteyen köylülerimizin "karayusuflular@hotmail.com" eposta adresi aracılığıyla bizimle iletişime geçmelerini rica ediyoruz.

Karayusuflu köy odasının yeniden düzenlenmesinde emeği geçen ve maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen tüm köylülerimize teşekkür ederiz!




0 Yorum - Yorum Yaz

KUTSAL VE EN YÜCE HAK

Dr. Şair Salim Çelebi


Köşektaşlı Dr. Şair Salim Çelebi'nin, "Kutsal ve En Yüce Hak" adlı bu şiiri, 1 Eylül 2010 tarihinde Mersin Yenice Belediyesince düzenlenen, 7. Barış ve Kültür Festivali kapsamında yapılan 5. ulusal şiir yarışmasında, "Jüri Özel Kitap Ödülü"ne layık görüldü. Şairimizi yürekten tebrik ediyor, başarılarının davamını bekliyoruz.
kosektas.net

Niye?
Niye ikide bir kabaran bu öfke?
Dil, din, ırk diye ayrılış niye
sizdendir, bizdendir; “fark” diye kayrılış niye?
Niye bu baskı
niye bu kin;
seni var eden
değil mi senin ötekin?
Ne sen seçtin özelliklerini doğarken
ne o ne de ben,
hayatın güzelliklerini bir kaşık suda boğarken
yıldız gibi kayıyor yaşam.
Savaş pusuda
silahlar piyasada
zulüm ve açlık yine yaşanan.

İnsan.
Zamanın törpülediği evrimin efendisi
uyan,
uyan ve gör gayri
ok ve yayla başlattığın
bombayla sürdürdüğün serüveni;
sömürün için asırlarca kullandın   
milliyeti ve dini
savaş sanatlarınla dolu
tarih filminin sahneleri...

İnsanım:
Barışa hasret
sevince sevdalı bir yanım
bir yanım
yarım.
Tepeden bakma
yuvarlak bir yüzden bakan
fırlak iki göz gibi,
kara saplı bir bıçak saplanır bağrıma:
Yarası krater
acısı ölümden de beter
yakıcı bir köz gibi.

İnsanız.
Çoluk çocuk, kadın, erkek;
kemik, et ve kanız:
Aynı çığlığı atarız doğuşta
doğaya “merhaba” derken;
aynı hüznü yaşarız yok oluşta
dünyaya veda ederken;
aynı heyecanı duyarız aşkta
başta kavak yelleri eserken.
Aynıdır akan kanımızın rengi;
uyan uykudan
ve gör artık şamar gibi yüzümüze çarpan
evrendeki ahengi.
Birlik olalım dirlik için
selam duralım kardeşçe yaşama
ve “dur” diye haykıralım
akacak kanla
alın terimizi çalmaya çalışana.

Ey yaşam, ey birlikte yaşam
doğadaki kutsal ve en yüce hak;
gün gelecek,
barış umutlarımız
suya kavuşan
buğday başakları gibi fışkıracak.




1 Yorum - Yorum Yaz

62. Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı Türkiye Etkinlikleri


 
Dünyanın en büyük kitap panayırı olarak bilinen Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, 6-10 Ekim 2010 tarihleri arasında kapılarını 62. kez açmış olacak.  


Bağımsızlığının 200. yıldönümünü kutlayan Arjantin ise, bu yılkı fuarda “Konuk Ülke” oluyor. Fuar, dünyanın dört bir köşesinde yerleşik 114 ülkeden  7 bin yayınevi, 10 bini aşkın gazeteci ve 1000 civarında edebiyat ustasına ev sahipliği yapacak.

Arjantin konuk ülke sıfatıyla, bu fuarda Almanca olarak yeni yayınlanan 200 edebiyat eserini sergilerken, farklı açılardan da büyük bir tanıtım imkanı bulmuş olacak. Bu bağlamda 60’ı aşkın yazar, şair ve edebiyatçının yanısıra, farklı branşlardan sanatçılar da, gerek fuar içinde gerek fuar dışında Kasım ayına kadar uzanan farklı etkinliklere katılacak.

Bu yılki fuara iştirak edecek ülkeler sıralamasında Almanya 3 bin 144 yayınevi ile ilk sırada bulunuyor. İngiltere 800 yayınevi ile 2., ABD ise 600 yayıneviyle 3. sırada yer alıyor.

Fuar yönetimi, bu yılki fuara katılımcı ilgisinin azalmasını doğruluyor ve buna gerekçe olarak dünyadaki küresel krizi gösteriyor. Katılımcı azlığı, doğal olarak teşhir edilen kitap sayısında da yüzde 25 gibi önemli bir gerilemeyi gösteriyor.

Fuarda bu yıl uluslararası alanda ün yapmış Jonathan Franzen, Bret Easton Ellis ve Kenn Follett gibi isimler dikkati çekiyor. Almanya’nın usta yazarlarından Günter Grass, Richard David Precht, Martin Mosebach ve Frank Schaetzing gibi isimler de bu yılki fuarda değişik faaliyetlerde yer alacak.

Bu yılki fuarda karşılaşılabilecek ünlü şahsiyetler arasında Franz Beckanbauer, Til Schweiger veya Maximilian Schell gibi isimler de göze çarpıyor.

Resmi açıklamaya göre, 5 gün boyunca sadece fuar alanındaki standtlarda toplam 2 bin 500 edebiyat sohbeti ve yayıncılık konusu işlenecek. Bu arada, dünyada giderek ilgi alanı olan çocuk kitapları, Frankfurt’taki fuarda da kendini gösterecek.

Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na paralel her sene Alman Yayıncılar Birliği’nce verilen ve 25 bin Euro maddi değeri bulunan “Barış Ödülü”nun bu yılki sahibi, İsrailli yazar David Grossman oldu. Yazar, Frankfurt’un Paulskirche adlı önemli tarihi merkezinde 10 Ekim Pazar günü düzenlenecek özel törenle ödülünü alacak.  56 yaşındaki İsrailli yazar, İsrail ile Filistin arasında barışı sağlama yönündeki çabalarıyla da tanınıyor. David Grosman için düzenlecek olan bu ödül töreni, 10 Ekim Pazar günü saat 11’den itibaren Alman 1. Televizyonu ARD tarafından da naklen yayınlanacak.

Grohman, çeşitli roman öykü ve çocuk anlatılarında İsrail-Filistin arasındaki çelişkileri yumuşatacak, barış arayan konulara büyük yer veriyor. İsrailli yazarın önemli yapıtları arasında, Kuzuların Gülücüğü, Sevgi, Sarı Rüzgar gibi eserler de bulunuyor. David Grohman’ın ayrıca uluslararası alanda birçok edebiyat ödülü de var.

Türkiye Etkinlikleri

2008 yılının Konuk Ülkesi” olan Türkiye, geçen yıl durgun bir programa sahip olsa bile, bu sene fuarda kapsamlı bir standla temsil edileceği öğrenildi. Türkiye’nin farklı alanlarda uzmanlaşmış yüze yakın yayınevi ağırlıklı olarak bir salonda tanıtım yaparken, fuar süresince Türkiye standının yanısıra, fuarın değişik bölümlerinde çok sayıda kültürel etkinlik, edebiyat sohbetleri ve okuma saatleri de gerçekleşecek.


Fuar 5 Ekim akşamı, Arjantin’in ön planda olacağı resmi bir açılışa ev sahipliği yapacak. 6 Ekim günü saat 12:00’de Türk yayıncılığında yeni açılımlar konulu bir toplantı var. Prof. Dr. Onur Bilge Kula’nın yöneteceği etkinlikte Ümit Yaşar Gözüm, Metin Celal, Münir Üstün, Nevzat Bayhan ve İsrafil Kuralay konuşmacı oluyor.
Saat 13:00’de ise, Türkiye standında küratörü Fahri Aral olan “Books Odissey Plus” adlı bir sergi var. Bu sergiyle birlikte Türkiye standında bir kokteyl yapılacak.  Gazetemizin baskıya girdiği saate dek elimize ulaşan diğer etkinliklerden bazısı şöyle:
    
6 EKİM ÇARŞAMBA:

Saat: 14.00: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”unda Huzursuzluk
Konuşmacılar: Doğan Hızlan, Abdullah Uçman, Metin Celal ve Wolfgand Riemann
Tanpınar, yazar kimliğiyle Doğu ve Batı kültürünün tam ortasında durmuş ve bu gerilimi yapıtlarında iç ve dış boyutlarıyla işlemiş bir yazar. Konuşmacılar, yazarın “Huzur” adlı romanındaki birey odaklı “huzursuzluk” sorunsalını tartışacaklar.

Saat: 14.00: Farklı Kültürlerin Zocuk Edebiyatının Türkiye’ye Yansıması
Moderatör: Necdet Neydim,
Konuşmacılar: Müren Beykan, Bahar Siber
Çocuk edebiyatı, dünya ölçeğinde büyük gelişim gösteren bir alan. Türkiye’de bu alanda çalışan editörler, farklı ülke kültürlerinde yayınlanan çocuk kitaplarının nasıl algılandığı üzerine konuşacaklar.
   
Saat: 16.00: Edebiyatta İstanbul/Roman, Öykü, Şiir,
Konuşmacılar: Enver Ercan, Ali Ural, Müge İplikçi
İstanbul, yüzyıllardır sanat ve edebiyata ilham kaynağı olmuş bir kent. Konuşmacılar, İstanbul’un dünden bugüne şiir, roman ve öyküye nasıl yansıdığını örnekleriyle anlatacaklar.

7 EKİM PERŞEMBE:

Saat: 11.00: Yazınsal Geçişler; Türk Alman/Alman Türk Çevirmen Ödülleri ve Türk Kitaplığı    
Konuşmacılar: Ümit Yaşar Gözüm, Max Maldacker, Erika Glassen, Bettina Berns, Antje Contius
Konuşmacılar, Türk kültür, sanat ve edebiyatının dışa açılması etkinlikleri kapsamında Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, S. Fischer Vakfı, Robert Bosch Vakfı ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ortaklaşa başlattıkları Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye yapılan çeviriler ve ödüller üzerine konuşacaklar.  Bu bağlamda Türk Kitaplığı da ele alınacaktır.

Saat: 12.30 Türkiye’de Genç Roman
Moderatör: Adnan Özer,
Konuşmacılar: Aslı Tohumcu, Alper Canıgöz, Yavuz Ekinci
Türkiye’de de roman son yıllarda büyük ilgi görüyor. Türk edebiyatı bu alanda birçok yeni isim kazandı.  Bu isimlerden öne çıkanlar, hangi özellikleriyle kendilerini belirgin kılıyorlar? Konuşmacılar, bu sorudan yola çıkarak, “Genç Roman”ı tartışacaklar.

Saat 14.00 Gezginlerin Gözüyle İstanbul
Konuşmacılar: Enis Batur, Beşir Ayvazoğlu  
İstanbul, tarihin her döneminde gezginlerin ilgi odağı olmuştur ve bu gezi izlenimleri birçok kez yazıya, kitaba dönüşmüştür. Ayvazoğlu ve Batur, bu izlenimlerden yola çıkarak İstanbul’u gezginlerin gözüyle değerlendirecekler.

Saat: 16.00-2010 Kültür Başkenti İstanbul
Ahmet Emre Bilgili / İsrafil Kuralay  
Konuşmacılar 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul üzerine düşüncelerini aktaracaklar.

8 EKİM CUMA:

Saat: 11.00 Veri Uçar Kâğıt Kalır: Dijital Yayıncılığın Geleceği
Moderatör: Erhan Erken,
Konuşmacılar: Hayati Bayrak, Kenan Kocatürk, Ahmet Atakan Babalık, Mehmet İnhan, Murat Menüoğlu
Konuşmacılar yeni binyılda dijital yayıncılık karşısında  basılı yayıncılığının geleceğine yönelik yeni tahminleri ve beklentileri değerlendirecekler.

Saat: 12.30 Türkiye’de Genç Şiir
Moderatör: Haydar Ergülen
Konuşmacılar: Gonca Özmen, Ömer Erdem, Şeref Bilsel
Şiir, Türk edebiyatının en gelişkin türü. Ülkemizde büyük bir geleneğe sahip olan  şiirin günümüzde temsilcileri kimler? Bu isimler, şiire hangi açılardan katkı sağlıyorlar? Konuşmacılar, bu sorulardan yola çıkarak, “Genç Şiir”i tartışacaklar.

Saat: 14.00 Konferans: Hegel ve Goethe’de Türk İmajı
Prof. Dr. Onur Bilge Kula
Goethe ve Hegel, Kant’ın kuramsallaştırdığı aydınlanma birikimi,  büyük ölçüde Alman düşüncesinin ürünü olan Romantizm akımı ile bütünleşti ve boyutlandı.
Bu bağlamda Goethe edebiyat, Hegel de felsefe alanında aydınlanma ile başatlaşan sömürgeciliğin bir türevi olan oryantalist söylemi üstlendi. Onur Bilge Kula, oryantalist geleneğin beslendiği kaynaklardan biri olan İslam ve Türk kavramları üzerine konuşacak.

Saat: 16.00 Modern Dünyanın Oluşumunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Rolü
Konuşmacı: Erhan Afyoncu
Osmanlı İmparatorluğu'nun, bugünkü dünyanın Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu gibi en problemli üç bölgesinin de içinde olduğu çok geniş topraklar üzerinde 600 yıl süren hâkimiyetinin etkisi bugün de sürüyor. Erhan Afyoncu, Osmanlıların izlediği siyasi ve dini politikaların  günümüz modern dünyasının şekillenmesinde nasıl rol oynadığını anlatacak.

9 EKİM CUMARTESİ:

Saat: 09:30. Geçmişten Geleceğe Oyuncak Köprüsü "Tarihi Eyüp Oyuncakları"
Konuşmacılar: Asuman Ustaoğlu, Gönül Tütün
Oyuncaklarla yaşadığımız ilişkinin kişiliğimizin oluşumunda önemli bir payı var. Hayaimizin sınırlarını onlarla genişlettik,  paylaşma duygusunu ilk kez onlarla yaşadık. Peki, elimize alıp oynadığımız oyuncakların nasıl yapıldığını biliyor muyuz? Bu deneyimi Tarihi Eyüp Oyuncakları’nı hep birlikte yaparken yaşayacağız.

Saat: 12.00: Türkiye’de Genç Öykü  
Moderatör: Nalan Barbarosoğlu
Konuşmacılar: Ahmet Büke / Ayşegül Çelik / Ömer Faruk Dönmez
2000’li yılların öykücülüğü nasıl bir gelişim gösteriyor?  Dönemi temsil eden isimler kimler? Edebiyat geleneğimize yeni açılımlar kazandırıyorlar mı? Konuşmacılar, bu sorular ekseninde ”Genç Öykü”yü irdeleyecekler.

Saat: 14.00:  Edebiyat Sınırları Aşar  
Konuklar: Feridun Zaimoğlu, Sezer Duru
Edebiyat, özellikle çeviri faaliyetlerinin büyük bir hız kazandığı günümüzde sınır tanımıyor. Herhangi bir dilde yazılmış bir kitabın, aynı anda birkaç ülkede birden farklı dillerde yayımlandığına tanık oluyoruz bugün. Yazarlar, deneyimlerinden de yola çıkarak, konuyla ilgili düşüncelerini paylaşacaklar.

Saat: 16.00 Benim İstanbulum.
Moderatör: Fahri Aral
Konuşmacılar: Roni Margulies, Mıgırdiç Margosyan, Ari Çokona, Süleyman Faruk Göncüoğlu, Mine Söğüt.
İstanbul, bünyesinde farklı din ve kültürlerin iç içe yaşadığı bir kent olma özelliğini bugün de sürdürüyor. Konuşmacılar, İstanbul’un bu özelliğine kendi pencerelerinden bakacaklar.    
 
10 EKİM PAZAR:
                             
Saat: 12.00: Şehirlerin Kraliçesi- Dünyanın İlk Günü
Beyazıt Akman, odağında İstanbul olan, Gutenberg’den Bellini’ye değin pek çok tarihi kişiyi bir araya getiren, Hıristiyan-Müslüman ilişkilerine ve kolektif bilinçteki Doğu-Batı ikilemine dair pek çok olguya yeni bir bakış açısıyla eğilen romanını anlatacak.

Saat: 14.00: Almanya’da Türk Kökenli Edebiyat
Yazar ve akademisyen Tom Cheesman, Almancada okurla buluşmuş Türk romanları ve yazarları ile Almanyadaki Türk kökenli edebiyat üzerine konuşacak.

Ekleme Tarihi: 23.09.201, Hessen Toplum





0 Yorum - Yorum Yaz

TARİH DÜŞSÜN ZAMAN

Dr. Şair Salim Çelebi

Köşektaşlı Dr. Şair Salim Çelebi, 16 - 18 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan, "Uluslararası Hacıbektaş Veli Anma Etkinlikleri" için düzenlenen şiir yarışmasının serbest vezin dalında, "Tarih Düşsün Zaman" adli şiiri ile ikincilik ödülü aldı! Sayın Dr. Salim Çelebi'yi, almış olduğu ödülden dolayı tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz!

kosektas.net




Dur!
Savurur beni kendi fırtınam...
Ben,
ne dorukta kanatlanan
bir kartal
ne de rüzgarla secdeye varan bir serviyim.
Farklı farklı olsa da
bazen yasaklansa da ismim
inan ki aynıdır cismim:
Karanlığa ışık tutan Hacıbektaş eriyim.
 
Dur ve dinle:
Hak aşkına,
enel- Hak aşkına,
on dört masumu-pak aşkına
yolculuk yapalım tarihe seninle...
 
Kandılar!
Bir kez daha kandılar
kördü gecenin karanlığı
kanlarıyla yıkandılar.
Güneş tutulmadı o gün
unutulmadı o gece...
Haktı erekleri
dillendirmekti halka Hak uğruna gerçekleri.
Kum ve serap ve “Ya Rab!” sesleriyle
ve tükenmeyen nefesleriyle
Hakka yürürken 72 can;
Kerbela’da tarih düştü zaman.
 
On altıncı asırdı...
Zaman yorgun
zaman suskun
zaman tarihe esirdi
kendi çıkmazında...
Haber verdi yapılacak akını
Mehter takımı:Tekbir getirdi ulema!
 “Cennet” vaat edildi
ihtiyaç duyana,
“Katli vaciptir!” denildi
inanmayana...
Ve fetva ve ferman
ve meşrulaştı yapılacak katliam!
“Yetiş ya Hızır!” çığlıklarıyla
kızıl aktı Munzur.
Hakka yürürken mazlum ve mahzun ve masum
kırk bin can;
Anadolu’da tarih düştü zaman.
 
Uyan dostum, uyan;
küreleşti dünya
indirdik öküzün boynuzundan:
Oymaktık, ulus olduk destanlara...
Direndik, mahpus olduk zindanlara...
Gün geldi, suspus olduk iskânlara...
 
Evet dostum,
bilmelisin Nesimi’den
anlamı yoktur sırtta taşınan postun...
Farkında ol her şeyin
Hak uğruna şehit edilmedi mi Hüseyin?
Ben Yurttaşım:
Anadolu’da Hacıbektaş’ım
Maraşta Mahzuni olur sesim
Pir Sultanda nefesim... 
Direnişimin
simgesidir Şeyh Bedrettin.
Ve Yunus ve Yedi Ulu Ozan
ve On İki İmam tanırım ben;
tanıdıkça utanır
utandıkça nurlanırım ben...
Semahta toprakla bütünleşirim,
on iki fark
tek bir tat olur aşuremde
hakça üleşirim;
umutla filizlenir gönlüm
ışıkla yeşeririm.
 
Yürü dostum,
yürü ışığa doğru
takip etsin seni gölgen... 
Horasan’da beynim
Kerbela’da yüreğim
Serçeşme’de Güneşimsin sen.
Yeni bir tarih yazalım:
Harfleri dost
sözcükleri sevgi
sayfaları aşk olsun;
benzemesin bugünküne
yazılanlar başka olsun;
sevgiyle yoğrulsun ürettiklerimiz
paylaşımı hakça olsun;
eceliyle Hakka yürüsün her insan;
ne gözyaşı ne kan
saçtığı ışıkla tarih düşsün zaman. 

Dr. Şair Salim Çelebi


 



Kitap Okumanın Yararları
Hüseyin Seyfi, Öğretmen

Okuyan insan duyarlı insandır; çevresindekilere kayıtsız kalamaz! Okuyan insan fikir üretir, haksızlıklar karşısında kendini savunur!
Hüseyin Seyfi


 “Kitap vardır tadılır, kitap vardır çiğnemeden yutulur, bazı kitaplar da sakız gibi çiğnenir .”

Yukarıdaki alıntıyı, "The Little, Brown Reader" adlı kitabın girişinden çevirdim. Söz Francis Bacon’a ait.

Konu, bütün makale ve kitapların aynı şekilde ve hızda okunamayacağını, gazete ve dergilerdeki yazıların bile ayrı ayrı okuma hızlarının olduğunu bir saatte yüz sayfa kitap okuyan kişinin, okumadığını göz attığını belirtiyor. Göz atmanın bile bir maharet, bir sanat olduğunu anlatarak devam ediyor.

Erken yaşlarda başlayan kitap okuma alışkanlığının kazancı da erken olur. Özellikle öğrenciler için sınav başarısında okumanın önemi tartışılmayacak kadar büyüktür. Dershanelerdeki Matematik ve Fen Bilgisi öğretmenleri bile okuyan öğrencilerin, formül, denklem ve problemi anlamada, okumayan öğrencilere göre çok iyi olduklarını ve çabuk algıladıklarını belirtmektedirler.

Erken başlayan kitap okuma alışkanlığı, hangi yaşta olursa olsun kişide kelime haznesini geliştireceğinden daha çok bilmeyi, öğrenmeyi, iyi anlatmayı ve anlamayı getirir.

Okuma, başka kültürleri tanımamızı sağlayarak yaşam dünyamızı genişletir.

Anlamada ve kavramada en önemli unsur konuya odaklaşmadır. Kitap okuma odaklaşmayı sağlar.

Merak ve ilgi duymadan öğrenme kolay kolay gerçekleşmez. Kitap okuyan kişi, olay ve olguları merak eder, araştırır, öğrenme hevesini artırır.

Okuma ile geçen hiçbir an boşa geçmiş zaman değildir. Okuma bazen ilaç gibidir, can sıkıntısı ve yorgunluğu giderir.

Okuma hatırlama gücünü ve melekeleri geliştirir, kişinin kendine güven duymasını ve saygısını sağlar.

Okuyan insan duyarlı insandır. Çevresindekilere kayıtsız kalamaz.

Okuyan insan fikir üretir, haksızlıklar karşısında kendini savunur. Zihinsel alıştırma yaparak karşılaştığı problemleri çözmede başarı sağlar.

Okuyan toplum sağlıklı toplumdur. Okuyan toplumlarda demokrasi sorunsuz işler.

Okumak, iyi kötü, yanlış doğru, güzel çirkin, dost düşman seçimlerinde sağlıklı değerlendirmelerde yardımcıdır.

Okumak, kişiye lezzet ve tat verir.

Okuyanın dünyası geniştir, düşünceleri derindir.

Sevilen bir kitap mutluluktur, yaşamı süsler, zamanı sindirir.

Ekleme Tarihi: 23 Mayıs 2010, Milliyet Blog/Kategori Eğitim






0 Yorum - Yorum Yaz


Musa Kazım YALIM - Hastayım Yaşıyorum Görünmez Hayâliyle

Dil düşünceyi, düşünce felsefeyi, felsefe bilimi, bilim endüstriyi yaratır!

Dil, bilimsel uygarlığın temelidir!

Musa Kazım YALIM


 

EĞİTİM

 

Yaşam boyu eğitim anlayışı: eğitimi sınırlı görmeyen, aynı zamanda, cinsiyeti ve eğitim düzeyi ne olursa olsun, eğitime öncelik ve önem veren bir anlayıştır! Bilgi patlamasının ve çok hızlı değişimin yaşandığı Dünyamızda bunlarla başa çıkmanın en önemli çözüm yolu eğitimdir! Bir toplumun gelişimi, yaşam kalitesinin artması, o toplumun insan kaynaklarını ne kadar etkin kullandığına bağlıdır! Bu ise eğitimle gerçekleşir!
  
İbrahim ÇÖL

 Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır
veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder.

6 Nisan 2014

“Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapmayan, hiçbir şeyi anlamaz. Hiçbir şey anlamayan değersizdir. O ysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür. Bir şeyin aslında ne kadar bilgi varsa daha fazla sevgi vardır…” (Parascelsus).

“Tarih boyunca bütün insanlık için, en vahşi, dünyanın en yırtıcı canavarları ile teknolojinin en tahripkâr silahları bile, yerince ve yeterince eğitilmemiş bir toplumun cahil birey ve barbarları kadar yıkıcı ve tehlikeli olmamıştır!” “Yerince ve yeterince eğitim ve öğretim gösterilmemiş politik, ekonomik ve sosyal yönden doyurulmamış aç bir toplum, her türlü mikrobu kabule susamış açık ve tehlikeli bir yaradan farksızdır!” “Bilgi belki her zaman her şey değildir, ama bilgisizlik hiçbir zaman hiçbir şey değildir!” diyor, M. İlhan Gençsan.

“Eğitim insan olmaktan kaynaklanan en temel haktır ve eşitlik, kalkınma ve barış hedeflerine ulaşılması için gerekli bir araçtır.” (Pekin Eylem Platformu) kararı alıyor.

Bunlara katılmamak mümkün mü? İnsanlar eğitilebilen yaratıklardır. Diğer yaratıklardan farklı olarak öğrendiklerini, eğitimle kazandıklarını başka insanlara ve diğer varlıklara da artırarak aktarabilir, sürdürebilir ve geliştirebilirler. Bunu da on binlerce yıldan beri gerek sözlü gerekse yazılı olarak yapmaktadırlar.

Eğitim sadece günümüzün sorunlarına çözüm üreten değil, aynı zamanda, geleceği de planlayan bir süreçtir. Günümüzde eğitim, yaşam boyu süren, yaşamın her alanını belirleyen ve bütünleyen bir süreç olarak görülmektedir.

Üretimde verimlilik ve kalite, okuma yazma bilmek ve bilmemek arasında % 44 değişim göstermektedir. Türkiye’de kız çocuklarının eğitimi, eğitimden yoksun kalan çocuklar üzerine odaklanılarak, tüm çocuklar için kaliteli eğitim sağlamak anlamına gelmektedir. Okul ve eğitim düzeyi olarak dünyada son 12 ülkeden biri olan ülkemizde; hedef, ülke olarak, tüm kız ve erkek çocuklarımızın ilköğretimi bitirmesini sağlamak olmalıdır.

Geleceğimizi güvenli, sağlıklı, kültür seviyesi yüksek nesillere bırakmak için her şeyden evvel tüm çocuklarımızı eğitmeliyiz. Bu uğurda herkese görev düşmektedir. Kız çocuklarının eğitimini sağlamanın önemli bir yolu, kız çocukların eğitiminin önemi konusunda toplumu bilinçlendirmek ve anne babaları kız ve erkek çocuklarını ayırmadan okula göndermeye ikna etmektir. Okula kayıt olmamış, kaydolduğu halde okula devam etmeyen ya da okulu bırakma riski bulunan çocukların sisteme kazandırılmaları ve sistem içinde kalmalarını sağlamak önemlilik arz etmekle birlikte, okuma yazma bilmeyen yetişkinlerin tespiti çalışmaları ve kurslara yönlendirilmeleri de önemlidir.

Eğitim istendik davranışların öğretilmesi ve alışkanlık haline getirilme kazandırışları olarak değerlendirilmelidir. Bu anlamda okullarımızda eğitim kalitesinden bahsedilemez. Okula ulaşımda, tercihte, çevre ve yakın okulların zorunlu tutulmaması ve kayıt alanındaki başarısızlıklar nedeni ile çevre ilgisi azalmış olan okulların mali yapısı da yetersizdir, zayıftır. Okul donanımları bizzat okul tarafından tedarik edilmesi durumuyla karşı karşıya bırakıldığından, donanım eksik ve yetersizdir. Zorlamalar kayıt dışı çağ (çağ: Burada Türkiye’deki zorunlu eğitim çağı (06–16) yaş grubu içinde bulunan kesim kastedilmektedir.) nüfusu artırmaktadır.

Bir sınıf içinde çok çeşitli öğrenme sürecine sahip öğrencilerin olması nedeni ile eğitim öğretimde olumsuzluklar oluşmuş durumdadır. Mali yönden zayıf çevre, ekonomik kaygıları öne çıkmış veya zayıf eğitimcilerle, gerek mesleki gerekse eğitim materyalleri kullanımı deneyim ve uzmanlığı açısından güçsüzdür, zayıftır. Bilgi, deneyim, kariyer ve liyakat esasına göre yetişmemiş kişilerin eğitim kurumlarında yönetici olarak bulundurulması, belirli siyasi görüş veya zümre eğilimli kişilerin bulunması olumsuzluğunu taşımaktadır.

Okullarda genç öğretmenlerin fazlaca bulundurulması, kurum kültürünün oluşmaması olumsuzluğunu taşımakla beraber, çalışma şevk ve isteklerinin bulunması, korkularını yenebildikleri ölçüde eğitime olumlu katkılar sağlamaktadır.

Öğretmenlerin zamanında derse girip çıkarak, okulda bulunan öğrencileri güvenle okulda tutabilmeleri tek olumlu yönlerindendir. Eğitim kalitesi, mali yapımız, donanımlarımız, okulun eğitim açısından çekici odak olamaması, eğitimciler olarak birlikte karar verme zayıflığı ve uygulama eksikliklerinin mevcudiyeti, kişilerle öğrenciler arasında öznel davranışlar yaratamaktadır. Kurum Kültürü mevcut değildir.

Lider ve yetenekli personel yetersizliği, kısıtlı araştırma ve geliştirme çalışmaları, paydaş ve ortakların çalışmalara tam olarak katılamadıklarını göstermektedir. Eğitim kurumlarının başarı algılaması anlayışı ve çevre ilçelerdeki okulların çekiciliğinin sürüyor olması, mevcut sistemin eğitime bakış açısı, gelecekte bu alanda daha da zayıflayacağımızı ve fırsatları yakalama şansımızın düşük olacağını göstermektedir.

Çevrenin eğitimsizliğinin artması, eğitimden beklenti zayıflığına yönelme, düşme durumu söz konusudur. Açık öğretime yönelme, çeşitli kursları alternatif görme yüzünden örgün eğitim kurumlarında istenilen hedeflere ulaşılamamakta, kazandırılması gereken alışkanlıklar kazandırılamamakta, içselleştirilememektedir ki; eğitim, açık öğretim kurumları ile asla mümkün görünmemektedir. Teknoloji baş döndürücü hızla değişimini sürdürürken, kurumsal olarak onu yakalamada ve tedarikte güçlük yaşıyoruz.

Çocuklarımız öz güvenini kazansın diye çabalarken, işin sonunun nereye gideceğini kestiremiyoruz. İçine kapanık veya çok hareket serbestîsi bulunan çocuklar, kişiler olumsuz örnekler sunmaktalar. Bu noktada eğitimciler çözümsüzlük içinde bulunmaktadırlar. Veli Öğretmen ilişkileri, eğitim için katkı sağlayamayacak olumsuz bir konumda sürdürülmektedir. Çocuklara özgüven kazandırırken, kişiliklerin temeli, saygı ve sevgiyi verememek ya da olumsuz yöne kaydırmalar gözlenilmektedir. Sevgi, saygı çemberleri eksene alır. Çocuğun peşine takılmak ayrı, çocuğu insan yerine koymak ayrı. Çocuk değerlerimizin fanusu içinde sönmeyen bir alev kalmalıdır. Tek başına kalırsa bilinmez fırtınalardan nasıl korunur. Zararlı alışkanlıkların hızla yayılıyor olması, görsel yayınlar ve medyada çocukların zihinsel ve duygusal gelişimini olumsuz etkileyen örneklemeler mevcuttur. Bu durum kişilik oluşum ve gelişimine zarar vermektedir.

Bilinçsiz internet erişimi ve kullanımı, tek yönlü bilgi oluşumu, karşılaştırmalı öğrenim zayıflığına sebep olmaktadır.



0 Yorum - Yorum Yaz

Türk TV Kanalları ve Göçmenler

Rıza Almalı

West Deutsche Rundfunk Köln Radyosu Muhabiri

 

Özellikle görsel medyanın en önemli gelir kaynağı şüphesiz ‘’reklamlar.’’ Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa ülkelerinde izlenebilen özel televizyon kanalları ile yıllardır iktidar partilerinin borazanlığını yapan TRT arasındaki reklam pastasından en büyük payı alma savaşımı hala sürüyor. Reklamsız bir film, bir maç  veya  bir dizi izlemek, hangi kanalda olursa olsun, neredeyse olanaksız! Türkiye’de yayın yapan özel kanalların ve  TRT’nin Almanya’da izlenir olması ve  kanal sayısının çokluğu nedeniyle akşamları hangi kanalın izleneceği konusu evlerimizde tartışmalara yol açar oldu. Böylesi durumlarda kimi ailelerde ya ebeveynlerin istediği kanal izleniyor ya da evdeki televizyon sayısı artırılarak, sorun tatlıya bağlanıyor dersem yeridir.

Nereden nereye!..

 

80’li yıllarda evlerimizin baş tacı ve haftasonlarının vazgeçilmez eglencesi olan video bandına çekilmiş yerli Türk filmleri satan dükkanlarda, filmler de birer-birer  yok oldu ortalıktan. Bir zamanlar tanesini 50 Pfennig’e alıp, ailece baş köşeye çekilerek saatlerce izlediğimiz o duygu yüklü, buram-buram memleket havası kokan video bandına çekilmiş yerli filmler şimdilerde nerede, hangi raflarda çürüyorlar? Doğrusu merak ediyor insan...

 

“Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.” misali,

“Çanak anten icat oldu, videolar kayboldu.”

 

Çanak anten aracılığıyla artık Türkiye oturma odalarımıza taşınmış durumda. Sıla da bir, gurbet de bir oldu adeta...

 

Eskiden tatilden tatile gördüğümüz Türkiye şimdi uydu antenleri sayesinde 24 saat oturma odalarımızın başkonuğu. Uydu anteni özellikle gurbette yaşayanlar için anavatan ile iletişim kurmaları  açısından yeni bir çığır açtı.  Zira akşamları işten eve döndüğünüzde ve haftasonları boş vakitlerinizde dokunuyorsunuz kumanda aletinin düğmelerine ve Türkiye anında odanıza taşınıyor. Bu harika kutunun karşısına geçip, sıla özlemini gidermek, bir nebze de olsa memleket havasını teneffüs etmek, Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’nın, Mehmet Ali Erbil’in sulu espirilerine gülmek, hemen her kanalda yayınlanan ve her türlü denetimden uzak, seviyesiz film ve eğlence proğramlarını, güncel konularda saatlerce süren tartışmaları evlerimizde ve kahvelerde seyretmek biz göçmen Türklerin vazgeçilmez alışkanlıkları haline geldi.

 

Çoğumuzun evinde Alman TV kanalları, ne yazık ki, hiç açılmıyor. Doğrusu artık  birçoğumuzu ne Almanya, ne Almanlar, ne Alman ekonomisi, ne Alman politikası, ne Alman eğitim sistemi, ne de bu ülkenin sosyal yaşamı fazla ilgilendirmiyor.

 

Göçmen Türkler olarak 90’lı yıllardan itibaren adeta birbirimizle yarışırcasına evlerimizin çatılarına, duvarlarına ve balkonlarına, ev sahiplerinin tüm itirazlarına rağmen, çanak antenleri dikiverdik. Şimdilerde işten eve döner-dönmez Türk TV kanallarını açıyor, gönlümüze göre bir proğram bulup, koltuğa da uzanarak seyretmeyi yeğliyoruz.

 

Orman, yeşillik niye? Sevgi, heyecan niye? Komşuları ziyaret etmeye, Almanlarla dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri kurmaya, bir kitap okumaya, dost ve hemşerilerle beraberce eğlenmeye ne gerek var? Çanak anten güdümlü TV bu duygularımızı da doyurur oldu artık...

 

Türkiye’de olan herşey, örneğin Başbakan öksürse bile, anında haberimiz oluyor ama birçoğumuz çocuklarımızın okuldaki durumlarından bihaberiz maalesef. Okullarda senede iki defa yapılan veliler toplantısına gitmeyi, çocuğumuzun okuldaki durumunu  öğrenmeyi bile  gerekli görmeyenlerimiz var aramızda.

 

Diğer taraftan burada doğup-büyüyen çocuklarımız kitap okuyarak güzel Türkçe öğrenmek yerine,  kimi Türk  TV proğram ve filmlerinde duydukları argo kelimeleri öğrenmeye ve konuşmaya özeniyorlar. Bu nedenle çanak anten güdümlü boş zaman diktatörü TV’nin Almanya’da en çok zarar verdiği kesimin başında Türk çocukları geliyor dersem konuyu fazla abartmış olmam herhalde!

 

Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre göçmen Türk ailelerinden sadece %8’nin Alman TV kanallarını seyretmeyi tercih ettikleri ortaya çıkmış. Oysa biz bu ülkede yaşıyoruz, bu ülkenin sosyal yaşamı ve sorunları bizi de birinci derecede ilgilendiriyor. Hiç değilse çocuklarımızı Alman kanallarını  izlemeye özendirmemiz gerekir.

 

Özel Türk TV kanalları, dizi seyreden Türk kadınlarını evlere, maç hastası erkekleri de kavehanelere hapsetmiş durumda. Böylelikle her geçen gün Alman toplumundan biraz daha uzaklaşıyor ve bu ülkeye biraz daha yabancılaşıyoruz. 

 

Kaldı ki, bu harika kutunun bir de düğmesi vardır, dokunursanız kapanır. İşte o zaman ya aile sohbetine koyulur ya komşu ziyaretine gider ya da Orhan Pamuk,Yaşar Kemal veya Maksim Gorki veya Hermann Hesse gibi dünyaca ünlü yazarların kitaplarını okur, bir hobimizle ugraşabiliriz.

 

Herşeyi görmek yerine bazı şeyleri bizzat yaşamak daha güzeldir.

 

Rıza Almalı, Münster


 




1 Yorum - Yorum Yaz

CELALETTİN ÖLGÜN HİKAYELERİ



 
 Hüseyin Güneş Bilal Çöl


Burada sunduğumuz bu tadımlığın yazanı sayın Celalettin Ölgün'e teşekkürler sunuyor, hikayenin kahramanları Zeynep Güneş, Hüseyin Güneş ile Bilal Çöl'ü ise saygıyla anıyoruz!

kosektas.net


SUYA  ATILMA

 

Celalettin Ölgün


 

Kış mevsiminde; ahırı görüp, kar yağdığında kar kürünüp çığır açılmışsa işler bitmiş demektir. Artık herkes kendi arkadaş gurubunun toplandığı yerde buluşup gubuz atmalar, birbirini tıngırdatmalar, şakalaşmalar başlar.

        

Yine Dede’nin dükkanı; bir akşam, Fatinin Bilal, bilerek ya da gafilden sesli olarak yellenmiş.

 

“Vay! Sen misin bunu yapan? Böyle hata işleyen suya atılır.

 

Dede’nin eli açıklığı tutmuş, Bilal’i suya atana yüz lira verecek. O yıllarda yüz lira büyük paradır. Öğretmen Fethi bile, ayda ancak o denli para alabiliyormuş. Bilal, “Sen yüz lirayı ortaya koy, kimsenin beni suya atmasına gerek yok, kendimi “Havta atarım”, demesi üzerine para alınmış, görgü tanıkları gözetiminde, soğuk, her yerin buza kestiği zemheri ayazında gidilerek Bilal ortaçeşmenin havtına atılıp sırılsıklam olmuş. O durumda dükkana gelinerek evden kuru giysiler getirtilmiş ve giysiler değiştirilmiş. Yüz liranın bir kısmıyla hemen orada çerez, lokum alınıp yenmiş. 

 

Dede, boş yere giden paraya mı, kendi  parasıyla ona buna fındık, fıstık çekildiğine mi, dükkanın üç, beş aylık kazancının uçup gittiğine mi üzülsün?

 

Sabahın çok erken saatlerinde; Dede’nin karısı Zebet, Bilal’in kapısındadır.

 

“Hiç olmazsa kalanını verin.”


Bilal: Bilal Çöl. Ölümü:2001

Ahır görmek: Ahırı temizleyerek  hayvanları yemleyip sulamak.

Kar kürüme: Yağan karı  evin üstünden sıyırıp yere indirme.

Tıngırdatma: Birisin sezdirmeden konuşturup, söyletme.

Gafilden: Bilmeden, kontrol dışı.

Zemheri: Karakış

Havt: Hayvanların su içmesi için yapılan çeşme havuzu.

Zebet: Zeynep Güneş. Ölümü: 198.


 


 

 




1 Yorum - Yorum Yaz


 

 Adem Güneş - Kâzım Yalım - 1970'li yıllar, Ankara

KÖŞEKTAŞ’TAN PORTRELER

I

KÂZIM YALIM


Yazan ve Sunan Dr. Salim Çelebi


Bu yazının, güler yüzlü, aydınlık kimlikli, çok yönlü, çok hünerli öğretmenimiz Kãzım Yalım henüz hayatta iken kaleme alınmış olması oldukça sevindirici.

Bu yüzden Köşektaşlı Dr. Salim Çelebi'ye, bu anlamlı çalışması için ne kadar teşekkür etsek azdır! "Köşektaş'tan Portreler" adlı çalışmasının devamını sabırsızlıkla ve merakla bekliyoruz.

kosektas.net



İlkokul  öğretmenlerim Yahya Doğan ve Fethi Çelebiydi.

 

Öz be öz amcamın oğludur Fethi Öğretmen.

 

Değer yargılarımız ve saygı anlayışımız farklıydı o yıllarda. Çekinir, korkardık öğretmenlerimizden ve haddimize bile düşmezdi en ufak bir saygısızlık. Bu nedenle, ben tüm öğretmenlerime olduğu gibi Fethi Öğretmenime de hep resmî davranmışımdır.

    

Gerek öğrenciliğimde ve gerekse sonraki yaşamımdaki ilişkilerimiz, “amcamın oğlu” olarak değil de “öğretmen-öğrenci ilişkileri olarak sürmüştür.

    

Çok şeyler öğrenmişimdir Fethi Öğretmenimden; rahmetle ve saygıyla anıyorum.

    

Kâzım Öğretmen de akrabamdır ve halamın oğludur. Benim öğretmenim olmadığı için, ilişkilerimiz resmî değil daha bir samimi olmuştur hep.

    

Her şeyden önce Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunuydu.

    

(Köye son gidişimde Ade Bacıyla (Çelebi) konuştum: Köylü çocukların, Köy Enstitüsüne yönlendirilmesiyle görevli yetkililer köye gelip onu da götürmek istemişler, fakat babası; “Ben kızımdan ayrılamam!” diyerek tüm baskılara rağmen göndermemiş: Hayıflanıyordu.)

    

Kadife gibi bir sesi vardı ve çok iyi ut çalardı Kâzım Ağabey: Köy Enstitüsü mezunu olmanın ayrıcalığı olsa gerek!

    

Geçenlerde, bana gönderilen; köy enstitüleriyle ilgili bir çalışmada gördüm adını ve heyecanlandım.

    

Ben çocukken, babamın ricasını kıramaz ve uduyla bizim eve gelir ve başka gelenlerle birlikte zevkle dinlerdik doyumsuz sesini.

    

Ut, Kâzım Ağabeyin maharetli parmaklarıyla; enstrüman olmasının mutluluğunu yaşardı.

     Kütüphanesi zengindi ve sayılamayacak kadar çok yerli ve yabancı yazarların kitapları vardı.

    

Ben, ortaokul ve lise öğrenciliği yıllarımda okudğum tüm kitapları Kâzım Ağabeye borçluyum.

 

Okumam gereken kitapları tek tek seçerek verirdi. Kendisi evde yoksa, Leyla Yenge (Yalım) kütüphaneden kitap almama müsaade ederdi.

    

Tolstoy’u, Balzac’ı, Dostoyveskiyi, Andre Gide’i, Fakir Baykurt’u,Yaşar Kemal’i... onun sayesinde tanıdım. 

    

Okuduğum; İnce Memet, Yaban, Suç ve Ceza, Vadideki Zambak, Türkiyenin Düzeni, Onuncu Köy...gibi kitaplar onun kütüphanesinden aldığım kitaplardır.

    

Nazım Hikmet şiirlerini ilk kez Kâzım Ağabeyimizden duymuştum.

    

Üniversite öğrenciliği yıllarımda, yaz tatili köye geldiğimde; ben ve benim gibi gelen diğer tüm arkadaşlar bir araya gelir, tartışır ve sohbet ederdik Kâzım Ağabeyimizle.

    

68’li yıllardı...

    

1961 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlük ortamında, “Ortanın Solunun” yeni yeni dillendirilmeye başladığı yıllar...

    

“Sömürü,” işci sınıfı,” “kapitalizm,” “emek,” “sermaye” gibi kavramların tartışılmaya başlandığı yıllar...

    

Bizler, öğrenmeye çalışıyorduk; yönümüzü bulmaya çalışıyorduk yani.

    

Eğilip bükülebilen fidan gibiydik, her yöne bükülüp şekillendirilebilirdik.

    

Duygusaldık da üstelik!

    

Ama, gerçekçi ve akılcı düşünüldüğünde; canlı bir örnek vardı karşımızda: Doğup büyüdüğümüz köyümüz, Köşektaşımız ve rehberimiz Kâzım Yalım.

    

Bütün bir yıl çalışıp da emeklerinin karşılığını alamayan köylülerimiz...

    

Ulu önder Atatürk’ün, “Türk Milletinin hakiki efendisi köylüdür.” sözüne rağmen,

sömürülen ve şehirlerde horlanan köylülerimiz...

    

O dönemdeki toplumsal tüm temel çelişkileri Kâzım Ağabeyimizden öğrendik bizler.

    

Adnan’la, öğrencilik yıllarında iki kez görüşebilmiştik İstanbul’da. Bir keresinde evimize gelmişti ve kızımın kara kalem portresini yapmıştı, hâlâ da durur.

    

Bir keresinde de Akademideki atölyesinde ben ziyaret etmiştim. Başarılarıyla gurur duyuyor, mutlu oluyoruz.

    

İyi ki vardın ve varsın: Sana minnettarım, sağ olasın Kâzım Ağabey.

    

Aklımda kaldığı kadarıyla, 1960’lı yıllarda, Kâzım Ağabeyin bize sorduğu bir bilmece – bulmaca vardı. Ben de sevgili okuyucularımıza soruyorum:

    

“Tebeşir temiz midir

Leblebi leziz midir?

Vizenin samanı

Yoncadan semiz midir?”

    

Ve yine aklımda kaldığı kadarıyla, Kâzım Ağabey; “Bale, nişane, mesnede, tajder.” derdi. Ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sevgili Lütfullah, bunların yanıtlarını Kâzım Ağabeyden öğrenip açıklarsa sevinirim.

 

Dr. Salim Çelebi


Köyümüz öğretmenlerinden sayın Musa Kâzım Yalım'ın,  "bale nişane mesned-i tacdar" ile ilgili açıklamasına bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsizniz. kosektas.net

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

TOP SAHAMIZ

Hacı Çöl



Gündoğusu ilkokul, güneyi ortaokul, batısı Hidayet’in (şimdi Ünal’ın) evi, kuzeyi İdris’in evi ve harımı ile sınırlı alan top sahasıdır. Eskiden harman yeri ve mera olarak da kullanılır, koyun kuzu otlatılırdı.

        

Yer yer küçük taşlar çıkmasına rağmen, zamanla taşları temizlenmiş, yumuşak  toprak ve çimenli bir alandı top sahası. İlkbaharda karın kalkmasıyla birlikte çimlerde bir canlanma olurdu. Yeşil çimenlerin arasında rastlanan, yalnız erken baharda ortaya çıkan kırmızı kadife böcekleri ayrı bir hoşluktu. Kabaran toprak ve yemyeşil otların üzerinde top oynamak, oynarken düşmek, yuvarlanmak büyük bir çocuk mutluluğuydu.

        

Top sahası düzlük olsa da bölgenin topoğrafik yapısına uygun olarak güneyi yüksek, kuzeye doğru meyilli idi. Maçlarda yukarı kaleyi alan daha şanslı olurdu. Kale direkleri görevini yapan taşlar nedeniyle gol olup olmadığı anlaşılmadığından az tartışma ve kavga çıkmamıştır. Kaleler, bazı yıllar güney - kuzey doğrultusunda olurken, bazen de doğu - batı yönünde olurdu. Buna kim karar verir, ne zaman değişirdi, pek kimse bilmezdi.

        

Çocukluğunu köyde geçirmiş çoğu kişinin top sahası ile ilgili anıları vardır. Bir öğleden sonra top sahasına bir kamyon; kasası adam dolu, bir de minibüs yanaştı. Gelenler Aşağı Barak ve Belbarak köylüleriydi. Tarafsız sahada maça gelmişler. Bir ara ortada para olduğu  söylentisi de yayıldı. Takımlar sahaya çıktı. Hakem olarak, o güne kadar hiç top oynadığını görmediğim Yılmaz’ı (Özdemir) seçtiler. Maçın ilk yarım saatinde bir nizah, bir gürültü… maç ortada kaldı. Arabalarına bindiler, gittiler.

        

Gün dönümüyle birlikte sahanın çimeni kurur, açık kahverengi bir hal alır. Top sahası artık sığır yolu olur. Kocayol’un başından Barak yoluna doğru kesen bir hipotenüs, sahayı iki dik üçgen şeklinde böler. Yazın bazıları harman döker, sonbahara doğru devramer çırpma alanı olurdu. Bütün bu iş ve işlemler toprağı besleyen, çimlerin daha sağlıklı olmasını sağlayan şeylerdi.

        

Paletli bir dozerin top sahasında çalışma yaptığını görünce sevinmiştim. Standart bir futbol sahamız olacaktı. Binlerce yılda oluşan bir karışlık üst toprak, dozer kepçesi ile karıştırıldı, dağıtıldı. Yerini boz kireç taşlı bir toprak aldı. Saha toprak altından çıkan beyaz kireç taşlarıyla doldu. Top sahası artık tesfiyelenmiş, tartışmalara neden olmayacak şekilde demir kale direkleri dikilmişti. Bununla da kalınmadı, etrafı tel örgüyle çevrildi.

        

Bilmiyorum bu halinden sonra beş kez maç yapıldı mı, yapılmadı mı. Kabaran toprakla birlikte çıkan çimler, kadife böcekleri ve sahayı dolduran çocuk, genç sesleri bir daha geri gelir mi? Kara kamunun elinin değdiği çoğu yer gibi top sahası da; patoz ve biçercilerin yağ atıkları ile beslenirken, karşılıklı kale direkleri ile derin yalnızlığını yaşamaya devam edecek.

                                                                                                    24.02.2010

HACI ÇÖL


 




2 Yorum - Yorum Yaz

ANILAR
 
Geçmişteki günleri tazelermişçesine...

Hayati Akdemir

 

Ne güzel olurdu çelikle çomak,

Bir kale kurup sağ diye vurmak,

İçimden geçiyor camları kırmak,

Büyüklerden azar duymak isterim.

 

Sapan olsa da atsaydım taşı,

Vurmazdım asla uçan bir kuşu,

Harmana varsaydım hızlı bir koşu,

Atlayıp düvene binmek isterim.

 

Bahçelere girip hıyar aşırsak,

Bekçi geliyor diye birden bağırsak,

Sağa sola kaçıp yolu şaşırsak,

Kesekli tarlaya kızmak isterim.

 

Happan yapsam bir kavlak taşı,

Oyunda olurdum hep ebe başı,

Kasap Ali yapardı tekten traşı,

Kafama şaplak yemek isterim.

 

Hoşumuza giderdi sıcacık hedik,

Sokulamaç oynayıp atsaydım tepik,

Kemirci-kömürcüde bulunmaz kemik,

Sığ karanlığı delmek isterim.

 

Oynar idik körebe ile saklanbaç,

Nefesin yeterse ta uzağa kaç,

Boynumda şaklardı vurunca kıbraç,

At arabasıyla gezmek isterim.

 

Yumurta tokuşturmaya bizler yetmedik,

Harmanda ceç başında yatmadık,

Malama çalıp, savurup satmadık,

Şimdi o defterleri dürmek isterim.

 

Yorulurduk top peşinde koşarken,

Yırtılırdı üstümüz yere düşerken,

Çamur olurduk derelerde yüzerken,

Şimdi oralarda yatmak isterim.

 

Eşeğin kuyruğuna bağlardık teneke,

Ardından gülerdik hep seke seke,

Koyuna gidip yeseydik lepe,

O günlere yine gitmek isterim.

 

Kış ortasında olurdu saya,

Oynardık karlarda doya doya,

Sıcaklar başlardı cemre düşerken suya,

Kalan mazilerde durmak isterim.

 

Okula giderdik kara bir önlük,

Tek urbamız vardı bayramlık günlük,

Neleri bulduk neleri yitirdik,

Oturup onları saymak isterim.

 

Düğünlerde yine çeksek halayı,

Akşam kurulurdu sin-sin olayı,

Bakır kaplar görüyor mu kalayı,

Şimdi bunları bilmek isterim.

 

Koyun gelir emişirdi kuzuyla,

Tarladan gelinirdi ayağın tozuyla,

Kimi çalışırdı oğluyla, kızıyla,

Herkes bunları bilsin isterim.

 

Orakla biçilir, ekilirdi sabanla,

Gezilirdi sabah akşam tabanla,

Kimi uğraşırdı bekçiyle, çobanla,

Köyün kurallarına uymak isterim.

 

Nöbet tutulurdu değirmende sırayla,

Otururduk geceleri gazlı çırayla,

Çok şeker alırdık iki buçuk lirayla,

Gayri dükkanlara küsmek isterim.

 

Sabah başlardı malın-maşın telaşı,

Çay yerine içerdik tarhana aşı,

Kendine özgü toprağıyla taşı,

Tozlu yollarını öpmek isterim.

 

Burnumda tüter kerme-tezek kokusu,

Zor çıkılırdı Ahmetlinin yokuşu,

Uzaktan bakınca o güzel duruşu,

Dönüp de geriye bakmak isterim.

 

Saman çekmek için kurulur çeten,

Bulgur yapmak için dönerdi seten,

Naylon gömlek yoktu giyerdik keten,

Gençlere bunları yazmak isterim.

 

Çataldağ’dan kayarken akşam güneşi,

O manzara ki dünyada yoktur eşi,

Çok şanslıdır orada doğan her kişi,

Vaktince köyümde ölmek isterim.

 

Köyümüzün kıymetini bilelim,

İzin zamanı gidelim gelelim,

Toplanalım birliğimizi kuralım,

Haydi hepinizden gayret isterim.

 

Hayati Akdemir, 11.11.2009

Mainz/Almanya


 




0 Yorum - Yorum Yaz


Ahmetli'de Akşam • Adnan Yalım • 2012 - Tuval Üzerine Yağlı Boya: 89x116

Serginin sonuna daha kaç gün var
Nasıl beklerim ben o güne kadar
'Ahmetli’de Akşam'ı alacağım
Evimde baş köşeye asacağım!
…...................................................

GAZ LAMBASI

Bir zamanların vazgeçilmez aydınlatma araçlarını konu edinen bu seçkin yazısını bizimle paylaşarak, unutulmaya yüz tutmuş kimi anı ve hatıralarımızı yeniden canlandıran, sayfamızın içeriğini zenginleştiren, sayfamızdaki renk ve fark çeşitliliğini artıran öğretmen İbrahim Çöl'e çok teşekkür ediyoruz!
kosektas.net

İBRAHİM ÇÖL
 
      

Çıra

 Gaz Lambası

 Lüks

Kağıthane Kaymakamı Sayın Ahmet NARİNOĞLU: "Tesadüfen, elektrik kesintisi sonrası getirilen mum ışığında, yıllar sonra yazmaya başladım."

Birden mum ışığında çocukluk yıllarımda yazdıklarımızı sildiğimiz defterli günlere döndüm. Ufacık kalmış, adeta avuca sığmayan, kurşun kalemle, sert mi sert silgi arasında silinen yazılar… Defterin üzerine yansıyan mum ışığında kalemi ve kocaman gölgesini hatırladım. Mum ışığının asaletini şimdi yeniden keşfediyorum. Sönecek diye korktuğumuz, aslında karanlığın korkusuyla yanan mum diline nefesimizi dahi veremediğimiz, uzaklıkta yazarken küçücük dünyamızda nelerin peşindeydik. Şimdi hatırlayamıyorum ama mum ışığına bakınca gözlerimizi koca bir ışığın aldığını, yazıya tekrar bakınca bulanık yazıları gün gibi hatırlıyorum.’ Diyor bir yazısında.

Mumu hiç hatırlamıyorum. Bizde mi yoktu, yörede mi kullanılmazdı, bilmiyorum.

Yazıyı okuyunca gaz lambasını hatırladım. Hani şu zarif, narin boynu, lale endamlı isli şey. Altında ince belli gaz haznesi. Haznede gaza batarak yanan ham pamuktan fitili. Fitilin içinden geçtiği tırtıklı yuvarlak ışık şiddeti ayarlama mekanizması takılı bombeli sarı tenekeden mamul beki. Yukarıdan gelsin diye ışık hep baş tacı, ince tellerle asılır duvarlara direklere.  Aydınlığı artırsın diye ince bele sıkıca dolanmış tellere tutturulmuş yuvarlak ayna. Yarım yamalak, ala karanlık loş ışık saçar. Asılı bulunduğu kısmın alt tarafını aydınlatmazdı.

Köy odalarında, muhtarlıklarda yapılan sohbetlerde lambanın altındaki oturup konuşanı ve sesini tanımıyorsanız kim olduğunu tanımak için ya onu pür dikkat dinler ya da tanımaya çalışırken bütün konuşulanları anlamaz kaçırırdınız. Bu bölümde kalan her ne ise karanlık gölgede kalmış hemen hemen seçilmeyen tanınmayan şeyler gibi dururdu. Fark edilmezdi konuşanın kızaran yüzü mimikleri jestleri.

Yakılma süresince gittikçe islenen cam fanusu karanlığı biteviye artırır koyulaştırır. Havalandırma az olursa, ortamı bir yarım yanmış gaz kokusu sarardı sinsi sinsi usulca. Saman damlara yakın olur, yangın çıkar yanar ev ocak. Kaç ev ocak söndü bilinmez.

Her gün temizlenirdi itina ile kapı önlerinde. Yazları yorgun argın tarladan bahçeden gelene iş. Bir taftan sokulup öbür uçtan çekilir usul usul mendil veya bezi. Kışın içine doldurulan kar taneleri ile arındırılırdı isinden. Ardından tüy bırakmayan bez antrenmanları yapılırdı nazik narin usulce.

Yaramazlık mı yoksa bilgi eksikliği mi fanusun üzerinden bakmaya çalışınca yanan saçlarımız kirpiklerimiz tenimiz. Bazen de dalgın öğrenmeye çalışırken kerrat cetvelini, yazarken yüze kadar, çok yaktım saçlarımı. Boğazımıza kaçan yarım yanmış gaz ve kokusu. Kış günleri hapisliğinde salon oyunları oynarken köşe bucak çarpmasın değmesin diye balonumuz naylon topumuz, pür dikkat kesilmişken kıracağımız belli bilinen korkular sinmişti içimize. Yinede oynamaktan durmazdık oyunlarımızı kaçamak kaçamak. Hatırlamam kaç kez kırdığımızı kardeşlerimizle. Bazen düşürürken çarpan balonumuz naylon topumuz korkmadan çekinmeden kesilmesine elimizin, yakalamaya kırılmasını önlemeye çalışırdık son ümit. Kırıldıktan sonra sessiz suçluluk. Masumiyet firarı karlar üstüne. Kendi kırılmıştır kandırmacasına yatış, ben görmedim bilmiyorum iddiası oluşturma yapmacık yalancı davranışları.

Bazen ısladığım elimin suyunu silkerek çatlattım lamba camını. Bilmezdim ısı farkının camı kırdığını.

En çok akşamüzeri kırılıp çatlayınca camı muhtaç olunur kara teneke gaz çırasına islimi isli.

Gölge oyunları oynardık duvara karşı. Düşen gölgelerimizi dev sanırdık güçlü kuvvetli. Ellerimizi parmaklarımızı şekilden şekle sokarak, oynatarak duvarda yarışırdık birbirimizle.     

Kaza pazarlarından gelen insanlar iple boğazlarına asarlardı bu kıymetli şeyi ilkokul öğrencilerinin silgi kalem asmaları gibi.

Şimdi cisme harekete duyarlı aydınlatma araçları. Dokunmadan zahmetsizce karşılar gibi yanar söner, yanar söner biteviye. Düşünüyorum da nereden geldik nereye.

Öğrenirken odaklanmayı öğrenmeyi kolaylaştırmış mı ne. Şimdi zor öğreniyor az biliyoruz, bunca imkâna rağmen.

İbrahim ÇÖL

11.02.2010






0 Yorum - Yorum Yaz

Bozuk Türkçe İle Konuşmak

 

İbrahim Çöl


Canımız gibi sevdiğimiz anadilimiz Türkçe'ye yönelik bu güzel ve anlamlı çalışmasını bizim net ziyaretçileri ile paylaşan sayın İbrahim Çöl'e çok teşekkür eder, bu tür paylaşımlarının devamını bekleriz! kosektas.net

"Bir ulusun bütün yönetimi bana bırakılsaydı, ilkin dilini düzeltirdim. Çünkü dil düzgün olmayınca söylenen anlaşılmaz ve yapılması gereken yapılmadan kalır, böyle olunca töreler ve sanat geriler, adalet yoldan çıkar, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir!" diye ifade etmiş Konfüçyüs yüzyıllar önce. Dil bir ulusun aynasıdır. Bu aynaya baktığımız zaman orada kendimizin en gerçek yankısını buluruz”. J. Dewey. Türkçe Anamın Ak Sütüdür” diyen mahalle komşumuz Yahya Kemal.

ATATÜRK, Türk kimliği ve kültürünün en önemli unsuru olarak Türkçeyi görmüştür. Ulu önder, “Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”. derken! Dil insanlar arasında hatta tüm canlı ve cansız varlıklar arasında iletişimin temel organı. Güzel konuşan biri nasıl tüm dertlerini düşüncelerini anlatır bir çırpıda. Nasıl dili ile sevgi yayar sıcacık. Güzellikler sunar yaşamından dağarcığından. Hoş sohbet hazır cevap denilir anlatıcıya, anlatana anlaşılırsa eğer.! 

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” demiş atalarımız. Yılanlar bozuk, karışık Türkçeden anlarlar mı ki?

Dil insanlıkla beraber ortaya çıkmış, çeşitlenerek süregelmiş bir olgudur. Bu süreçte kültürün en temel aktarıcısı, geçmişle gelecek köprüsü olmuş, insana ve insanlığa. Kulağı tırmalamayan bir konuşmada, bir şarkı ile bir türküde duygulanmamak mümkün olabilir mi?

Söz ola kese savaşı,
Söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

Yunus Emre


Geçmişten gelen yapı kültürümüz olmasa ulus olabilir miyiz? Kültürümüzün geçmiş değerlerini anlamak… Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Emrah’ı, Âşık Veysel’i nasıl anlar, nasıl duyarız dinleriz coşarak, hüzünlenerek. Dilimizi bozarak ya da bozdurarak ulaşabilir miyiz, Türkçe anamın ak sütüdür diyen Yahya Kemal’e ya da Anadolu’nun diğer şair ve yazarlarına? Nasıl anlatırız ilmik ilmik dokunuşunu sevdaların, acının, yoksulluğun… Arı ve duru bir türkünün nameleri sazla nasıl da titretir gönül telimizi… Uyar mı yabancı bir söz, şarkılarımızın namelerine? Dilimizde meydana gelen kirlenme ve bozulmaya yabancı dillerden dilimize giren çok sayıda sözcük ve dilimizin yanlış kullanımı neden olmaktadır. Yabancı sözcükler incelemeden, gözden geçirilmeden kullanılmamalıdır. Bu sözcüklerin yerine Türkçe karşılığı olanların kullanılmasına özen gösterilmelidir. Hatırlarım. Markalar kanununda Türkçe anlam ifade etmeyen, Türkçe olmayan kelimeler tescil edilmezdi daha düne kadar. Şimdi tüm isimler yabancı tabelalarda. Kinetix adlı bir markanın sahibinin “Yerli isim verdim yaptığım ayakkabıya, yoksa iflas edecektim. Bu marka ile işlerim iyi” demişti bir konuşmasında. Hepimizin yabancı hayranlığının ve dil kullanmasının en acı tarifi değil mi bu sözler.  Radyo televizyon programlarına konuşmacı olarak çıkmış bilim adamları, söylem ve sözlerini Türkçeden başka kelime ve deyimlerle söylemeyi bir bilgi sahibi olma, biliyor görünme edası ile sürdürürlerken ne düşünür, ne zannederler acaba… Örnek oldukları kişilere, gençlere… Kim hatırlar biraz sonra onun söylediklerini, yabancı sözlerle ifade ettiklerini.  Ne kadarı kalmıştır belleklerde, zihinlerde, hatırlarda. Amaçları sadece o programlara çıkmak, ekranlarda görünmek midir? Sayın ilgili bilgililerin. Ders anlatan öğretmenler, dilimizin kurallarını sezerek, sezdirerek öğrenmeye, öğretmeye yönelmiş eğitim programları ne kadar katkıda bulunabilecek dilimizi koruma ve düzgün kullanmaya? Kirliliğin önlenebilmesi için Türkçemiz doğru kullanılmalı, yabancı sözcüklerden arındırılmalı, yazım kurallarına uyulmalı, yazılı anlatımlarda, Türk Dil Kurumunun en son hazırladığı “Türkçe Sözlük” ve “Yazım Kılavuzu” esas alınmalıdır. Gelişen teknoloji ile uzaklar yakın olmakta, pek çok eylem iletişim araçlarıyla gerçekleştirilmektedir. Bu araçları kullanırken gereksinim duyacağımız en önemli araç dildir! Dili doğru kullanmak, insanlar arasındaki iletişimi kolaylaştıracak, aynı zamanda ulusal kimlik ve kültürümüzün korunmasına katkı sağlayacaktır. Bundan 33 yıl önce İstanbul’da Osmanbey’den Harbiye’ye doğru yürürken kulağıma dokunan konuşma Türkçesi, bir Dil Edebiyat öğrencisine unutulmaz bir ezgi gibi kaldı yıllarca. Hala o yolu geçerken kulak kabartırım konuşanlara… 1975 yıllarıydı. Çağdaş Sahne Tiyatro Sahnesi ön salonunda Türkçeyi güzel fakat güçlükle konuşan bir beye, siz Türk müsünüz? diye sorduğumda: "Sizden daha fazla!" deyişindeki hassasiyeti, yazışma ve konuşmalarımızda, gösteremez miyiz?    

Günümüz halk ozanı, büyük üstad Neşet ERTAŞ, “Hata benim, günah benim, suç benim” derken, gerçeği bir başka şekilde mi ifade etmiş acaba?           

 

İbrahim ÇÖL

17.12.2009


 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Doğduğun Yer mi, Doyduğun Yer mi?
 
Rıza Almalı
 WDR Köln Radyosu Muhabiri

WDR Köln Radyosu muhabiri sayın Almalı'ya, göçmenlere yönelik bu güzel çalışmasını site ziyaretçilerimizle paylaştığı için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net

Nereden aldığınızı bilmiyorum ama "Köln Radyosu 45 Yaşında" başlıklı yazımı sitenizde görünce hem şaşırdım hem de sevindim. Yazıyı yayınlamak için nezaketen de  olsa izin almanız gerekirdi. Hacıbektaşı ve Hacıbektaşi Veli’yi seven birisi olarak, yazım sayesinde sizinle tanışmış olduk. Köyünüzün Internet sitesine destek vermeğe ve ara sıra yazı göndermeğe (yazım ekte) karar verdim - O nedenle size bu maili yazıyorum. Bana gelince: Aslen Sivaslıyım. 25  yıldan beri Almanya´da yaşıyorum. Yüksek tahsilimi burada tamamladım. Bir Alman ilköğretim okulunda Türkçe, Almanca ve Beden Eğitimi ögretmeni olarak çalışıyorum. Aynı zamanda Köln Radyosu muhabiriyim. Almanya´dan saygılar... Rıza Almalı


Doğduğun yere değil, doyduğun yere bak!

Bu özdeyiş genelde insanların daha iyi şartlarda insanca yaşayabilmek için doğduğu köyü, kasaba veya şehri terk edip, başka bir şehre, diğer bir deyişle bizler gibi gurbete gidenler için söylenmiştir. Doğru ya da yanlış...

Her ne kadar materyalist bir görüşü ön plana çıkarsa da insan yine de doğduğu yeri  unutmaz! Unutamaz da! Öyle olmasa, 45 yılı aşkın bir süreden beri başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan gurbetçiler her tatil döneminde doğdukları yer olan Anadolu’ya gitmek için çoluk-çocuk yollara düşerler miydi acaba?

Bülbülü altın kafese komuşlar, ille de vatanım demiş. Bülbülü özellikle köylü kökenli insanlar iyi tanırlar. O minicik kuşu, insanlar gül dalından alıp, kafese koyar. Hoş ve güzel ötsün diye…

Kafese konulan bülbül, gül ağacına konan ve doğada özgürce yaşayan, kanat çırpan bülbül gibi hiç bir zaman şen-şakrak ötemez. İnsan da böyledir. Her ne kadar gurbette karnı doysa da içinde yine de  bir eziklik ve eksiklik hisseder. Vatan hasreti çeker.

Nasıl ki, bülbülün gerçek mekanı gül bahçesiyse, yetişkin bir insanın madden olmasa da manen mutlu olabileceği mekan da doğup-büyüdüğü, aynı dili konuştuğu, aynı kültürel değerleri paylaştığı ve atalarının yaşadığı topraklardır. Siz bu topraklara ‘‘ana vatan’da’’ diyebilirsiniz. 

„Ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz“ demiş atalarımız.

İnsanoğlu yalınız karnını doyurmak için yaşamaz. Her bireyin bir de sosyal yaşamı, hissi bir hayatı ve  manevi değerleri vardır.

Cüzdanın ve miden dolu, kalbin ve yüreğin küçülmüşse, karnın doysa neye yarar! Kişi, gurbette maddi açıdan ne denli iyi bir yaşam sürerse-sürsün, yine de yurdunu arar, onun özlemini çeker. İç huzurun  olmadığı yerde hiç bir şeyin anlamı kalmıyor.

Vatan insanın kendisini ait olarak hissettiği yerdir.

Çevrenizde bana 1. ve 2. nesilden‚’’Almanya benim ‘’vatanım’’ diyebilen kaç insan gösterebilirsiniz? İçinde yaşadığımız bu ülke bizim için olsa-olsa ‚“yavru vatan“ olur ama ’’ana vatan’’ olamaz. Hiç farketmez! Gazeteci olsanız da, iş adamı, dönerci veya fabrika işçisi  olsanız da… Eğer yazar Günther Wallraff’ın dediği gibi: “En Alttakiler“ olarak görülüyorsak hala bu ülkede...

Tatil döneminde Anadolu’da doğduğunuz köye, kasaba veya şehre  gittiğinizde içinizden bir ses: ’’Kal burada’’ der. Ne var ki, Almanya’da, altın demeyim de, yaldızlı kafeste kök salmışsınızdır, gençliğinizi, el emeği göz nurunuzu burada harcamışsınızdır, Yüreğiniz size: “Kal derken, mantığınız ve keseniz: ’’Git’’ der. İki arada bir derede kalırsınız.

Böylece doyduğunuz yerden, doğduğunuz yere gitmeyi hep ertelersiniz. Bu düşünce belleğinizden hiç çıkmaz, bir köşesinde hep saklı kalır. İllaki döneceksinizdir...

Çünkü ’’En Alttakiler’’ olarak doyduğunuz yerde seçim malzemesi yapılırsınız, bize uymuyorsunuz diye eleştirilirsiniz. Ev ararsınız buluncaya kadar anlınızın damarı çatlar, ya da emlakçının kesesini şişirmek zorunda kalırsınız. Ev bulursunuz komşunuz sizi rahat bırakmaz. İş yerinde dil bilmediğiniz, domuz eti yemeyip, baharatlı yemekler yediğiniz için dışlanırsınız. Tüm bunları sineye çekersiniz. Her ne kadar karnınız doysa da içiniz tedirgindir.

Bakın Hollanda da yaşayan  gurbetçi  Turan Şakalar bunu dizelerinde ne güzel dile getirmiş:

Uzaktalar ana baba
Yaban oldu dost akraba
Ne yapsam n’etsem acâba
Sıktı gurbet sıktı gurbet
Duman duman çöktü gurbet…

Tatil dönemi geldiğinde bir kaçıştır başlar.

Bulutların üzerinden uçup, ya da kara yoluyla sağ-salim memlekte vardığınızda sıcak bir hava okşar teninizi. Ayaklarınızı daha sağlam basarsınız yere. Yıllarca kısıtlı olarak  konuştuğunuz güzel Türkçe’yi doyasıya  konuşmanın ve  konuşulanları tam anlamanın hazına erersiniz. Hafızanızın bir köşesinde pinekleyen, gurbette nadiren kulandığınız nice kelimeler belleğinizde adeta dans etmeye başlarlar. Dost ve akrabalarla canı gönülden kucaklaşır, yanaklarından öpersiniz. Çevrenizde, sokakta ve  alış-verişte : ’’Herr’’ ,’’Frau’’ diye  değil; ’’hemşerim,’’ ’’amca,’’ ’’dayı’’ diye hitap edilirsiniz. Yüreğiniz büyür.

Hollanda domatesi, salatalığı, Fransız şeftalisi yerine Bursa’nın yarma şeftalisini, İzmir’in Çavuşoğlu üzümünü, Aydın’ın yemişini, Malatyanın kaysısını ve de Amasya’nın o mis kokulu elmasını yiyerek, damak tadına varırsınız.

Tüm bunlar bülbülün altın kafesten çıkıp, gül dalına konması gibi birşeydir.

Nasıl ki, bülbül, asıl vatanı olan yeşil tabiatı, dalına konacağı  gülü ve kanat çırpacağı mavi gökleri özleyip, altın kafesten kurtulmaya çalışırsa, insan da doğup-büyüdüğü, kırlarında, bayırlarında koşup oynadığı köyünü, sokaklarında futbol oynadığı, ip atladığı ve kitaplar koltuğunda, kolalı yaka boynunda okula gittiği kasaba ve şehrini özler vesselam...

Her ne kadar polikalarını benimsemesekte, kültürünü, gelenek ve göreneklerini, din ve mezheplerini benimsediğimiz  bir Anadolu var uzakta.

Gitmesek de, kalmasak da, gurbette yaşasak da orası bir çoklarımızın ana vatanı...

Rıza Almalı, Temmuz 2009
 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Soldan sağa fotograftakiler: Mümin Uluç, Şair Yazar Nedim Uçar, Ses Sanatçısı Recep Alemdar.


VIII. Duisburg Kitap Fuarı davetlisi olarak Almanya'da bulunan Köşektaşlı Şair Nedim Uçar,  30 Aralık 2009 Çarşamba akşamı, Kapadokya Kültür Derneği Başkanı Mümin Uluç’un hazırlayıp sunduğu “Anadolu Diyarı” adlı TV programının canlı yayın konuğu oldu. Canlı yayının hemen başında, 1998 yılında Türkiye Şairler ve Yazarlar Derneği‘nin düzenlemiş olduğu  şiir yarışmasında  birincilik ödülü alan “Yazdırma” adlı şiirini okuyan ve hemen ardından da kısa hayat hikayesini anlatan Köşektaşlı Şair Nedim Uçar, Türk Emniyet Teşkilatı’na  tamı tamamına 49 yıl, 7 ay, 12 gündür hizmet etmekte olduğunu, ancak çok yakın bir gelecekte bu görevinden ayrılacağını ve tüm zamanını kültür ve sanat çalışmalarına ayıracağını söyledi. Canlı yayın akışı içerisinde “Köşektaş”, "Nerdesin" ve “Ana” adlı şiirlerinin yanı sıra, daha birçok şiir okuyan  Köşektaşlı Şair Nedim Uçar, sunucu Mümin Uluç’un sorusu üzerine, “Cafiye Olayı” ve “Cafiye Türküsü”nde geçen bir dörtlüğe de kısaca değinerek; “Cafiye Olayı” tam olarak bilinmediğinden, türkünün kimi dörtlüklerinin kimileri tarafından değiştirilmiş olabileceğini söyledi.



 
  

Köşektaşlı Şair Yazar Nedim Uçar’ın yanı sıra, Himmetdedeli ses sanatçısı Recep Alemdar’ın da katıldığı canlı yayına telefonla bağlanan sitemizin tasarımcı ve düzenleyicisi Lütfullah Çetin, şiir ve türkü dolu bir program sunan yapımcılara ve canlı yayın konuklarına teşekkür etti.



  

Çok yakın bir gelecekte “50. Sanat Yılı”nı dört ayrı ülkede kutlayacak olan Köşektaşlı Şair Nedim Uçar’a, kültür ve sanat adına yapacağı tüm çalışmalarda üstün başarılar dileriz! kosektas.net

Haber: kosektas.net, 30 Aralık 2009...



 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Almanya’nın Rheinland Pfalz Eyaleti’ndeki Başarılı Türkler 2010 Takvimiyle Tanıtılacak!


Türkiye’nin Mainz Başkonsolosluğu, görev bölgesi Rheinland-Pfalz ve Saarland eyalatlerinde kendi branşlarında başarılı Türk ve Türk kökenli vatandaşları 2010 yılı için hazırladığı takvim ile tanıtacak.

Rheinland-Pfalz Eyaleti Göçmen ve Uyum sorumlusu Maria Weber’in desteği ile fotograf sanatçısı Galip Yılmabaşar’ın tasarımını yaptığı 2010 yılı takviminde altı kadın, altı erkek olmak üzere her ay başarılı bir Türk yer alacak. Başkonsolos Aydan Yamancan, katkılarından dolayı Maria Weber’e müteşekkir olduklarını belirtirken hazırlanan takvimde yer alan başarılı vatandaşların Türk gençleri için  örnek teşkil edeceğini söyledi. Sözkonusu takvim 28 Aralık’ta Mainz Başkonsolosluğu'nda yapılan basın toplantısıyla kamuoyuna tanıtıldı. Takvim "Erfolgreich in Rheinland-Pfalz 2010" tgk-mainz@t-online.de eposta aracılığıyla Mainz Başkonsolosluğu’ndan istenebilir.


Haber (Türkçe)

 

  Haber (Almanca)


 


 
 
Türklerin Uyumu Takvimleştirildi!


Türkiye’nin Mainz Başkonsolosu Aydan Yamancan ve Rheinland-Pfalz Eyaleti Göçmen ve Uyum sorumlusu Maria Weber işbirliği yaparak iki ay gibi kısa bir sürede Rheinland-Pfalz Eyaleti’nde yaşayan başarılı Türklerin yer aldığı bir takvim çıkardı.

 

Yamancan ile Weber bir çok zaman biraraya gelmeleri nedeniyle böyle bir fikrin ortaya çıktığını söylediler. Fikirlerini kısa bir zamanda hayata geçiren Yamancan ve Weber, 28 Aralık Pazartesi günü Mainz Başkonsolosluğu’nda konuyla ilgili bir basın toplantısı düzenledi.

 

Takvimde yer alan başarılı gençleri ve hikayelerini kamuoyuna tanıtmakla her iki toplumda varolan çekincelerin giderilmesinin hedeflendiği bildirildi. Yamancan yaptığı konuşmada düşüncelerini şöyle dile getirdi: „50 yıl kadar önce Almanya’ya çalışmaya gelen Türk vatandaşları, ülkenin toplumsal ve ekonomik gelişmelere yaptıkları katkılar gün geçtikçe gelişerek daha da genişleyip çeşitlendi. Hazırladığımız takvimde yer alan başarılı gençlerin arasında emniyetimiz için görev yapan polis komiseri, hukuksal haklarımızı savunan avukatlar, sağlımız için mücadele veren doktor, yangında bizi ve mülkümüzü koruyan itfaiyeci, siyaset alanında bizleri temsil eden politikacı, toplumu bilgilendiren gazeteci ve çeşitli dallarda eğitim gören başarılı öğrenciler var. Amacımız gençlerimizin özgüvenini güçlendirmek. Tabii bu konuda başarılı vatandaşlarımıza en büyük desteği ailelerinin verdiği aşikardır. Rheinland-Pfalz Eyaleti Göçmen ve Uyum sorumlusu Maria Weber’e katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum, bu takvim bayan Weber’in maddi ve manevi katkılarıyla gerçekleşebildi.“

 

Maria Weber ise göçmen kökenli gençlerin gösterdikleri başarıyla toplumun geniş alanında kabul gördüğünü söyledi. Takvimde yer alan gençlerin göçmen olmanın başarı için bir engel taşımadığının bir ispatı olduğunu belirten Weber, takvimin gerçekleşmesi için uğraş ve katkı sağlayan Başkonsolos Yamancan ile örnek bir işbirliği yaptıklarını vurgulayarak Başkonsolos Yamancan’a teşekkür etti.

 

Takvimde yer alan gençler sırasıyla şöyle: Fidan Bakşi buz pateni biriciliği (halen lise öğrencisi), Selim Özkan öğretmenlik okuyor, Füsun Schramm polis komiseri, Mehmet Tor basın temsilcisi, Dr. med. Perihan Sabuncuoğlu kadın doktoru, Oral Çetin, halen askerlik görevini sivil olarak yapıyor, Mart 2010'dan itibaren Lengüistik okuyacak, Burçak Aksoy avukat, Murat Işık itfaiye ustası, Seher Silahsızoğlu ilahiyat ve türkoloji öğrencisi, Sebahattin Gökkaya makine mühendisliği okuyor, Dr. Med. dent. Begüm Karakaş-Bilimer diş doktoru ve Yunus Emre hukuk okuyor, aynı zaman da yerel siyaset yapıyor. Takvimin tasarımını yapan sanatçı Galip Yılmabaşar ve eşi Baerbel Mietzschke gençlerin enerji dolu olduklarını ve hepsinin özgüvene sahip olduklarını söylediler. Haber: Rhein-Main-Haber

 


Haber (Türkçe)

 

  Haber (Almanca)


 

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz
 

Mutlu, yeni bir yıl dileriz!
kosektas.net

www.kosektas.net«««« YENİ GELEN HER YIL BİR ÖNCEKİNDEN DAHA FAZLA MUTLULUK KATSIN HAYATINIZA!. KOSEKTAS.NET, KÖŞEKTAŞ KÖYÜ BİLGİSUNUM SAYFASI...»»»»










Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

 DIŞ BAĞLANTILAR

KÖŞEKTAŞ KÖYÜ VE ÇEVRESİNDE BULUNAN KÖY, KASABA, İLÇE, VALİLİK, KAYMAKAMLIK BİLGİSUNUM SAYFALARI ŞEBEKE ADRESLERİ



ÖNEMLİ BİLGİ

Burada sunduğumuz şebeke adresleri ve onlar üzerinden ulaşılacak sayfaların içeriklerinden  sorumlu olmadığımızı önemle belirtiriz.

kosektas.net



   Şebeke Adresi                                          Bilgisunum Sayfa Adı
http://www.avanoslular.comAvanos İlçesi Bilgisunum Sayfası

http://www.hacibektas.de

Hacıbektaş İlçesi Bilgisunum Sayfası I

http://www.hacibektas.com

Hacıbektas İlçesi Bilgisunum Sayfası II

http://www.kozakli.bel.tr

Kozaklı İlçesi Bilgisunum Sayfası

http://www.mucur.bel.tr

Mucur İlçesi Bilgisunum Sayfası

  

http://www.altipinar.com/cms

Altıpınar Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.asagibarakkoyu.com

Aşağıbarak Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.avuckoyu.com

Avuç Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.beleklikoyu.blogcu.comBelekli Köyü Bilgisunum Sayfası
http://www.buyukkisla.netBüyükkışla Köyü Bilgisunum Sayfası
http://www.cagsakli.comÇağşak Köyü Bilgisunum Sayfası
http://www.fakusagi.com/index.phpFakıuşağı Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.gerce-muh.gov.tr

Gerce Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.hacilarkoyu.net/Player.asp

Hacılar Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.kayaalti.de

Kayaltı Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.kayikisecik.comKayıkisecik Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.newsadik.com/index.htm 

Sadık Köyü Bilgisunum Sayfası

http://www.yukseklikoyu.net

Yüksekli Köyü Bilgisunum Sayfası

  
http://www.calisliyiz.bizÇalış Kasabası Bilgisunum Sayfası
http://www.goynuk.gov.trGöynük Kasabası Bilgisunum Sayfası
http://www.gumuskent.bel.trGümüşkent Kasabası Bilgisunum Sayfası
http://www.kalaba.bel.tr/acilkan.htmKalaba Kasabası Bilgisunum Sayfas

http://www.karaburna.bel.tr

Karaburna Kasabası Bilgisunum Sayfası

http://www.karasenir.netKarasenir Kasabası Bilgisunum Sayfası

http://www.kizilagil.de

Kızılağıl Kasabası Bilgisunum Sayfası

http://www.ozkonak.comÖzkonak Kasabası Bilgisunum Sayfas

http://www.sarilar.de

Sarılar Kasabası Bilgisunum Sayfası

http://www.topakli.com

Topaklı Kasabası Bilgisunum Sayfası

  

http://www.kirsehir.gov.tr

Kırşehir Valiliği Bilgisunum Sayfası

http://www.nevsehir.gov.tr

Nevşehir Valiliği Bilgisunum Sayfası

 


KOSEKTAS.NET’İN VİKİPEDİ ÖZGÜR ANSİKLOPEDİ’ DE BAŞLATMIŞ OLDUĞU VİKİ MADDELER


 
   Vikisayfa Ulaşım Bağlantısı                      Vikisayfa Adı

Ressam Adnan Yalım

Adnan Yalım Viki Sayfası

Johann Wolfgang von Goethe

Goethe Viki Sayfası

Johannes Gutenberg

Gutenberg Viki Sayfası

Herikli Türkmenleri

Herikli Türkmenleri Viki Sayfası

Köşektaş, Hacıbektaş

Köşektaş Köyü Viki Sayfası

Kuzey Karolina

Kuzey Karolina Eyaleti Viki Sayfası

Malya Ovası

Malya Ovası Viki Sayfası

Mainz

Mainz Kenti Viki Sayfası

Ren Nehri

Ren Nehri Viki Sayfası

Rheinland-Pfalz

Rheinland-Pfalz Eyaleti Viki Sayfası

Şair Nedim Uçar

Şair Yazar Dr. Nedim Uçar Viki Sayfası





 



0 Yorum - Yorum Yaz
GÜNEŞ KARTALKAYADAN DOĞAR
İbrahim Çöl

Her yerde bir kartalkayası vardır. Bizimki hepsinden sıcak ve yumuşaktır.

Güneşin Kartalkayadan doğduğu zamandı. Sabahları sırtlarında bütün kitapları. Küçücük dev sanılan adımları… Okula ilk gelmenin ilklik heyecanı, coşkusu… Güneşle ısınan ve ısıtan duygu… Ana yüzüne ilk gülüşteki ananın mutluluğu.

Derste nasıl bulduklarını hâlâ anlayamadığı hep birlikte öğrenme arzusu… Nerden ve nasıl oluştu. Ya da nasıl oluşturuldu.

Sabahın güneşi yalarken karşı bağın zerdalilerini, ısınır derslerimizdeki kabarmış bilgi açlığı…

Yeniden açmış doğa. Tüm cömertliği ile yeniden oluşur börtü böcek ve çiçekler. Toprağa karışmış, gerinir kirpi ve tosbağalar.  Kıdemli toplama kampı gözcüleri yercüğürceler. Oradan buraya kayarken kuyruğunu kaybeden diyetçi kelenkesteler.

Her teneffüs yonca bahçesi karıklarda karakucak güreşi. Zeytinyağı  ter. Zil çalar sivrinin üzerindeyken güneş.

Huysuz Arap ve İngiliz tayları gibiydiler. Tayfur, Yunus ve Serkan. Çantalarını ne ederlerdi bilmem. Okul hademesinin kolu daha sallanmadan zil çalardı içlerinde. İyi geçmiş hem öğretmeni hem de çocukları doyurmuş ders günü. Ünlü öğretmende bir şey demezdi bu aceleciliğe. Koşarken  dikilen yeleleriydi alnında Yunusun.

Uzun kış bitmiş, kar yumuşatmış kabaran topraktı tarlalar. Keliler merdiven basamağı, yün yataklardan. Eğrilen yol  bile kadifeden. Koyaklarda küçük ak birikintiler bozuyordu kahverenginin bütünlüğünü. Kendi gelen ekin ve taze tek tük çimenlerdi yeşil. Öksüz oğlan çiçeği çiğdem nevruz ve çalık bozu doğanın süsü…

Bizimkiler süvarilerinin zafere alışkın tayları gibi fırladılar. Altlarındaki toprağa her basışlarında bilmiyorlardı dünyanın en uygun kulvarında olduklarını.

İlk gören ilk koparan olmak ne mutluluktu çiğdemi nevruzu. Zafer sarhoşluğu  muydu ne… dikilmeden ikincisine kopuş… Güneş sivriye urgan boyu kalır, serinlik ve loşluk hatırlatır geri dönüşü.

Susaşır terler miydiler.
Nasıl uçarlardı gelişlerinde.
Kıyınardından köye süzülen kartal gibiydiler. 

Gökkıyı, sualgın, acı, yalnızmezer, üçkuyu, kızltepe, eskibağlar, duranın çeşmesi, sivri, balitepesi, bitli…

Özgürlük bu olsa gerek.

Yoksa özlem mi…


 



0 Yorum - Yorum Yaz
 

Ferhat YALIM

Ağıt
Cafiyem
Kamil Abaloğlu
Ağıdı dinlemek istiyorsanız bilgisayarınızın sesini açınız.
 

FERHAT YALIM'IN 

ANLATIMIYLA KISACA CAFİYE OLAYI VE RAGIP'IN HAPİSE DÜŞTÜKTEN SONRA CAFİYE İÇİN SÖYLEMİŞ OLDUĞU AĞIT


Duyumlarla edindiği bilgileri kaleme alıp bize gönderen sayın
Ferhat Yalım'a çok teşekkür ederiz!
kosektas.net


Tahminen 1930’ larda yaşanmış bir aşk, sevda, ya da kız kaçırma olayı. Olay, Ragıp´ın Cafe’yi kaçırdıktan sonra, peşlerine düşen Cafe’nin akrabalarından Bekir Yıldız’ın ölümüyle, üzücü bir şekilde sonuçlanır. Ragıp hapise konur. Cafe başkasına gelin olur. Ragıp hapiste yanar tutuşur. Cafe için ağıtlar, türküler söyler. İşte onlardan bir tanesi:


Köşektaş altında çifte pınarlar,
İçerler suyunu bizi anarlar,
Mapusa düşeni öldü sayarlar,
İnanma Cafiyem yalandır yalan.

Bağlara vardım da bağlar bozulmuş,
Candarmalar kara kola dizilmiş,
Sana diyom sana Niyaz arkadaş,
Bizim evrak Ankara’ya yazılmış.

Bulgurun başında eyledim işmar,
Sarılara varmadan ben oldum pişman,
Sallan Cafiyem Sarılar’a varalım,
Bekir öldü diye çoğaldı düşman.

İkimiz de bir indiydik çeşmeye,
Oturup da derdimizi deşmeye,
Dayıyın haberin öldü duyunca,
Ellerim tutmadı düğme çözmeye.

Sarılar'a vardık da sabah olmadan,
Gülünü topladım soğuk almadan,
Sallan Cafiyem Avanos’a varalım,
Zalım baban ifadeyi vermeden.

Kolum bağlı bindirdiler eşeğe,
Demir kelepçeler bağlı kolumda,
Sana diyom sana Niyaz arkadaş,
Kalleş olur Sarılar’ın uşağı.

Sarılar’a vardık da hiç durmak olmaz,
Zalım Altıpınar misafir almaz,
Sallan Cafiyem Avanos’a varalım,
Avanos beyleri insafa gelmez.

Avanos’dan Kırşehir’e varalım,
Evrağımız bozuk gelir çıkarım,
Sana diyom sana koca pederim,
Sağ olursam ocağını yıkarım.

Acer bağlarında lalesi biter,
Dudusu kumrusu dalında öter,
Gelin ifadeyi verdi de çıktı,
Onbeş sene derler ne zaman biter.


 




0 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

Kapadokya - Köşektaşlı resim öğretmeni Yalçın Yalım tarafından çizilmiş bir resim.


ABDURRAHMAN KOCA

 2006 Kültür ve Dayanışma Şenliği'nde çekilmiş bir fotograf.
8 Şubat 2009 Pazar günü ebediyete intikal etmiş olan köyümüz sakinlerinden Abdurrahman Koca'yı bir kez daha saygıyla anıyor; aşağıya aktardığımız yazı ile fotografı sitemize ileten öğretmen Celalettin Ölgün ile öğretmen
Ahmet Çelik'e çok teşekkür ediyoruz!
kosektas.net

CELALETTİN ÖLGÜN


2 Şubat 2014, Pazar

Tarihe meraklı olanlar anlatacaklarımı bilir. İlkçağ uygarlıklarından LİDYA, çağının en varsıl devletiydi. Bu varsıllığının nedeni bölgede bulunan altın madenleriydi. Madenlerin M.Ö. 7. yüzyılın başından beri Sardes'te işletilmeye başlanması Lidyalıları zenginleştirmiş ve güçlendirmişti. Lidya'nın Anadolu'daki uygarlığa katkısı daha çok ekonomik alanda olmuştu. Onlar altın sikkeler basarak ticaretteki değiş-tokuş usulünü değer ekonomisine çevirmişlerdi. Bu varsıllığın ünü dünyaya o denli yayılmıştı ki ona sahip olmak isteyen pek çok kral çıkmış, pek çok hükümdar bu altınları, paraları düşlerinde görmeye başlamıştı.

Lidya kıralı Krezüs (Kroisos M.Ö. 575-546) başkent SART (ya da SARDES)’ da ihtişam içinde yaşarken çağın gezgin filozoflarından SOLON’un yolu bir gün Sart’a düşmüştü. Kral Solon’u onu huzuruna çağırtıp:

- “Ey Solon, sen çok gezen, çok bilen, iyi düşünen birisin. Gezdiğin gördüğün yerlerde mutlu yaşayıp, mutlu ölen kimler vardır?” diye sorar. Solon, biraz düşündükten sonra:

- “Atina da bir keçi çobanı vardı. Herkese iyilik yapar, herkes onu çok severdi. Öldüğünde herkes çok üzüldü, arkasından ağladı. Bence mutlu yaşadı, çevresini mutlu etti, mutlu olarak öldü.”

Krezüs, Solon’un bir keçi çobanının mutlu olarak yaşayıp mutlu olarak ölmesini örnek göstermesine çok kızmış. Nasıl olur bir kral, bir prens, bir vali ya da komutan değil de bir keçi çobanı mutlu yaşar, mutlu ölür ve halk arkasından üzülür, ağlar diye bağırıp çağırarak Solon’u aşağılamış. Ardından da:

- “Evet, Solon, gezdiğin gördüğün yerlerde başka kimler var, mutlu yaşayıp mutlu ölen?” diye devam etmiş.

- “Efes’te bir ayakkabı tamircisi, köşker vardı. O herkesi sever; herkes de onu.... Öldüğünde tüm Efes halkı cenazesine katıldı, üzüldü ağladı.” der demez, Krezüs eskisinden daha çok kızmış. Kralın Solon’dan istediği “Kralım Sizden mutlu kimse yok” demesiymiş. Bu son yanıttan sonra kral Solon’u Sart’tan kovmuş.


 
 Fotograf: Ahmet Çelik

Aradan epey zaman geçmiş. Lidya’nın, Sart’ın bu zenginliğine sahip olmak isteyen ve egemenlik alanı İran olan Pers Kralı Kirus (Kyros) ordusuyla gelerek Lidya devletine saldırmış. Uşak yakınlarında yapılan savaşta Krezüs’ün ordusu yenilmiş ve Krezüs kaçarak Sart kalesine sığınmış. Pers kralı Sart kalesini yıktırarak Krazüsü tutsak alarak onu büyük bir odun yığınının üzerine yakılmak üzere oturtmuş. Odunlar tam ateşe verileceği sırada Krezüs’ün ağzından “Ah..! Solon, ah!” sözü çıkmış. Yakım işini durdurup, ne demek istediği sormuşlar. Yanılgının verdiği hüzünle:

-“Ben, Lidya devletinin güçlü kralıyken, kendimi dünyanın en mutlu insanı sanıyordum. Bir zaman Solon adında bir gezgin filozof gelmişti. Ona dünyada mutlu yaşayıp, mutlu ölen kim var diye sorduğumda Atina’daki keçi çobanı ile Efes’teki köşkeri örnek göstermişti. Bense mutlu yaşayanlara beni örnek göstermediği için ona kızmış hatta kovmuştum. Şimdi onun ne kadar haklı olduğunu görüyorum. Kimse de öldüğüme üzülmeyecek!” demiş.

Bu tarihi öyküyü şunun için yazıyorum. Yaşamı boyunca herkesin sevgisini kazanıp bu dünyadan göçtüğünde pek az kişi iz bırakır. Pek az kişiye - yakınlarının dışında- üzülünür, acı duyulur.

Abdurrahman Koca’nın ölümü Atinalı keçi çobanı, Efesli ayakkabı tamircisi gibi herkesi üzüntüye boğdu, arkasından ağlattı. Onun varlığı Köşektaşlı için mutluluk kaynağıydı.

O, herkesin Apo abisiydi, Abdurrahman emmisiydi. Dürüstlük, yardımseverlik konusunda hiç kimsenin olumsuz bir şey diyeceğini sanmıyorum. İçine girdiği toplumu söz ve davranışlarıyla iyi yönde etkilemek herkesin başarabileceği bir davranış değildir. Hoşsohbetleri ve alçak gönüllüğüyle bunu yapabilen ender kişiliklerden biriydi o. Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında anlatıldığı gibi eşi Zekiye’nin rahatsızlığı, ona bakmak zorunda kalışı, kendisinden evvel ölümüyle birinci kıyameti yaşaması gibi olumsuzluk onu yaşama küstürmemişti.

 “Bir insan ölünce, eğer onun yaşantısından, sözlerinden hala konuşuluyorsa, o insan hemen ölmez. Ölümünden elli, yüz yıl sonra bile hakkında konuşuluyorsa o yaşıyordur ve aramızdadır. Yaşamında söz ve hareketleriyle iz bırakamayanlar ölümleriyle hemen aramızdan ayrılır.” (Jules Romains)

Adurrahman abimiz, hep anımsanacak, anımsandıkça da gönlümüzde ve aramızda yaşayacaktır.

Keşke bu yazıyı senin sağlığında yazabilseydim!

Celalettin ÖLGÜN 


 

 




0 Yorum - Yorum Yaz



SON SABAH
Leyla Uçar Bayazıt
 

Bu öykü yaşanmış bir olay olup; Diyarbakır'ın merkeze bağlı Bağlar semtindeki Bağlar Sağlık Ocağına 75 m. uzaklıkta oturan 5 kardeşten biri olan 6 yaşındaki kız çocuğu Tenzile Erdoğan'ın aşısı yapılmadığı için Difteri (Kuşpalazı) hastalığına yakalanması ve sonunda ölmesini konu almaktadır. Öykü, Leyla BAYAZIT* tarafından kaleme alınmıştır.


Her sabah bütün kardeşler beşimiz aynı odada uyanırdık .
Bu gün gözlerimi açtım başucumda sadece annem var.
Gözlerinde bana her bakışındaki o sıcacık ışıkları görüyorum.
Ama gözlerime öyle bir bakıyor ki
Sanki O’nun canı benimkinden daha fazla acıyormuş gibi.
Saçımı koklayıp, ellerimi öpüyor
Gözümü açmaya çalışıyorum ama kapaklarını tartamıyorum.
Yatıyorum ama o kadar yorgunum ki...
Yorgunum, sanki evimizin az ötesindeki sağlık ocağının
Bahçe duvarlarının etrafında koşturarak oyun oynamış gibi...
Annem neden bu kadar üzgün acaba?
Biliyorum aslında ben hastalandım diye;
Ama nasılsa iyileşeceğim.
Ne zaman iyileşeceğim acaba?
İyileşip hastaneden eve gidince,
Ablama sımsıkı sarılacağım.
Onu yanaklarından koklayarak öpeceğim,
Öpeceğim ki, yorgunluğu çıksın çünkü,
Annem benim yanımda kalırken
Evimizin bütün işlerini o yapmıştır,
Çok yorulmuştur,
Hem de hiç ders çalışamamıştır
Ama olsun, O yine de sınıfta kalmaz, biliyorum...
Bu sene üçüncü sınıfa geçer.
Ben de seneye okula gidince,
Ağabeyim gibi önce okumayı ben öğreneceğim ki,
Öğretmen bana da hikaye kitabı versin.
Bu kitabı önce eve gelip kardeşlerime okuyacağım ...
Çok uykum geliyor...
Uyumak istiyorum...
Nefes alamıyorum.
Bahçeye çıkmak istiyorum ama, konuşamıyorum...
Bari camın yanına yaklaşsam...
Şu burnuma kapattıkları şeyi çıkarsalar da...
Saçımda, yanaklarımda, dudaklarımda kadife gibi bir şey dolaşıyor
Bu, annemin eli olmalı
Evet, evet... anne kokuyor bu annemin eli.
Gözümü aralamaya çalışıyorum.
Annem neden bu kadar panik ve telaşlı?
Bembeyaz giyimli biri var yanımda
Bu doktor olmalı.
Benim hakkımda konuşuyorlar galiba,
Anlayamıyorum...
Annemin hıçkırıklarını duyuyorum.
Annem ağlarken ben de çok üzülüyorum
Anneciğim, ağlama annem..
Sesim çıkmıyor galiba.
Sesimi duyuramıyorum.
Sesim çıkmıyor ama, annem yanımda!
Gözlerimi açıyorum annemin gözlerinin içine bakarak
Ağlama!... demek istiyorum.
Annem beni duyamadı ama,
Anladı bak...
Başörtüsünün uçlarıyla ıpıslak olmuş yanaklarını kuruluyor.
Bana gülümsemeye çalışıyor
Nefes alamıyorum... Nefes alamıyorum...
Göz kapaklarımı tutamıyorum.
Yanağıma annemin gözyaşı düştü...
Bu kocaman hastaneye dün gelmiştik.
Bugün 9 Ekim Pazartesiymiş.
Biraz önce çok kalabalık bir grubun konuştuklarını duymuştum.
Hepsi benim hakkımda konuşuyorlardı ve
Birileri diğerlerine bir şeyler anlatıyordu.
Gözümü tekrar açıyorum
Kapının yanında birisi babama bir şeyler soruyor,
Bir şeyler anlatıyor,
Hiç AŞI yaptırmadınız mı?
Hayır...
Peki KUŞPALAZI diye bir hastalık duydunuz mu?
Evet...
Duymaya çalışıyorum,
Anlamaya çalışıyorum
Doktorun babamla ne konuştuğunu tam duyamıyorum ama...
Anladığım kadarıyla eğer AŞI olsaymışım,
Şimdi bu kadar hasta olmayacakmışım.
Gözlerim kapanıyor...
Açamıyorum.
Etrafımda gene birileri var galiba birisi diğerlerine yine benden bahsediyor.
"Tenzile ERDOĞAN
6 yaşında kız
Bağlarda oturuyor
Evleri sağlık Ocağına sadece 75 metre uzaklıkta"
Gözlerimi açmaya çalışıyorum ama...
Artık göz kapaklarım hiç kalkmıyor
Nefes alamıyorum anne...
Beni duyabiliyor musun?
Ben senin yanımda olduğunu hissediyorum ama,
Sesim çıkmıyor herhalde...
Sen beni duyamıyorsun anne
Bana cevap vermiyorsun
Nefes alamıyorum...
Sanki birileri boğazımı sıkıyor
Uzakları görüyorum
Çok uzakları
Bulutlar,
Bulutlar var orada ama,
Ben neden nefes alamıyorum?
Annem elimi her zamankinden daha sıkı tutuyor
"Tenzile yavrum dayan... n’olur!
Yavrum n’olur dayan" diyor...
Onun hıçkırıklı sesini duyuyorum ama,
O benimkini duyamıyor,
Zaten cevapta veremiyorum artık ...
Kendimi çok kötü hissediyorum...
Nefes alamıyorum...
Çok canım acıyor,
Uykum geliyor...
Uyumak istiyorum ama,
Uyanamayacakmış gibi hissediyorum kendimi
Ama yine de uyanmak istiyorum
Annemi dışarıya çıkarıyorlar
Anne, beni bırakma!
Lütfen, annemi çıkarmayın!
Beni duymuyorlar
Elimi bıraktı,
Üşüyorum ...
Nefes alamıyorum...
Göz kapaklarım kalkmıyor
Çok uykum var...
Neden annemi çıkarıyorlar?
Neden beni düşünmüyorlar
Nedenini bilmiyorum ama,
Zaten beni düşünseler,
Ben bu kadar hasta olmazdım.
Annemin AŞI olmam gerektiğini bilmediğimden eminim,
Eğer bilseydi ne pahasına olursa olsun,
O bana bu AŞI’yı yaptırırdı.
Ya babam...
Babam da bilmiyor muydu aşı olmam gerektiğini...
Sağlık ocağındaki hemşireler neden bana AŞI yapmadılar
Benim bu kadar hasta olacağımı onlar da bilmiyorlar mıydı ?
Onlarında çocukları benim kadar hasta olsaydı,
Eminim ki onlar da annem kadar üzülürlerdi.
Neden birileri anneme benim aşı olmam gerektiğini söylemedi ?
Annemin bu kadar üzüleceğini düşünmediler mi ?
Ya da.. ya da..
Kim biliyordu?
AMA BEN AŞI OLMAM GEREKTİĞİNİ BİLMEDİĞİMDEN EMİNİM.
Ben bilseydim,
Benim elimde olsaydı,
Uykum gel...

22.05.2002


*Leyla Bayazıt Ahmet Uçar'ın kızıdır.



 
 
 
 
 


 

Necdet Cengiz Şen Tarafından Mayıs 2008'de çekilmiş Bir Köşektaş Fotografı


LÜKS HAYAT
HACI ÇÖL

Aşağıdaki anlatısıyla insanı klasik köy hayatına imrendiren, geçmişle bugün arasında yaptığı mukayeselerle yaşam biçiminin ne oranda değişmiş olduğuna dikkat çeken öğretmen Hacı Çöl'e, bu anlamlı çalışması için çok teşekkür ederiz!

kosektas.net


Köye yakın bir yerde yaşamama rağmen her gidişimde “Hoş geldin!” denilmesinin mahcubiyetini yaşarım. Uzun süredir gitmiyormuşum, üç beş yıl aradan sonra köyü ziyarete gitmişim, hissine kapılırım. Yaz ayları köyün en güzel zamanlarıdır. Başka yerler sıcaktan çekilmezken, köyde hoş bir serinlik vardır.
           
Yurt dışından veya gittiği şehirlerden emekli olan hemşerilerimiz yeniden köye dönüş yapıyorlar. Babadan kalma evlerini tamir ettirip, imkanı varsa yenisini yaptırarak gençliğinde süremediği sefasını bundan sonra sürmek niyetiyle. Havası güzel, suyu bol, yolu, kanalizasyonu olan bir köyde kim yaşamaz ki. Köyde yaşayıp boş da durulmaz. Yüksek avlu duvarıyla çevrili bahçemizde sebze de yetiştiririz. Babadan, dededen kalma beş-on dönüm tarla boş duracak değil ya. İcara da vermeyiz. Muhanete muhtaç olacak değiliz çok şükür. Alırız bir traktör, takımlarıyla birlikte. Eker dikeriz tarlayı, bağa bahçeye de gideriz. Pazara gitmeye, işimizin çıkabileceği yerlere gitmek için araba da alınır. Uydu anteni, interneti, güneş enerjisi derken bayağı konforlu bir hayat oldu. Oldu olmasına ama bir yavanlık var hayatın tadında. Yirmi beş otuz yıl önceki tatları bulamıyorum galiba, oysa her şeyim var...İşlerimi kendim yapıyorum, karışanım yok, görüşenim yok…
           
Yirmi beş otuz yıl önceye geri dönelim. Yukarıda sayılan olanakların bir çoğuna sahip değildik. Uzun sayılabilecek bir ırgatlık mevsimi yaşanırdı. İnsanlar işlerinde birbirlerine yardım ederlerdi. İşler imece ile yapılırdı. Tarladan sap gelecek, patos çekilecek, tınas atılacak hep birlikte yapılırdı. Birlikte çalışmak adeta bir zorunluluktu. Ama hoş bir zorunluluk. Harman yeri dayanışması çok zevklidir. Komşu harmandan yaba istersin,onlar sizin tırmığınızı götürür, rüzgarın esmesi hep birlikte beklenir. Sarılar’a çorağa gidilir. Koyunlar kırkılır, o dönemde hemen her evde koyun vardı. Koç boyanır. Bağ bozulur, pekmez kaynatılır. Herkesin özel arabası yoktu .Şehre gitmek için erkenden kalkıp dolmuş beklemen gerekirdi. Tabi dolmuşçuları küstürmemeye çalışarak (hepsini rahmetle anıyorum). İşlerin bir çoğu omuz zoruyla yapılırdı ama birlikte çalışarak üstesinden gelinirdi. Yani daha komün bir hayat vardı o zamanlar.
           
Ardan yıllar geçti. Teknoloji gelişti, insanlar her imkana kavuştu. Artık işerini daha kolay, daha rahat ve tek başına yapar oldular. Yaşam biçimi değişti insanların. Sıkılmaya başladılar, yeni sosyal ilişkilere ihtiyaç duydular. Köy odalarının yeniden canlandırılması biraz da bu ihtiyaçtan kaynaklandı. Geçenlerde bir Almancı emeklisi, kaynak makinesi alacağından söz ediyordu. Köyde kaynakçının olduğunu söylediğimde, “Olsun, bulusun evde, lazım olur.” dedi. Parası vardır alabilir, kimse de karışamaz. Yılda bir veya iki kez yapacağı kaynak işini kaynakçıya yaptırsa sosyal ve ekonomik olarak ne kaybeder, ne kazanır hiç düşündü mü acaba?
           
Çağa ayak diremek, getirdiklerinden yararlanmamak olmaz. Hatta insan her şeyin en iyisine, en güzeline layıktır. Ama gelinen zaman bizi kendi yalnızlığımızla baş başa bırakıyor. İnsan, sosyal ilişkileriyle insandır. İyileşen yaşam koşullarımız sosyal ilişkilerimizi sınırlayarak, kendi iç hapishanelerimizi inşa ediyor. 


 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

ÖTEKİ ÇANAKKALE


Çanakkale Savaşları`nın yıldönümlerini, toplumu sarmalayan şiddet kültüründen kurtulmak için, yaşamın, kardeşliğin, yurt ve dünya barışının dillendirildiği
günlere dönüştürmeliyiz!

Hacı ÇÖL


Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net`e böylesi barış kokan bir çiçek sunmuş olmasından dolayı öğretmen Hacı ÇÖL`e çok teşekkür ederiz!

kosektas.net 


Çanakkale`den Barışa Giden Yol

Son günlerde sitemizde Çanakkale Savaşları’yla ilgili tartışma yazılarını ilgiyle izliyorum. 18 Mart tarihi yaklaştıkça konunun daha da güncelleşeceğini düşünüyorum.

18 Mart savaşın başlangıcı olarak kabul edilir, öyle bilinir. Oysa İngiliz birlikleri 19 Şubat 1915 tarihinden itibaren Settülbahir ve Kumkale mevkilerini bir ay boyunca bombaladı. Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak değerlendirecek olursak 19 Şubat’ı başlangıç olarak kabul etmemiz gerekiyor.

Ortaokul Sosyal Bilgiler öğretmenim Köksal Altun (Köksal Hoca) bize tarihi; sebepler, olaylar ve sonuçlar olarak incelenmesi gerektiğini öğretmişti. Ne iyi öğretmiş, Hocamı saygıyla anıyorum. Çanakkale Savaşı’na bu açıdan bakacak olursak; öncelikle bu savaş neden yapıldı, gerekçeleri neydi? İlk akla gelecek olan “düşmanlar yurdumuzu ele geçirmek istiyordu” olurdu herhalde. Evet itilaf devletleri bunu istiyor olabilirler. Ama onların asıl hedefi boğazları geçip Rusya’ya yardım etmekti. Bu arada Enver Paşa’nın iki Alman gemisine Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e geçip Rus kentlerini bombalaması ile Osmanlı Devleti’nin resmen savaşa girdiğini de belirtelim. Savaşlardan bitkin düşmüş bir halkı yeni ve büyük bir savaşın ortasına atan başta Enver Paşa olmak üzere İttihatçılar’ın asıl amacı Turan ülküsünden başka bir şey değildir. Mustafa Kemal’in o yıllarda düşünsel olarak İttihatçılar’dan ayrıldığını da ekleyelim.

Birinci Dünya Savaşı başlamış, bütün şiddetiyle sürüyor ve kendimizi savaşın içinde buluyoruz. Yıllardan beri yapılan Rus Savaşları (93 Harbi), Balkan savaşları, Trablusgarp Savaşı, Suriye, Mısır Savaşları derken askeri ve ekonomik anlamda bitkin düşmüşüz. Ordu bu savaşlar sonunda iyice yıpranmış. Çanakkale için yeniden seferberlik emri çıkarılıyor, eli silah tutan erkekler askere alınıyor. Mesleği asker olmayan bu insanların çoğu öğretmen, doktor, esnaf, tüccar gibi çeşitli meslek gruplarındandı. Yani ülkenin aydın ve üretken insanlarıydı.

Savaş değişik cephelerde bir yıla yakın sürdü. Her iki taraftan yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Ne kadar kolayca söyleyiverdik “yüz binlerce insan hayatını kaybetti”. Onların aileleri, geride bıraktıkları hayatları, savaş sırasındaki yaşadıkları psikolojik travma.

Bugün rahat koltuklarımızda, o insanların yaşadıklarını anlamaya çalışmak, sempati kurmak ve hak ettikleri en büyük saygıyı içimizde duyumsamak o insanlar için yapabileceğimiz en önemli şey galiba. Karşılıklı cephelerde savaşan, adını, sanını, memleketini bilmediği insanlarla yeri gelip ekmeğini paylaşan onurlu insanlar savaşın ne kadar gereksiz olduğunu bizlere gösteriyor.   

Savaşın bitiminde Çanakkale geçilmemişti. Yokluklar içinde mevzilerini savunan bu insanlar kendinden kat kat büyük ordulara boyun eğmemiştir. Başta Anafartalar komutanı Mustafa Kemal olmak üzere hepsini rahmet ve şükranla anıyoruz (Annemin dedesi de Çanakkale’de kalmış, künyesi bile gelmemiş). Evet Çanakkale geçilmemişti. Savaş kazanıldı demiyorum. Zira yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir savaşın kazananı olmayacağını düşünüyorum. İtilaf devletleri İstanbul’a, oradan da Karadeniz’e ulaşamadılar. Buna bağlı olarak tarihin seyrini değiştirecek önemli gelişmeler oldu. Rusya’da çarlık rejiminin yıkılması, Ekim Devriminin gerçekleşmesi Kurtuluş Savaşı sırasında bizi oldukça rahatlattı. Aksi durumda bir de doğu cephesinde Ruslarla savaşmak zorunda kalmamız Kurtuluş Savaşı’nın nerelere evrilebileceğini tahmin etmek oldukça zor olacaktır.

Çanakkale Savaşı’na salt “vatan savunması” gözüyle bakmak yanıltıcı olabilir. Savaş bitiminde başkent kurtulmuştur. Ama aradan birkaç yıl geçmeden (13 Kasım 1918) İstanbul işgal edilmişti. İngiliz gemileri boğaza demirlemiş, şehrin sokakları yabancı askerlerle dolmuştu. Uğruna Çanakkale’de onca insanımızı kaybettiğimiz ülkede, İstanbul’un fiili işgaline karşı bir tek kurşun bile atılmamıştır. Bu açıdan değerlendirecek olursak, o insanlara karşı haksızlık etmiş oluruz. Bunca çaba, eziyet heba mı oldu diyeceğiz?

Çanakkale Savaşları’nın yıl dönümlerini, genç kuşaklara şehit olmanın erdemlerinin anlatıldığı; ölümün, öldürmenin özendirildiği günler olmaktan çıkartıp, toplumu sarmalayan şiddet kültüründen kurtulmak için, yaşamın, kardeşliğin, yurt ve dünya barışının dillendiridiği günlere dönüştürmemiz gerekiyor. Ancak o zaman uğruna onca canlar verdiğimiz bu güzel yurdu yaşanır kılabiliriz.

Hacı ÇÖL - Kırşehir,  11.3.2006, 22:00





1 Yorum - Yorum Yaz
Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek
 
Dr. Besim Şeref

"Yaptığın işten aldığın zevk, ondan kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten büyük ise yaşamış sayılırsın. Mutluluğun tılsımı sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektedir." Çetin ALTAN

"Tıpta uzmanlık eğitiminde eğitimden çok kültürlenme vardır. Tıp eğitimindeki başat kültürün ana özellikleri şunlardan oluşmaktadır: Hastayla ilgili tüm işleri en kıdemsiz asistana yıkmak, eli cebinde vizit yapıp haftada ya da ayda bir-iki saat ders anlatmak, hoca parası yatırılmış ise muayeneye veya ameliyata girmek yoksa girmemek, kalan zamanda rektörlük ya da dekanlık seçimleri ve idari bir görev kapmak için kulis ve rakip gördüklerinin dedikodusunu yapmak ya da muayenehanecilik başta olmak üzere para kazanmaya yönelik işler çevirmekten ibarettir...Üniversite özerkliği ve öğretim üyesi dokunulmazlığı keyfilik, işe gelmeme ve şahsi işlerle uğraşmak olarak görülmektedir. Şüphesiz bu kültüre uymayan bazı istisnalar vardır. Ancak bunlar oldukça nadirdir." Dr. Besim ŞEREF

Ben de pek çok pratisyen gibi TUS derdinden, ne özel ne de mesleki hayatımın değerini bilmiyordum. Benim yaşamımı bir zurnacı değiştirdi. Evet yanlış okumadınız; bir “zurnacı". Bildiğiniz, davulun yanında çaldığı müzik eşliğinde halay çekilen, üflemeli çalgının icracısı.
Çok iyi bildiğiniz gibi zurnada peşrev olmaz. Zart diye ana temaya girer. Biz de hemen konuya girelim. Tüm derdim tıpta uzmanlık sınavıydı. TUS'u kazandığım zaman her şey değişecekti.
Kazanana kadar tüm insani faaliyetleri tatil ettim. Nihayet TUS'ta birinci tercihime girdim. Fakülteye nakil işlemlerim tamamlanana kadar öforik bir psiokoljide dolaştım durdum. Daha asistanlığımın ilk gününde ortamda bir tuhaflık hissettim. Bir hafta geçmeden tuhaflığı çözdüm. Ne asistanlar ne de öğretim üyeleri uzmanlık alanlarını ve işlerini sevmiyorlardı. Çünkü kendilerini işlerine ve öğrencilerine vermiyorlardı. Hep bir şeylerden şikayet ediyorlar ancak bir şeylerin değişmesi için en ufak bir çaba göstermiyorlardı. Hep birileri suçluydu. Kendileri çok mükemmel ve asla kıymetleri bilinmeyen birer dahiydiler.
İhtisas süresinin sonunda, “yeterince işini sevmemeyi, sağlık ocağından kaçmayı, bir konunun özü yerine ufak ayrıntılarıyla uğraşmayı ve mutsuz olmayı öğrendiğime” karar vermiş olmalılar ki, üç profesör ve iki doçentten oluşan beş kişilik sınav jürisi beni oy birliğiyle uzman ilan ettiler.
Şimdi uzmandım. Bir gün bile ara vermeden dört profesörün kararıyla bir tıp fakültesine öğretim üyesi atadılar. Kendimi çok önemli bir şey olmuş zannettim. Tam altı ay öforik halde dolaştım.
Altı ayın sonunda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladım. Öğretim üyeleri mutsuz ve işlerini sevmiyorlardı. Haftada bir iki saat derse girip, derslerde yıllar önce asetatlara yazdıklarını okuyup, tekrarlamaktan başka öğrenci ve eğitimle bir ilgileri yoktu. Herkes kendi dalgasındaydı. Hemen herkes bir birinin ardından konuşuyor, yüzüne karşı gülüyordu. İşleri güçleri, anabilim dalı başkanlığı, müdürlük, dekanlık ve en önemlisi rektörlük seçimleri için kulis yapmak ve kim güçlüyse onun yanında görünmekten ibaretti.
Çalışıp ter dökmenin ve bir şeyler üretmenin, öğrencilerle ilgilenmenin anlam ve önemi yoktu. Halk sağlığı anabilim dalında öğretim üyesiydik ama halkın sağlığına yönelik zerre kadar bir şey yapmıyorduk. Sağlık Ocakları ve birinci basamak bize yıldızlar kadar uzaktı. Sağlık Ocakları'na uğramak basit, küçük ve aşağılık bir işti. Büyük öğretim üyelerinin Sağlık Ocakları'nda işi yoktu. Biz her şeyi biliyorduk. Çünkü öğretim üyesiydik. Halk sağlığından başka işlerle uğraşıyorduk. Bir tek eğitim ve halk sağlığıyla uğraşmıyorduk. Biz, çalışmak bir yana, semtinden bile geçmediğimiz birinci basamakla ilgili herşeyi biliyorduk. İşi biliyor, işe gitmiyorduk. Tüm insanlardan ve doktorların cümlesinden daha önemliydik. Çünkü biz öğretim üyesiydik.
Öğrenciler ve asistanlar “Hocam!” diye çevremde dolaşıyordu. Devlet üst seviyeden maaş bir o kadar da döner sermayeden para veriyordu. Rektörlük seçimlerinden önce rektör adayları odama kadar gelip hatırımı soruyor, “kendilerine oy verirsem seçildiklerinde her istediğimi yapacaklarını” söylüyordu. Yerel gazetelerde yazılarım çıkıyor, radyolarda konuşma yapıyor, televizyonlarında açık oturumlara katılıyordum. Beş yıl sonrasında profesörlük göz kırpıyordu: “Lüküs hayat, yan gel de keyfine bak!..”
Amma ve lakin insanlar neden işlerine yan çiziyor ve işini yapmak isteyene çelme takıyordu? Bu durum bana kazık gibi batıyordu. Birinci basamağın semtine bile uğramayıp, haftada bir iki saatliğine fakülktede birinci basamağın önemine ilişkin öğrencilere nutuk atma iki yüzlülüğünü gösteriyorduk. İki yüzlülük meşru, dürüstlük - dayak dahil- her yolla cezalandırılacak bir suçtu.
Öğrenciler iki yüzlülüğümüzü anlayıp halk sağlığını önemsemiyorlardı. Mezun olduklarında bize benzeyip, bizim yaptıklarımızın aynısını yapıyor; kendilerini önce uzmanlık eğitimine sonra fakültelere atıyorlardı. Sonra bizim gibi yan gelip yatıyorlardı. Tüm eğitim kuramları bunun böyle olacağını söylüyordu.
Eğitim kuramlarından vazgeçtik, öğrencilere mutsuzluk, araştırma görevlilerine ve yardımcı doçentlere, işten kaçma ve yolsuzluk öğretiyorduk. Dekan ve rektör yolsuzluğa çanak tutuyor. Akademik kurulda yolsuzluğun belgeleri bayrak gibi sallanmasına karşın 1.125 öğretim üyesinden bir teki bile “Burada yolsuzluk yapılamaz” diyemiyordu.
Akademik kurulda çıkıp bir tek kelime bile söyleyemeyenler, ıssız koridarda dürüstlüğü savunana yumruk atıyordu. Aklı başında olduğunu sandığım hocalarım (!); “Sen bunlarla uğraşma, profesör olmana bak” diyorlardı. Profesör olmak kolay, öğrencilerle ilgilenip, eğitimin hakkını vermek imkansızdı.
Mevsimlerden ilkbahar, aylardan mayıs, günlerden pazardı. Yer Meriç nehrinin kenarıydı. Ağaçlar yeşermiş, çimenler diz boyu uzamış, çiçekler açmıştı. Öğretim üyesi adayı doktor arakadaşlarım ve eşlerimizle birlikte piknik yapıyorduk. Çevrede davul zurna çalıyor, insanlar halay çekip oynuyordu.
“- Filan şöyle, falan böyle...”
“- Herkes çok kötü, biz çok iyiyiz.”
“- Biz her şeyi biliriz. Biz öğretim üyesiyiz. Bizim kıymetimizi bilmezler.”
“- Biz dahiyiz, başkaları bir bok bilmiyor.”
“- Rektörlük seçimleri yakın, ben filanın adamıyım. O seçilirse kadrom çantada keklik.”
Bak yan masadakailer nasıl göbek atıyor. Meriç salına salına akıyor.
“- Yav ağbi şu kadroyu bir kapsam!”
Köfteler pişti, salata hazır, rakıyı açtım. Bak şu söğüdün dalları suya değiyor.
“- Ağbi ben her şeyi bilirim. Ben herkesten üstünüm. Ben öğretim üyesiyim.”
Yav, anladık, hadi siz böyle yetiştiniz. Öğretim üyesisiniz. Çok önemli, çok karamsar, çok mutsuzsunuz. Sizde akıl çok, başka kimselerde yok. Ama eşlerinize ne oldu? Onlar niye mutsuz?
Yan masadaki zurnacıyı çağırdım:
“- Buyur ağbi, mastika mı çalayım?”
“- Yok kardeşim, bir şey çalma. Otur masaya önce bir şeyler yiyelim.  İki kadeh içelim. Sonra çalarsınız.”
Davulcu ve zurnacı çekinerek masaya oturdu. Arkadaşımın eşi iğrenerek baktı. Zurnacının, gömleğinin yakası aşınmış, koluna yama yapılmış, pantolunu biraz bol, ayakkabılarının her ikisi de yanlardan patlamış ve ökçesine basılmıştı. Ama adam neşeli, gözleri ışıl ışıl. Hiç çekinmeden gözlerimizin içine bakıyor. Gözleri güven veriyor insana, dalgasız, limanlar gibi duru. Adam gözlerinden okunacak kadar mutlu.
Zaten mutsuz olan arakadaşlarımın, mutsuzlukları bir kat daha arttı; densiz arkadaşları, masalarına davulcuyla, zurnacıyı çağırmıştı.
Arakadaşlarımın hepsinin gözlerine baktım, gözleri donuk, hiçbir ışıltı ve sevinç yoktu, basit hesaplar ve riyakarlık akıyordu.
Zurnacının gözleri cam gibi duru, güneş gibi aydınlıktı. Bir zurnacıya, bir arakadaşlarıma baktım ve zurnacıya dönüp, duru gözlerine bakarak sordum:
“- Dünyaya bir kere daha gelsen yine zurnacı olmak ister misin?”
Duru gözleri kadar pürüzsüz, tereddütsüz, tok ve gurur dolu bir ses tonuyla; "Hiç başka bir şey olmam, yine zurnacı olurdum. Benim dedemin zurnası, Selanik Müzesi’ndedir" dedi.
İşte ben o an kararımı verdim.
Bir tarafımda; üç - beş kuruş bahşiş için Meriç boylarında zurna çalıp halkı eğlendiren, sırtında gömleği, ayağında ayakkabısı olmayan ama mesleğinden, hayatından memmun, soylu bir zurnacının dünyası vardı. Diğer tarafımda; profesör adayı, zurnacının bir yılda kazandığını bir ayda kazanacak kadar cebi paralı, altı arabalı, işini sevmeyen, işi bilip işe gitmeyen, öğrencilerine mutsuzluk, araştırma görevlilerine iki yüzlülük ve yolsuzluk öğretenlerin dünyası. O dünyanın içinde bulunan ve gittikçe onlara benzeyen, onların suçlarına ortak olan ben.
Çok önemli (kerameti kendinden menkul), işini sevmeyen, işine önem vermeyen, karamsar insanların arasında; mutsuz, işini sevmeyecek, pratisyen doktorluğunu önce kendisi küçümseyecek, karamsar doktor yetiştirme suçuna yeterince ortak olmuştum. Daha fazla suça bulaşmanın bir anlamı yoktu. Mutluluğun parayla hiçbir ilgisi yoktu: Ben ve profesör adayı arakadaşlarımın aldığı para zurnacıdan kat be kat çoktu ama zurnacı mutlu, biz mutsuzduk.
Soyluluğun, makam, sıfat ve eğitimle hiçbir ilgisi yoktu, hatta bunlarla ters orantılıydı: Biz önemli sıfatlara (!) sahiptik ve bu sıfatlar yakın bir gelecekte çok daha büyüyecekti.
Zurnacının hiçbir sıfatı yoktu. Zurnacı mesleğiyle onur ve gurur duyacak ve de gözünü kırpmadan tekrar zurnacı olacak kadar soylu, biz ise mesleğimize iki yüzlülük ve her tür yolsuzluğu, kepazeliği katacak kadar.
Daha fazla gecikmenin hiçbir anlamı yoktu. Ömrümün, tam kırk yılını çaldırmıştım. Zararın neresinden dönülürse kardı.
Ömrümün kalanını çaldırmanın hiçbir alemi yoktu. Olmuş ve de olabilecek sıfatlarımın tamamını derhal Meriç nehrine attım. Oh be dünya varmış. Sevincimden halay çektim. Asil ve soylu zurnacıyla kucaklaştım.
Ömürümün kırk yılını çalanlara, geri kalanını çaldırmamak için tüm köprüleri yakıp, yıktım. Artık, ben öyle her şeyi bilen, önemli bir öğretim üyesi değildim. Sadece ve sadece zurnacı sınıfından pratisyen doktordum. Şimdi işimi iyi yapmak için var gücümle uğraşmaktayım. Fakültede bana aşılanan, kötü huylardan kurtulmak için tüm öğrendiklerimi unutmaya çalışıyorum. Dostluğu, insanlara çıkarsız bakmayı, kendimi, eşimi, çocuğumu ve sonra diğer insanları sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum. İşten kaytarmak yerine, baygın düşene kadar çalışıyorum.
Kendilerine öğretilmeye çalışılan tüm mutsuzluk ve kötülüklere karşın, bu ülkenin sağlık yükünü, içlerindeki insanlık değerlerini köreltmeyen doktorların taşıdığına ve hakkı verilerek yapılan pratisyen doktorluğun kutsal olduğuna inanıyorum. Şimdi yaşamın ve pratisyen doktorluğumun keyfini çıkarıyorum.
Dr. Besim Şeref l Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek l 16 Nisan 2017

Bilgi: Köşektaşlı Dr. Besim Şeref tarafından yazılmış bu yazı "Günlüğümden" adlı bir yayın organından aktarılmıştır. kosektas.net

 
 



1 Yorum - Yorum Yaz



Bu sayfa şifrelidir, şifreyi girerek görüntüleyebilirsiniz.


Şifreyi Giriniz

Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları... 


Orada, köy yaşamı, öğretmen ve öğrenciler tarafından incelenerek, köylülerin inançları, gelenek ve görenekleriyle ilgili araştırmalar yapılırdı. Tarım İşleri Dersi'nde, üzüm asmalarına yönelik çalışmalar görülmeye değerdi. Her üzüm asmasının, kendi gövdesine bağlı, numaralı bir künyesi vardı. Tüm künyeler bir deftere kayıt edilir, asmaların bakım ve verimleri karşılaştırılır, elde edilen veriler ışığında, hangi asmanın, hangi toprakta ve hangi gübreyle daha verimli olacağı bulunmaya çalışılırdı. M. K. Y. 


II - Köy Enstitüleri'nin Kuruluş Amacı ve Metodu

Musa Kâzım Yalım

 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Atatürk’ün, felsefe olarak seçmiş olduğu bilimsel dünya görüşünün ışığı altında Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un yaratıcı ve yapıcı eğitim – öğretim anlayışıyla, bilimsel ve sanatsal doğrultuda biçimlenen Köy Enstitüleri; Türk köylüsü ve Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot olarak, Türk eğitim tarihinde mutlaka yerini alacaktır.

 


 

Köy Enstitüleri, tüm dünya insanlığının yararlanabileceği örnek bir eğitim – öğretim sistemi olarak Türk ulusunun gururu olacaktır. 

Cumhuriyet yönetiminin getirdiği, bilimsel dünya görüşünün açtığı aydınlık yolda yaratılan Köy Enstitüleri felsefesi ve ruhuyla; Türk toplumunun tarihsel gelişim doğrultusuna biçim veren, “dinsel dünya görüşünün” oluşturduğu dogmatik, metafizik, düşsel, ruhcu ve körinanca yönelik bilim dışı bağnaz bir anlayışın granitten örmüş olduğu körinanç duvarlarını aşarak, Atatürk’ün bilimsel dünya görüşüyle bütünleşmiştir. 17. Nisan 1940.

Köy Enstitüleri, Türk köylüsüne ve Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot ve aynı zamanda Türk toplumuna özgü bir Rönesans hareketidir.

Köy Enstitüleri!nin yaratıcıları; dünyada bir benzeri daha bulunmayan, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun içinde bulunduğu ekonomik, kültürel ve sosyal koşullara göre, yepyeni bir eğitim – öğretim sistemi ortaya koymuşlardır.

Yani, “iş sevgisiyle, aklı (zekayı) bütünleştiren; iş içinde iş aracılığıyla, iş için eğitim” vasıtasıyla yaratıcı ve yapıcı yetenekleri geliştiren bir eğitim metodu; Köy Enstitüleri’nin bize özgü, özel bir pedagojik metodun altyapısını oluşturuyordu.

İsmail Hakkı Tonguç, Türk köylüsünün ve topyekün ülkemizin kalkınmasının bu metoda bağlı olduğuna inanıyordu. 

  • Köy Enstitüleri’nde iş sevgisi ve el becerisi, zeka ile bütünleştirilmeye yöneliktir.
  • Orada, deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve güzel sanatlar egemendir.
  • Orada, eğitim ve öğretimin temelini insan sevgisi, doğa sevgisi, hoşgörü, demokrasi ve laiklik oluşturmaktadır.
  • Orada, iş ve yaşam eğitimi vardır.
  • Köy Enstitüleri; eğitimin ve bilginin bilince dönüştürüldüğü çağdaş bir eğitim metodu uygulayan kuruluşlardır. Yani, bilinç; elde edilen bilginin ve eğitimin bireyin ve toplumun, insanca (uygarca) yaşamaya alışkanlığının kazandırılmasına yöneliktir. Uygarca yaşamaya faydası olmayan bilginin hiçbir önemi yoktur. Bu bilgi, bilinç dışı kalmış bir bilgidir. Böyle bilgiler, boş yere elde edilmiş zihinsel bir yüktür. Köy Enstitüleri’nin bilgi felsefesi, bilince dönüşen bilgidir. Bilince dönüşmeyen bilgi, hiç işe yaramayan yapı taşı gibidir. Onunla bina inşa edilmez!
  • Köy Enstitüleri’nde, köyü, uyandıracak, canlandıracak ve kalkındıracak, üretici, yaratıcı, halkçı ve devrimci bir eğitim düzeyinin köye sokulması için, öğretmen ve öğretmen adayı öğrenciler arasında tartışılarak yeni proğramların üretilmesiyle öğrencilere, onun nasıl uygulanacağı ile ilgili bilgi ve beceri kazandırılmaya çalışılırdı.  

Orada, köy yaşamı, öğretmen ve öğrenciler tarafından incelenerek, köyün yaşamı, inaçları, gelenekleri, duyuşları, oyunları ve müzikleriyle ilgili folklor çalışmaları proğramlanarak köyü ve köylüyü tanıma çalışmaları yapılırdı.

Tarım işlerinde üzüm bağlarıyla ilgili çalışmalar görülmeye değerdi. Hep uygulamalı geçerdi. Her üzüm asmasının, gövdesine bağlı numaralı bir künye vardı. Bu künye deftere kayıt edilir, asmanın bakımıyla verimi izlenerek görülenler günü gününe kayıt edilirdi. Asmaların hangi toprakta, hangi gübreyle ve hangi yönde daha iyi verimli olacağı araştırılırdı.

Fizik, kimya, matematik ve biyoloji laboratuvarlarıyla çalışmalar başta olmak üzere hayvancılık, arıcılık, tavukçuluk ve tarımla ilgili derslerin hepsi de uygulamalıydı.

İnşaat işleri, demircilik ve marangozluk bilgileri atölyelerde öğrenilir ve orada uygulamaya konurdu. Kısacası; inceleme, araştırma, eleştiri, gözlem ve deney metodu, Köy Enstitüleri’nde eğitim ve öğretim temelini oluşturuyordu. 

Köy Enstitüleri, kendine özgü eğitim sistemiyle dar ve geniş anlamda iki önemli amacı gerçekleştirecekti. Köy Enstitüleri’nin dar anlamdaki amacı, tarım alanından dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci özellikte köy insanının yaratılması hem köylünün ve hem de ülkenin mutluluğu için gerekiyordu. Bu nedenle, köylünün kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik, feodal sömürüye (toprak ağalığına) karşı bilinçlendirilmesi zorunluydu. Bu bilinç, ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi.

Köy Enstitüleri’nin geniş anlamdaki amacı; çağdaş ve Atatürkçü düşünce doğrultusunda, Türk köylüsünü ve Türk toplumunu kalkındırmaya esas olmak üzere;

  • Bilimle barışık, bilimsel akla sahip, ileri görüşlü bilimsel ve diyalektik ölçülere göre doğru düşünebilen;
  • Bilimsel ve sanatsal değerlere saygılı;
  • Evrensel boyutta, deneysel metoda dayalı bilim ve sanat üretenleri takdir edip, onlara hayranlık duyan;
  • Yaşamını görünmez güçlerle, efsanelere, mucizelere, tarikatlara, kadere, uğura ve körinanca değil; bilimsel bilgi ve sanata bağlamış;
  • Metafizik felsefe ve hayali görünmez güçler saltanatına dayalı “dinsel dünya görüşüne” değil; eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı “bilimsel dünya görüşüne” bağlı;
  • Bilim ve sanat üretmeye özenen ve aynı zamanda başkalarını teşvik eden;
  • Düşünsel bilgi ile, deneysel bilgiyi birbirinden ayırabilen;
  • Zihinsel ve fiziksel gücüyle üretkenliğe yatkın; yaratıcı, yapıcı ve yaşatan;
  • İnsani değerlere ve insan haklarına saygılı;
  • Din, ırk, mezhep, soy sop, zengin, fakir farkı gözetmeksizin tüm insanları en içten duygularla seven insan ve doğa sevgisiyle dolu;
  • Laik demokratik, hoşgörülü, kadın – erkek eşitliğine inanmış;
  • Türk toplumunun bireyleri olarak ulusal bilinç toplumsal sorumluluk duygusu kazanmış;
  • Vatan, millet ve bayrak sevgisiyle dolu, Atatürkçü (akıl ve bilime yatkın), Atatürk ilke ve devrimlerinin çağdaş özelliğini kavramış ve Atatürk’e bağlı bir Türk köylüsü ve Türk toplumu yaratmaktır.  

Rönesans hareketinin başarısıyla Batı toplumları, “refah devleti” düzeyine ulaşmışlardır. Dini baskılardan kurtulmuşlar, dine bağlı ibadet ve inanç, devletin görevi olmaktan çıkmış, bireylerin özgür iradesine bırakılmıştır. Buna parelel olarak da, aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması sağlanmıştır.

Böylece devletle din işleri birbirinde ayrılmıştır. Laiklik ilkesi yaşama geçmiş olup, laik ve demokratik gelişmeye dayalı “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce” sistemi yaratılmıştır. Batı’da bilim üretmekten dolayı, insanlar; artık her türlü baskı ve işkenceden kurtulmuşlar, yeni bir hayat başlamıştır.

Dinsel dünya görüşünün yerine; bilimsel dünya görüşü egemen kılınmıştır, buna parelel olarak, bununla beraber, aklın egemenliği, aklın özgürlüğü, aklın yaratıcılığı ve bilimin egemenliği sağlanmıştır. Avrupa’da başlayan bu yeni hayat Rönesans hareketinin başarısıdır.

Köy Enstitüleri hareketi, bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketidir.

Batı’da, Rönesansla insanlara sağlanan yeni hayat ve mutluluklar; eğer 1950 gerici karşı devrim hareketi olmasaydı Köy Enstitüsü hareketiyle bizde de yaşama geçirilecekti. Köy Enstitüleri’nin geniş anlamdaki amacı işte böyle bir amaçtı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile Osmanlı döneminden kalma klasik ve ezberci eğitim sistemi hālā geçerliliğini koruyurken, Köy Enstitüleri’nde saptanan çağdaş uygarlığı yaşatacak amaçlara bir an evvel ulaşmayı sağlayacak, ezbercilikten uzak gözlem ve deneye dayalı uygulamalı bir eğitim – öğretim sistemi oluşturulmuştu. Ama ne yazık ki... Köy Enstitüleri’nin plānlandığı geniş amaçlara ulaşılmadan Köy Enstitüleri’nin varlığına son verilmiştir.

İsmail Hakkı Tonguç, bunca zamandır ihmal edilmiş Türk köylüsüne, uygarca ve insanca yaşama olanağının sağlanabilmesi için köyün “kendi öğeleri ile içinden canlandırılması ve bilinçlendirilmesi” ni gerekli görüyordu.

Saygıdeğer yazarımız Talip Apaydın; “Bilgiyi bilince dönüştüren eğitim” diye vurguluyor Köy Enstitüleri’ni. Köy Enstitüleri, insan yaratma sanatının üzerine kurulmuştur.

Yaklaşık yarım asırdan beri, Anadolu liseleri, fen liseleri, süper liseler ve dershaneler eğitim üzerine faaliyetler sürdürmektedirler. Amaç, bilim ve güzel sanatlarda yaratıcı eleman yetiştirmekti. Sonuç olarak, bunca yıl geçtiği halde, bilim ülkesi olmamız gerekirken, bu konuda içimizi aydınlatacak bir gelişme görülmüş değildir. Gerçi 1950’de bilimsel dünya görüşünün yerini, dinsel dünya görüşünün almasıyla, bilim ve sanat üretememek Türk toplumunun kaderi olmuştur.

Üniversiteye hazırlık için dershaneler harıl harıl çalışıyorlar. Yıllık ücrek olarak öğrencilerden 2 bin liradan, 6 bin liraya kadar değişen miktarda ücret alınıyor. Öğrencinin ve Türk toplumunun geleceği dershanelerin vicdanına bırakılmıştır. Bu durmda, milli eğitim ve öğretim, ādeta pazar meta haline gelmiştir.

Devletin asli görevi, çağdaş değerler ölçütünde eğitim – öğretim kurumları oluşturarak, vatandaşlarının refahını ve yaşam standardını en üst düzeye taşımak olmalıdır. Devlet olmanın gereği de budur.

Onca masraflarla okuttuğumuz gençlerimizin başarıları gözler önünde. Ülkeler arası 42 lisenin yarışması sonucu, önden sona doğru 37., arkadan öne doğru ise 5. sırada yer almışız.

Yine üniversiteler arası bir yarışmada da, dünyadaki en iyi 500 üniversite arasında sıraya bile girememişiz. Bu yarışmalarda Japonya ve ABD en başta gelmektedir.

800 yıldan beri, zihinsel gücümüzün verimsizliği bayağı genetikleşmiş gibi. Beyin verimsizliği damgasından kurtulmak mümkün olacak mı? Bu gidişle asla!

Köy Enstitüleri’nin yıkılışı, “demokrasi ve ādalet, güçlülerin çıkarılarından başka bir şey değildir.” gerçeğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Toplumun hak aramaması için, toplum adeta sindirilerek sinekleştirilmiştir. Güçlünün borusunun öttüğü yerde, sineklerin sesleri duyulmazmış.

Köy Enstitüleri’nin yıkılışı; bilime, güzel sanatlara ve çağdaşlaşmaya karşı gelmenin bir diğer adıdır.

Şimdi, ülkemizin, Köy Enstitüleri gibi bir eğitim sistemine gereksinimi vardır. Çağdaş dünya bizi buna zorluyor. Ama, Köy Enstitüleri eğitim sistemini tekrar hayata geçirmek olanaklı mıdır? Hayır! Çünkü, Köy Enstitüleri’nin amacı, köylüyü bilimsel dünya görüşü doğrultusunda kalkındırmaya ymnelikti. Ancak köylünün yaşam koşulları tümden değişmiştir.

Köylüleri, köye bağlayacak bütün değerler yok edilmiştir.

Köylülerin ürettiklerini, emeğin karşılığında değerlendirecek bir devlet politikası yoktur. Köye hayat verecek ekonomik olanaklar, yürütülen yanlış politikalar yüzünden ellerinden alınmıştır.

Bu durumda, köylüler şehirlere gitmek üzere göçe zorlanmışlardır. Şimdiyse köylüler yoğun bir şekilde şehirlere göç etmeye başlamışlardır. Köylerde yaşanan ev sayısı bitmek üzerdir. Artık köylülerin şehir macerası başlamıştır. Bu koşullarda, Köy Enstitüleri’nin hizmet verebileceği köy ve köylüler kalmamıştır denilebilir.

Batı’da köyden – şehire bir göç olayı yaşanmıştır. Çünkü, Batı’da sanayi devrimiyle, göç eden köylülere iş olanağı yaratılmıştır. Batı’daki göç olayının diyalektiği belliydi. Ama, Türkiye’de yeni bilim esaslarına göre, yeni bir teknoloji ve sanayi yaratma olanağı olmadığı için, köyden şehire göç etmek, köylüler için akıl ve atmosfer üstü bir macera yaşamaktır. Kısaca: Köy Enstitüleri’nin tekrar hayat bulacağı bir köy ortamı bitmiştir. Köylülerin durumu, denizde at ile gezmek gibi bir düşselliktir. Zamanla hepsi de batabilir.

Yani Köy Enstitüleri eğitim sistemini tekrar yaşama geçirme olanağı, şu koşullarda hemen hemen yok gibidir. Çünkü, artık köylülerimizin yerlerinde yeller esmektedir. Köylerde yaşanacak sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik koşulların hepsi de ortadan kaldırılmıştır. Köy Enstitüleri artık bir hayal olmuş, Türk eğitim tarihinde yerini almıştır.

Köylüye hayat verecek kırsal sanayi düşüncesi tatlı bir hayal olarak kalmıştır. Bir mucize yaratılmadıkça köye ve köylüye kavuşmak ancak anıların canlandırılmasıyla mümkün olacaktır.


III. bölümü okumak için tıkla!





0 Yorum - Yorum Yaz

 

 Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları...


Köy Enstitüleri yıkılmasaydı; bilimle barışık, güzel sanatları seven “bilim toplumu” yaratılacaktı ki, bilim toplumunda ayrımcılığın, ırkçılığın, bölücülüğün, tutuculuğun, şovenizmin, din ayrımının ve körinancın asla yeri yoktur. Çünkü, bilim toplumunda, bu ve benzeri safsataların hiçbirine itibar edilmeyerek, yaşamda kaosa meydan verilmez. Bilim toplumunda bütünleşme ve insanca yaşama duygusu hakimdir! M.K.Y


IV-Köy Enstitüleri Kapatılmasaydı Eğer...

Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri kapatılmasaydı eğer;

  • eğitim sistemimiz; deneye, gözleme, araştırmaya ve eleştiriye dayalı bilimsel bilgi doğrultusunda, çağdaş bir özellik kazanacaktı.
  • “Öğretim Birliği Yasası”, uygulamada göz ardı edlimeyecek, ihmale uğramayacaktı.
  • Şeriat düzeni heveslileri hortlamayacaktı.
  • Din, politikada, ekonomik ve siyasi çıkarlar uğruna kullanılmayacaktı. Onun kutsallığına saygı duyulacaktı.
  • Türk gençliği; dayaktan uzak ve onurlandırılarak eğitilecekti.
  • Türk gençliğinin kişilikli olarak yetişmesi için, demokratik, laik eğitime daha çok önem verilecekti.
  • Köy Enstitüleri’nin eğitimdeki bilimselliği nedeniyle demokrasi ve laiklik esasları çoktan yaşama geçmiş olacaktı.
  • Irkçılık ve şovenist duygular yerine, Atatürk milliyetçiliği hakim olacaktı.
  • Köy Enstitüleri’nin vereceği bilimsel eğitimle efsanelere, mucizelere, muskalara ve tarikatlara itibar edilmeyecek, hurafeler son bulacaktı.
  • Atatürk düşmanlığı gibi gerici bir anlayış olmayacaktı.
  • Kadınlar şeriat çemberi içine alınmayacaktı.
  • Türban, şeriat düzenine özenenlerin bir simgesi olmayacak, körinanç bugünkü boyutlara ulaşamayacaktı.
  • Köy Enstitüleri, ulusun bütünlüğüne titizlikle eğilen bir eğitim kuruluşuydu. Bu nedenle, PKK gibi, şeriat çığırtkanları gibi ayrılıkçı ve ulusun bütünlüğüne kasteden zavallılar, densizler türemeyecekti.
Köy Enstitüleri yıkılmasaydı, bilimle barışık, güzel sanatları seven “bilim toplumu” yaratılacaktı ki, bilim toplumunda ırkçılığın, bölücülüğün, tutuculuğun, şovenizmin, din ayrımının ve körinancın asla yeri yoktur. Çünkü, insancıl ve bilimsel düşünebilen, aklı çalışan bilim toplumunda bu ve benzeri safsataların hiçbirine itibar edilmeyerek, toplum yaşamında kaosa meydan verilmez. Bilim toplumunda bütünleşme ve insanca yaşama duygusu hakimdir.
  • Köy Enstitüleri; bize özgü Atatürkçü Rünesans hareketinin bir simgesiydi.
  • Batı’daki Rönesans hareketiyle, bilimsel, sanatsal ve çağdaş doğrultuda toplumsal bir kabuk değişmiştir. Bunun neticesinde de, bilimsel bir dünya görüşü doğmuştur. İnsanlığın varolduğu günden beri sürüp gelen; aklın, körinanca ve doğmalara karşı verdiği amansız mücadelesi sonunda, galip gelen taraf akıl ve bilimsel düşünce olmuştur.
  • Köy Enstitülerine yaşama hakkı tanınmış olsaydı, batı’daki bilimsel ve sanatsal köklü değişiklik, kesin bizim ülkemizde de oluşacaktı.
  • Aynı zamanda, laikliğin, insanlaşmanın ve demokrasinin temeli olan deneysel bilim ve güzel sanatlar eğitimiyle özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce sisteminin gelişip güçlenmesi sayesinde; softalık, yobazlık, gericilik, mezhep, tarikat ve hurafeler gibi körinançlar bütünü; bağnaz bir ortam bulup gelişip güçlenmeyecekti.
  • Metafizik felsefe (doğaüstü) ve hayali görünmez güçler saltanatına dayalı “dinsel dünya görüşü” yerine; eytişimsel özdekçi bilimsel felsefeye dayalı, “bilimsel dünya görüşünün” egemenliği sağlanacaktı. Çünkü büyük Önder Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bilimsel dünya görüşünün temelleri üzerine inşa etmişti.
  • Bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketini sonunda yeni oluşturulacak bilimsel dünya görüşünün ışığı altında, Batı’daki Rönesans hareketinin tüm çağdaş kazanımları, Köy Enstitüsü hareketiyle bizim ülkemizde de kazanılmış olacaktı.
  • Dini konular, yasal ve toplumsal bir konu olmaktan kurtulmuş, Köy Enstitüleri sayesinde laik ve demokratik düzen hayata geçmiş olacaktı.

Atatürkçü olmak, O’nun eylem, felsefe ve yöntemini eyleme geçirmek demektir. Köy Enstitüleri, deney, gözlem, araştırma, eleştiri, bilimsel bilgi ve sanatsal doğrultudaki özellikleriyle tam bir Atatürkçü kuruluştu. Köy Enstitüleri, Atatürkçü felsefenin simgesiydi.

Bir toplumu, “çağdaş ve akılcı” toplum doğrultusunda oluşturmak için; deney metoduna, bilimsel bilgiye, ulusal dil ve güzel sanatlara dayalı laik ve demokratik eğitim zorunludur. İşte Köy Enstitüleri bu özellikleri bünyesinde taşıyan çağdaş bir eğitim kuruluşuydu.

Köy Enstitüleri’nin, eğitim ve öğretim metodu; eleştiriye, incelemeye, araştırmaya, gözlem ve deneye dayalı; güzel sanatları içeren, ezbercilikten uzak yeni ve eşsiz bir eğitim sistemiydi.

Kısacası; Köy Enstitüleri, yaşatan, yaratan, birbirlerine karşı sorumluluk duyan yeni bir toplumun yaratılmasını amaçlamıştı.

Atatürk ve Köy Enstitüleri, gereği gibi anlaşılmadığından, ülke, günümüzdeki gibi içinden çıkılması güç ve sakıncalı bir hale getirilmiştir. Atatürkçü düşüncenin savsaklanması, Köy Enstitüleri’nin kapatılması, bugün acil çözüm bekleyen sorunların meydana gelmesine neden olmuştur. Şimdi, ulusca içine düştüğümüz olumsuz koşullar, üzüntü ve endişe veriyor, kaygılı yaşamak, çağdaş yoldaki gelişmemizi engelliyor.

Yalnız politik çıkarlar ve iktidar olma uğruna belirli çevrelerce yapılmış telafisi güç bu hataları örtbas ederek, Türkiye’nin geleceğini tümden karartmaya kimsenin hakkı yoktur. Daha önceki iktidarlar döneminde Köy Enstitüleri başta olmak üzere sosyal, siyasal, kültürel ve çağdaş eğitim konusunda pek çok hatalar yapılmıştır. Bundan sonra, politika uğruna bu hatalara düşmemek, ülkeye ve insanına çağdaş uygarlık yolunda gerçek hizmet vermek gerekir. Köy Enstitüleri, Atatürk’ün fikirleri çerçevesinde bilim için deneysel metod ve güzel sanatları esasalan yüce bir kuruluştu. Böyle bir kuruluşun, mutlaka korunup yaşatılması gerekirdi.

Ortaçağ Arap-İslam Uygarlığı’nın yaratmış olduğu korkuya, baskıya, insanlaştırılmış Tanrı ve din anlayışı yerine; Köy Enstitüleri ile insan sevgisine yönelik gerçek Tanrı ve din anlayışı oluşturulacaktı.

  • Köy Enstitüleri yaşatılsaydı, “toprak reformu” yaşama geçer, kırsal sanayi gelişir, köylerden kentlere göç olmaz, kentler köylere dönüşmezdi.
  • Alevi – Sünni ayrımı olmaz, Çorum, Malatya, Kahramanmaraş ve Sivas olaylarına meydan verilmezdi.
  • Atatürk’ün çalışma temposuyla, bilimsel ve sanatsal görüşüne sahip çıkılarak, yüksek medeniyet ufkundan yepyeni bir güneş gibi doğabilecek fırsatı yakalardık.
  • Köy Enstitüleri korunabilseydi bilim toplumunu oluşturarak, bilim ve teknoloji üreten uluslarla boy ölçüşecek düzeye gelirdik.
  • Köy Enstitüleri yaşatılabilseydi, Türkiye’deki eğitim kurumları, “ilkokuldan, üniversiteye” dek bir bütünlük içinde ele alınırdı.
  • Köy Enstitüleri kapatılmasaydı; belki de, dünyaya, insani değerleri, biz kabul ettirir; bilim ve güzel sanatların, insanları, insani değerler doğrultusunda eğitmesi gerektiğini biz öğretirdik. Bilimin aklı; güzel sanatların, doğa sevgisiyle ruh ve ahlak güzelliğini geliştiren genel bir eğitim sistemi, Köy Enstitüleri’nin yaşatılmasıyla oluşturulacaktı.
  • Eğer Köy Enstitüleri yıkılmasaydı, başta deprem olmak üzere, doğal afetlerin bize getireceği can kaybıyla, ekonomik zararları en aza indirebilecek olanağı yakalardık.
  • Köy Enstitüleri devam ettirilseydi; Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu ve son olarak da Ahmet Taner Kışlalı gibi değerler katleilmezdi. Bu bilim insanlarının katli, Türk toplumu için yerleri doldurulamayacak kadar çok büyük bir kayıptır!

Eğer Köy Enstitüleri yaşatılmış olsaydı; 

  • Kur’an, Öztürkçeye çevrilerek, anlaşılması kolay kılınacaktı.
  • Aklın inançtan; bilimin dinden bağımsızlaşması sağlanacaktı.
  • Eğitim – öğretim bilim ve bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınmış olacaktı.
  • Aklın ve bilimin önderliğiyle laikliğe, demokrasiye ve insan haklarına yönelişin temelleri atılmış olacaktı.
  • İbadet ve inanç bireylerin özgür ve hür iradesine bırakılacaktı...


kosektas.net'in notu:

Böylesi çok kapsamlı bir çalışmasını sitemiz ziyaretçileriyle paylaşan kıymetli öğretmenimiz Musa Kâzım Yalım'a çok teşekkür ediyoruz! Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu sayın Musa Kâzım Yalım'ın yerel ve genel konuları kapsayan diğer çalışmalarını, zaman buldukça, periyoduk güncellemelerimizden bağımsız olarak, yayınlamaya çalışacağız...

kosektas.net





0 Yorum - Yorum Yaz

Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları...


"...Artık bizim köyde de, Köy Enstitüleri’yle ilgili izlenimler hep olumsuz yönde gelişmiş ve geliştirilmişti. Oysa bizim köylüler, tarlaları çok az olduğundan, çocuklarını bir ekmek sahibi yapmak için gözlerini Köy Enstitüleri’ne dikmişlerdi. Bizim köyde, çevre köylere göre, Köy Enstitüleri’ne daha çok önem veriliyordu. Köy Enstitüleri’nin tümden kapatılacağı söylentilerine çok üzülünüyordu. Köyde, bir tatil boyunca, çeşmelerin başında, akşamları köy odalarında, gündüzleri harman diplerinde hep Köy Enstitüsü meselesi konuşuluyordu..." M.K.Y.


III - Köy Enstitüleri'nin Başarısı Türkiye'yi Kucaklamıştı ki...

Musa Kâzım Yalım

 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri’nin Başarısı Türkiye’yi Kucaklamıştı ki... Köy Enstitüleri kuruluşundan kısa bir zaman sonra meyvelerini vermeye başlamıştı: Köy Enstitüleri çıkışlı yirmi bin öğretmen, yüzden fazla yazar, şair ve sanatçı yetişmişti.

Köy Enstitülü bu değerler, Türk köylüsünü ve Türk toplumunu çağdaş dünyaya, bilimsel ve sanatsal değerlere taşımaya ve böylece köylüler ve toplum, çağdaş dünyanın ne demek olduğunu anlamaya başlamıştı.

Toplum; kendi emeğini, kendi işgücünü, kendi mutluluğu için kullanacaktı. Evet, toplum bu konuda belli bir bilinç düzeyine ulaşmak üzereydi. Köy Enstitüleri hareketi bu bilinci ateşlemişti. Artık bu gelişmenin kesin sonucuna ulaşılacaktı.

Köy Enstitüleri hareketi, köylüleri; güçlülerin ve siyasilerin hizmetçisi olmamak üzere bilinçlendirmeye başlamıştı. Köy Enstitüleri çıkışlı öğretmen, yazar, şair ve sanatçı köylülerle ve toplumla bütünleşmişti. Bu bütünleşme, Türk köylüsünün ve Türk halkının çağdaş doğrultudaki geleceğinin garantisiydi.

Artık köylü uyanmaya başlamıştı. Çağdaşlığa giden yolun başına gelinmişti. Köylüler kendi öz haklarına sahip çıkmaya yönelmişti.

Köy Enstitüleri’nin sosyal aktivitesi sonuç vermeye başlamıştı ki, işte o zaman, halkçı gözüken mevcut iktidar C.H.P. ve D.P. (Demokrat Parti) muhalefeti Köy Enstitüleri’nin yıkılmasında sanki işbirliği içine girmiş gibiydiler.

1946 yılında Hasan Ali Yücel M.E.B.’dan ayrıldıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki her olumsuz gelişme, her etkinlik, Köy Enstitüleri’nin aleyhine gelişiyordu. Yani Köy Enstitüleri hangi iftira metoduyla yıkılır çalışmaları yapılıyordu.

Köy Enstitüleri’ni, kolay kapatabilmek için 1947-1948 yılarında bazı entrikalar çevrilmişti. Köylülerimizin Köy Enstitüleri’ne karşı nefret duymalarını sağlamak için, her fırsatta Köy Enstitüleri’ni kötüleme kampanyası başlatılmıştı. Özellikle kız öğrencilerin ahlakının bozulduğu, baştan çıktıkları iddia ediliyordu. Ayrıca, köy çocuklarının, o okullarda okumalarının zorlaştığı ve okuldan kovuldukları söylentileri, köylerde ağızdan ağıza dolaşır olmuştu. Gerçekten de başarısızlığı saptanan öğrenciler, maksatlı bir biçimde okuldan uzaklaştırılıyordu.

Oysa, Köy Enstitüleri’nin ilk kurulduğu yıllarda, kültür derslerinden başarı gösteremeyen öğrenciler dahi, okuldan uzaklaştırılmazlar mutlaka bir meslek sahibi olurlardı. Kızlara, hasta bakıcılık, hemşirelik; erkeklere, demirçilik, marangozluk, inşaat ve boya işleriyle ilgili zanaat öğretilirdi. Orada, yeteneğe göre eğitim ve öğretim vardı. Başarısız öğrencileri okuldan, kovarak uzaklaştırmak gibi bir yanlışlık yapılmazdı. Bu kovarak uzaklaştırma olayları, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına hazırlık olsun diye 1947 – 1948 yıllarında başlamıştır.

Bu gaddarlıklar, köylümüzü, Köy Enstitüsü gibi çağdaş bir eğitim kuruluşundan soğutup uzaklaştırmak uğruna yapılıyordu. Bir ders yılı sonunda, sadece bizim okuldan (Hasanoğlan Köy Enstitüsü) uzaklaştırılan iki yıllık öğrenci sayısının 75 kişiydi.

Öğrencinin okuldan kovulması; suç işleyecek bireylerin çoğalması demektir. Toplum ve eğitim kuruluşları suçu hazırlar; birey de onu işler.

Öğrencinin okuldan kovulması, hümanist eğitimin, yeteneğe göre eğitimin ve çağdaş eğitim pedagojisinin yapısında yer almaz. Öğrenciyi okuldan uzaklaştırmak, çağdaş olmayan öğretimin ve öğretmenin başarısızlığı ve acizliğidir.

1947 – 1948 ders yılı sonunda yaz tatili için köyüme (Köşektaş Köyü/Hacıbektaş) gitiğimde, doğru düşünebilen herkes, bana, Köy Enstitüleri’yle ilgili soru sormadan edemiyordu.

“Köy Enstitüleri, koyu komünistmiş, gerçekten öyle mi?” “Köy Enstitüleri’nde kız-erkek arkadaşlıkları serbestmiş; doğru mu? Bu nedenle de, kız öğrenciler baştan çıkıyor ahlaksızlaşıyorlarmış... Bunu gördün mü veya yaşadın mı?”

“Köy Enstitüleri’nde, bu gidişata kökten bir son vermek zamanı gelmiştir artık! diyen partiler varmış. Örneğin, Demokrat Parti, bu işe, köylünün namusudur diye çok önem veriyormuş... Gerçekten buna inanalım mı?

“Hani; Köy Enstitüleri’nde öğretmen olunmasa da mutlaka başka bir alanda iş ve meslek sahibi olunuyormuş diyorlardı... Halbuki, Köy Enstitüleri’nden, başarısızdı diye kovulan öğrencilerin haddi hesabı yokmuş. Demek ki, Köy Enstitüleri’nde okuyan mutlaka bir iş ve meslek sahibi oluyormuş demenin de hiç aslı yokmuş. Demek ki, Köy Enstitüleri’yle ilgili olumlu ne söyleniyorsa hiçbirisinin aslı astarı yokmuş... Hepsi de baştan aşağı yalanmış.”

Evet, bizim köyde de, Köy Enstitüleri’yle ilgili izlenimler hep olumsuz yönde gelişmiş ve geliştirilmişti.

Oysa bizim köylüler, tarlaları çok az olduğundan, çocuklarını bir ekmek sahibi yapmak için gözlerini Köy Enstitüleri’ne dikmişlerdi. Bizim köyde, çevre köylere göre, Köy Enstitüleri’ne daha çok önem veriliyordu. Köy Enstitüleri’nin tümden kapatılacağı söylentilerine çok üzülünüyordu.

Köyde, bir tatil boyunca, çeşmelerin başında, akşamları köy odalarında, gündüzleri harman diplerinde hep Köy Enstitüsü meselesi konuşuluyordu. Bütün bu ümitsizliklere karşın, yine de çocuklarımızı Köy Enstitüleri’nde okutmaya gayret edelim diye düşünenler de vardı. Köyde karamsar olan bazıları da şöyle konuşuyorlardı:

“Köy Enstitüleri’nin köylü çocuklarına kucak açacak nesi kaldı ki? Daha önceleri, Köy Enstitüleri’ne alınan öğrenciler, salt tüm köylerden alındığı halde, şimdiyse, şehir ve kasabalardan da alınıyormuş. Soruyorum size, bizim çocuklar onların yanında pabuç çıkarabilir mi? Bizim çocukların, şehir çocuklarının yanında başarılı olacaklarını hiç sanmıyorum. Çocuklarımızı o okullara gönderelim ama, bir gün gelir, başarısızlıkları bahane edilerek, çocuklarımız okuldan uzaklaştırıldığı zaman, kendi köylümüz ve komşu köylülerin yüzlerine nasıl bakabiliriz... Falanın çocuğu, filanın çocuğu, falanın oğlu, filanın kızı Köy Enstitüleri’nden kovulmuş mu dedirtelim? Aslanım bu işe gelemeyiz. Gözümüzü korkuttular bir kerre (kere)! Bundan sonra Köy Enstitüleri’ne öğrenci göndermek adamakıllı imkansızlaştı. Artık bizim çocukların okuyup adam almaları “huzuru mahşere” kaldı.”

Bu hususta, bizim köylüler, ümitlerini tamamen kaybetmiş, karamsarlıktan kendilerini alamıyorlardı. Gerçekten de haklıydılar. 2.000 nüfusu ve okulunda 300’e yakın öğrenci olan koskocaman köyden yalnız üç öğrenci Köy Enstitüsü’ne gidebilmiş. Bu sayı “devede kulak” bile değildir. Bu üç çğrenciden sonra, Köy Enstitüleri’nin ağzına ot tıkadılar. Yine köyümüzün aydınlarından birisi şöyle diyordu:

“Bu üç öğrencimizin, okuyabilecekleri de şüpheli... Onlara da başarısızlık damgası vurularak, iki yıllık diye okuldan uzaklaştırılmayacakları ne malum.”

Köylülerimizden tarih bilgisi olanlar, şunları söylemekten geri kalmadılar: “Osmanlı İmparatorluğu döneminden bugüne kadar, Türk köylüsüne ne uygun görüldü ki, Köy Enstitüleri uygun görülsün. Türk köylüsüne mutluluk getirecek hiçbir şeyi yaşamadık. Mutsuz yaşama galiba biz köylülerin, doğuştan alnına oyularak yazılmış; silinmeyen kaderi oluşturmuştur.

“...Biz köylüler, Atatürk’ün zamanında, biraz olsun gün görmeye, mutlu olmaya başlamışdık ki, felek onu da münasip görmedi. Atatürk’ü aramızdan çok çabuk ayırdı. Atatürk, tarihimizde köyü ve köylüyü anlayabilen tek büyük insandır.Artık bundan sonra v’ni hayal bile edemeyeceğiz. Çarıklı geldik! Çarıklı gideceğiz! Ne yapalım kaderimiz buymuş. Köy Enstitüleri, bizim çocuklara “şam toprağı oldu.” Oğlum, tekrar ediyorum, şunu iyi bil ki, biz köylülerin ta ezelden beri yüzü gülmemiştir. Dertli geldik! Dertli gideceğiz!

Gördüğüm kadarıyla bizim köylüler, Köy Enstitüleri konusunda yürekleri yanıktı. Pek ateşliydiler. Hemen her haksızlığın, farkına varabiliyorlardı.

Bizim köyde gazete okuyup, radyo dinleyen, köyün aydınlarından sayılan bazıları Köy Enstitüleri’yle ilgili olarak şunları söylüyordu:

“Köy Enstitüleri artık eski cazibesini kaybetmiş durumda... Okulların kömünist yuvaları olduklarını söylüyorlar. Bir yandan da, bütün Köy Enstitüleri’nin, fuhuş yuvaları haline dönüştürüldükleri anlatılıyor. Bu hal karşısında çocuklarımızın durumu ne olacak? bimiyoruz. Bu durumda, Köy Enstitüleri’nde, köy çocuklarının okuması, yazması artık “zora varmış.” Çünkü en küçük bahanelerlebaşarısız diye fakir fukaraları çocukları okuldan uzaklaştırılıyorlarmış. Artık bundan sonra bu okullara çocuk göndermek delilik olur.”

1946, 1947, 1948 yıllarında köylerde konuşulan konu hep Köy Enstitüleri’ydi. O zamanlar iktidar partisi ile iktidarın dışında kalan parti ya da partiler, politik ve ekonomik çıkarları için, hep Köy Enstitüleri’ne saldırmaya başlamışlardı. Politikacılar, Köy Enstitüleri’nin, köylülerimizin gönlünde yer etmiş saygınlığını sarsmaya ve onu tamamıyla yok etmeye yönelik çalışmalarını, her geçen gün biraz daha dozunu artırarak yoğun bir iftira ve karalama kampanyasıyla sürdürmekteydiler.

Köy çocuklarının eğitimi ve öğretimi yoluyla toplumsal değişmeyi ve kalkınmayı sağlamak için kurulmuş olan bu okullar; köylünün gözünden düşürülerek, köylün-n üzülmesine, kızmasına meydan vermeden, köylünün uyanmasını önleyen, dört duvar arası eğtim veren, yenilik getirmeyen, geleneksel ve ortaçağdan kalma klasik yönteme dayalı öğretmen okullarına dönüştürülmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’ndeki, çağdaş eğitimi hırpalamak ve aşağılamak için ayrı ayrı bölgelerde, kız çocuklarıyla, erkek çocuklarının eğitimini ayrı bir şekilde sürdürmek düşüncesi, 1947 ve 1948’lerde oluşturulmuş ve uygulanmış adi bir politika oyunudur.

Neticede, tüm Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarımızı İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde toplayarak, 1946’dan beri söyleyip durdukları anlamsız metodu uygulamaktan çekinmemişlerdir.

Kurulu çağdaş eğitim düzeni olan hiçbir ülkede kız ve erkek öğrencilerin birbirlerinden ayrı olarak eğitim aldıkları görülmemiştir. Çünkü böylesi bir uygulama gerçek ve bilimsel eğitimin doğasına aykırıdır. Böyle bir saçmalık, toplumun aile yapısını da dejenere edebilir. Oysa aileyi korumak ve onun yozlaşmasını önlemek devletin asıl görevlerinden biridir.

Bütün sapıklıkların; kadın – erkek ilişkilerinin baskı altında tutulduğu toplumlarda meydana geldiği, herkesce bilinen açık ve net bir gerçektir. Bunlara kulak asmayan D.P. iktidarı; siyasi çıkarı uğruna, Köy Enstitüleri’ndeki bütün köy kızları ve erkeklerine haketmedikleri bir ceza uygulaması yapmıştır.

Köy Enstitüleri’nin kişiliğiyle, çok adice ve ilkel bir şekilde oynamak; Köy Enstitüleri’nin sahipsiz oluşundan kaynaklanmıştır.

Başta köylülerimiz, Köy Enstitüleri’ne yapılan haksız saldırılara karşı en ufak bir tepki bile gösteremediler. Aslında iktidara oy vermemekle bu saldırıları protesto edebilirlerdi. Oysa köylülerimiz bu olaya tümden ilgisiz kalmışlardır. Hatta, Köy Enstitüleri’nde çocukları okumayan köylülerin pek coğu, iktidarın Köy Enstitüleri’yle ilgili olumsuz tutumunu desteklediler bile. Yani bindikleri dalı kestiler.

Köy Enstitüleri gibi, dünya yüzünde eşine rastlanılmayan bir kuruluşu yaratanlar dahi, ellerini, kollarını bağlayıp sessiz kalmayı yeğlediler.

Ayrıca; C.H.P ve D.P. iktidarları, 1947-1954 yılları arasında yapay, seviye üstü ve ısmarlama sınavlarla 2 bin köy çocuğuna başarısız damgası vurarak, okuldan uzaklaştırdı.

1946 yılında çok partili döneme geçilmeden önce çıkarılmış olan Toprak Yasası’na muhalefet edenlerce kurulmuş olnan D.P.’nin Köy Enstitüleri’ni ahlaksızlık ve komünistlik yuvaları olarak göstermeye çalışan propogandası, C.H.P. içinde de etkili olmuştu.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, başından beri desteklediği Köy Enstitüleri’ne ve Hasan Ali Yücel’e yapılan saldırılar karşısında sessiz kaldı. 21 Temmuz 1946’da Türkiye’de ilk kez yapılan tek dereceli ve çok partili seçimlerden sonra kurulan Recep Peker Başbakanlığındaki C.H.P. hükümetinde MEB’lığına Reşat Şemsettin Sirar getirildi. Yeni Milli Eğtim Bakanı ilk iş olarak İsmail Hakkı Tonguç’u görevinden uzaklaştırdı; sonra da Köy Enstitüleri’nin bütün yönetici ve öğretim üyelerini başka görevlere tayin etti. Köy Enstitüleri’nde uygulanan öğretim yöntemini büyük ölçüde değiştirdi. Köy öğretmenlerine yeniden maaş bağlanarak “üretiici öüretmen” ilkesinden vazgeçildi. Köy Enstitülerine kasaba ve kentlerden öürenci alınmaya başlandı. Bu arada yüksek Köy Enstitüleri kapatıldı. Reşat Şemsettin Sirer’den sonra M.E.B.’lığına getirilen Tahsin Banguoğlu aynı yıkıcı tutumu sürdürdü.

“...İsmet İnönü, büyük toprak sahipleri, ağalar ve egemen güçlerin C.H.P. içindeki temsilcileri olan siyaset adamları karşısında “Milli Şeflik” dönemindeki gücünü yitirmiş bulunuyordu. Bu yüzden, parti içindeki konumunu sürdürebilmek için, önceleri kararlılıkla savunduğu ilkelerden ödün verme gereğini duymuştu. Böylece, egemen güçlerin parti politikasındaki ağırlıklarını daha da artırmaları, Köy Enstitüleri’nin yozlaştırılmalarını da kapsayan uygulamalara neden olmuştu...”

“...14 mayıs 1950’de yapılan genel seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanan D.P., kendi gerçek yapısına uygun bir tutumla Köy Enstitüleri’ni ortadan kaldırdı. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri eliyle, Köy Enstitüleri’ni tüm ilkelerinden saptırılarak sıradan öğretmen okullarına dmnüştüren D.P., böylelikle, bu eğitim kurumunu tamamen yok etmiş oluyordu. Tevfik İleri, Köy Enstitü çıkışlı mğretmenler üzerinde, “Köy Enstitüleri İdeolojik Tahkikatı” adı altında baskılar uyguladı. Buna karşın, hiçbir öğretmen suçlanamadı. 1954’de çıkarılan yasayla Köy Enstitüleri’nin adı da yapısı gibi değiştirilmiş ve ilköğretime dayalı ilköğretmen okulları olmuştu...”

“...1947’den, Köy Enstitüleri’nin ortadan kaldırıldığı 1954 yılına dek geçen yozlaştırma döneminde Köy Enstitülü öğretmen ve öğrencilere akla gelmeyecek baskılar yapıldı... İftiralar edildi. Ismarlama sınavlarla sınıfta bırakılan 2 bin öğrenci iki yıllık durumuna düşürülerek enstitülerden uzaklaştırıldı... Babalarına karşı tazminat davası açıldı. “Komünistlik” ve “Türklüğe hakaret” suçlamaları için tertip ve düzenlemeler yapıldı. Enstitü kitaplıklarından birçok kitap kaldırıldı. M.E.B.’lığı klasiklerinden bazı kitaplar zararlı sayılarak yakıldı. Yüksek Köy Enstitü çıkışlı öğretmenler toptan askere alındı. Köy Enstitüleri’nden yetişen öğretmenlerin, genellikle, köyler dışında görevlendirilmelerine özen gösterildi...”

C.H.P. ve D.P zamanında, ister iktidarda olsun, ister muhalefette olsunlar, Köy Enstitüleri’ne karşı, iftira ve karalamaların sonu bir türlü gelmiyordu. İftira için her türlü yola başvuruluyordu.

C.H.P. içinde Recep Peker, sağcı anlayısin temsilcisi durumundaydı. Onun başbakanlığı döneminde, Köy Enstitüleri, olumsuz yönde epeyce bir serencam (olay) yaşadı.

Şimdiye kadar, hiçbir kuruluşa; bu kadar kasıtlı ve asılsız suçlar uydurularak kara çalma olayına rastlanmamıştır.

1947 – 1948 ders yılının yeni başladığı günlerdeydi. Bir Pazar günü, top sahasında dolaşanlar arasında bir hareketlilik ve panik başlamıştı... “Aman Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer geliyormuş” diye. Sonradan alnadık ki bakan, ani baskın düzenlemiş.

Çok gemeden taksiler, idare binasının önünde sırayla dizildiler. Bakanı çok merak ediyorduk. Top sahasında bulunan öğrencilerin hepsi de, oyunlarını bırakıp, bakanın arabasına doğru koşmaya başladılar.

Arabadan inen bakan, sanki bir düşman cephesini yok edecekmiş gibi, bir komutan edasıyla yürümeye başladı. O kısa boyu ile, hiç yüzü gülmüyor, asık bir suratla, çok azametli görünmeye çalışıyordu. Adını daha evvel sınıflarda öğretmenlerimizden öğrenmiştik. Reşat Şemsettin Sirer, Köy Enstitüleri’ni kapatacak diye, bu isim bizi çok ürkütüyordu. Bakanın adı, Köy Enstitüleri’nin korkulu rüyası olmuştu.

Bakanın etrafında, okul üdürü başta olmak üzere eğitim başları ve öğretmenler pevrane gibi dönüyorlardı. Hızlı adımlarla okulu gezmeye başladılar. İlk defa okul kitaplığına gelindi. Orada saatlece süren incelemeden sonra bakan dışarı çıktı. Yine aynı azametli bir tavırla, etrafındaki insanları süzüyordu. Ve birkaç bölüm daha gezip inceledikten sonra bakan okuldan ayrıldı.

Bir iki gün geçtikten sonra, duyduk ki, kılıftan yeni çıkarılmış bir iftira daha... Hasanoğlan Köy Enstitüsü komünistlikle ilgili kitaplarla doluymuş... Öğrenciler hep onları okuyurmuş.

Hasan Ali Yücel’in bakanlığında dilimize çevrilen klasikler ve “Fantamara” (çeviri: Sabahattin Ali) adlı kitapların hepsi de okul kitaplığından ayıklanmış.

Klasik eserlerden pek çoğu, Antikçağ ve Rönesans dönemindeki, düşünsel, bilimsel, sanatsal ve felsefi gelişmeleri dile getiriyordu.

“Fantamara” adlı kitabın yazarı: İtalyan yazar İgnazio Silone komünist olabilir. Ama yazdığı eser, “dünya edebiyatı tarihinde” yerini almıştır. Tüm dünyanın zevkle okuduğu bir kitaptır. Bu kitapları okumak ve bir şeyler öğrenmek başka; komünist olmak başka.

Bizlere; Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde, komünizm ile ilgili hiçbir anlatım ve hiçbir açıklama yapılmamıştır.

Komünizm ile ilgile olarak, bir tek öğretmen dahi herhangi bir telkinde bulunmamıştır.

Köy Enstitüleri’nde bizlere, köylülerimizin, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan hızla geliştirilmesi ve kalkınmada köylüye ışık olmamız telkin edilmiştir.

Kısacası; köylerimizi çağdaş bir yaşam biçimine ulaştırmak Köy Enstitüleri’nin birincil göreviydi.

Yaşanılan düzenin içinde, perişanlığımız feodal yapıdan ileri geliyorsa, ki bu tartışma götürmez bir gerçektir, feodal yapıya karşı mücadele vermek insanlık, insanlık olduğu kadar da yaşamın gereğidir. Bu komünizm demek değildir. Feodal yapı (toprak ağalığı), köyde yaşayanların emeğine ve iş gücüne ağalar tarafından el konulması olayıdır. Evet, Köy Enstitüleri bunlara engel olacaksa, toprak ağalarına karşı hak aramak, hiçbir zaman komünizm hareketi olamaz.

İşin gerçeği; Türkiyemizin kalkınmasında yaratılan kaosun kaynağı, feodal yapıdan gelmektedir.

Köy Enstitüleri, bu yapıyı, insanca yaşamaya dönüştürecekti. Buna da komünizm denilmez.

Velhasılı, Köy Enstitüleri’ni yok etmek için her şeye bir kılıf bulundu.

Köy Enstitüleri’ni, komünistlikle suçlamak, belki de “Fantamara” adlı kitaptan kaynaklanmıştır. İtalyan yazar, İgnazio Silone’nin “Fantamara” adlı eserini okuyorsunuz diye, insanları komünistlikle suçlamak yersiz ve geçersizdir. Bu eser, İtalya’da, 1930’larda toprak sahipleri egemenlerle, topraksız fakir köylüler arasında geçen hazin bir yaşam olayının anlatımıdır.

Bu olay, Türkiye’deki toprak ağalarıyla, köylüler arasındaki sosyal, kültürel, politik ve ekonomik ilişkilere çok benzemektedir. “Fantamara” adlı kitabi okuyor diye her önünüze çıkanı komünistlikle suçlamak, sağlıklı bir yöntem değildir.

Her neyse; Köy Enstitüleri’nin kapatılış yılı olan 1954 yılına kadar, iktidar ve muhalefet bu hususta bayağı bir işbirliğine girmişler gibi hareket ettiler. Köy Enstitüleri’nin, başarıya ulaşması için, emeğini esirgemeden, canla başla çalışarak her türlü zorluğa katlanan, özveride bulunan öğretmenlerimizi dahi hiç tereddütsüz, enstitülerden uzaklaştırdılar. Kıyıma uğrayan tarım öğretmenimiz İzzet Palamar, sanıyorum 1949 – 1950 ders yılı ortalarında olsa gerek, “bakanlık emrine” alınarak Köy Enstitüleri’ndeki görevine son verilmiştir.

Tarım öğretmenimiz İzzer Palamar, çalışmış olduğu Köy Enstitüleri’nde, tarım alanında gerçekten harikalar yaratmış bir öğretmendi.

Çifteler Köy Enstitüsü’ndeki “Orman Tepe” İzzet Palamar’ın eseridir. Bu öğretmen; Hasanoğlan’daki orman ve ağaçlandırma, bağcılık, meyvecilik, bahçecilik alanlarındaki bilimsel çalışmalarıyla, Köy Enstitüleri’nde meydana getirilen tarımla ilgili tüm işlerin ve etkinliklerin mimarıydı. O zaman öğretmenimizin kendisiyle konuştuğumuzda bizlere şunları söylemişti:

“Politikacıların, politikasına, yanlış mı, doğru mu demeden onların isteklerine boyun eğerek işlerine gelecek şekilde davranırsanız, merdiven dayayıp sizi göklere çıkarırlar. Yok eğer, onların politikalarına uymaz da istedikleri yönde hareket etmezseniz vay halinize... O zaman, ağzınızla kuş tutsanız bile, gözünüzün yaşına bakmadan, kayıp düşsün diye, ayağınızın altına karpuz kabuğu dizerler... Hem de, karpuz kabuklarını ağzınızın üzerine düşecek şekilde dizerler ki, düştükten sonra ağzınız dağılsın ve bir daha doğruları konuşamayasınız diye.

“...Üzülmeyin çocuklar... Henüz geri kalmış, bilimselliğe ulaşamamış ülkelerin hemen hepsi de böyledir...”

“...Cahil kalmış toplumun, politikacıları da cahil olur. Onlar, toplumun çıkarlarını değil, kendilerine ait kişisel, politik ve ekonomik çıkarlarını düşünürler. Onun için de, yapamayacakları yolsuzluk ve riyakarlık yoktur...”

“...İktidarlar toplumun aynasıdır... Toplum neyse, iktidarlar da odur...”

“...Çocuklar, hayatta, hoşunuza gitmeyen olumsuz şeylerle karşılaşabilirsiniz. Üzülüp pes etmeye gerek yok. Bu memleketin yükselmesi için dğru bildiğiniz yolda düşmeden yürümeye devam etmelisiniz!”

O zaman, öğretmenimizin duygu dolu bu sözleri bizi çok etkilemişti. Öğretmenimizin bize verdiği öğütler, meslek yaşamımızda bize ışık tutmuştur. Türk toplumu, çağdaşlaşma yolunda, uygulanan olumsuz politikalar yüzünden, yararlanabileceği bir öğretmenini kaybetmiştir.

Böylece, yiraat öğretmenimiz Özzet Palamar, Ankara’da “Vedat Özpınar Müessesi’nde” ziraat aletleri satan özel sektöre ait bir magazada görev almak zorunda bırakılmıştır.

Kısacası; D.P. iktidarının henüz ilk günlerinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ne kadar ilerici, devrimci öğretmen ve ne kadar çağdaş kitap varsa hepsi de okuldan uzaklaştırılmıştır. Hatta iktidar bu yaptıklarıyla da yetinmeyerek, Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne, güzel sanatların modernleşmesi adına hediye edilen büyük bir piyanoya, el koyarak, gümrükten mal kaçırır gibi, apar topar Ankara’daki gözde bir okula taşımıştır.

Güzelim Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne, ilerici, devrimci öğrenci ve kitaplar münasip görülmediği gibi, piyano da münasip görülmemiştir. Tüm bu yapılanlarla Köy Enstitüleri, toplumun gözünde dışlanan ve horlanan bir kurum haline getirilmiştir.

Köy Enstitülerinin varlıklarına son verilmeden önce, olmadık kurnazlıklarla bir yığın ön çalışmalar yapılmış ve akla gelmedik olaylara akla gelmedik kılıflar uydurulmuştur.

Bu bölümü bitirirken, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla ilgili şu ilginç olayı birlikte okuyalım:

“Vaktiyle Van’ın 260 köyüne sahip ve kimlerin aleti olduğu açıkça bilinmeyen bir toprak ağasının iki köyünden iki genç, Köy Enstitüsüne gidiyor, okuyor, mezun oluyor ve köylerine dönüyorlar. Köylülerine yaptıkları telkin sonucu, köylülerin toprak ağasına karşı duyduğu kölelik bağı kopuyor ve köylüler, ağayı da, yanındaki yaltakçılarını da köyden kovuyorlar. Bunun üzerine köyden kovulan ağa, bir gün, içki sofrasında, açıkça şu itirafta bulunuyor:

“Baktık ki köylerimiz elimizden gidiyor. Enstitülere komünist damgası vurduk ve çıktık işin içinden.” (Alıntı: Faruk Güventürk, Atatürk İnkilaplarına Bakış) TEMİN EDİLMİŞTİR!


Ek bilgi:

Zaman ve mekan darlığı nedeniyle, tamamı 60 sayfa el yazısından oluşan, günümüzün canlı tanığı Musa Kazım Yalım’ın anılarıyla dolu bu 3. Bölümü, kısaltılmış haliyle yayınlıyoruz.

IV. bülümü okumak için tıkla





0 Yorum - Yorum Yaz

Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları...


I - Köy Enstitüleri Hareketi veya Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?

 Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


 

Atatürk’ün, Köy Enstitüleri’ni Yaratan Düşünceleri

 Portre

Musa Kâzım Yalım'ın Çizmiş Olduğu Bir Atatürk Portresi


 

Büyük Önder Atatürk’e göre; çağdaş ve ulusal eğitimin, ilk önce köyden, mahalleden ve halktan başlaması vazgeçilmesi mümkün olmayan bilimsel bir olgudur. Türk toplumunun temel yapısını köylü oluşturmaktadır. Bu nedenle, kalkınmaya köyden başlamak bir bilimselliktir ve bir zorunluluktur. Atatürk, çağdaş eğitimin, köyden, mahalleden ve halktan başlamasının diyalektiğine inanmıştı. Yani, köylü kalkınmadıkça, Türk toplumunun çağdaş doğrultuda  kalkınmasına olanak yoktu.

Atatürk diyor ki; "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, (gönenç) mutluluk ve varlığa hak kazanmış ve buna en çok yaraşık olan köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun tek nedeni bu gerçeğin aymazı bulunmuş olmamızdır."

“...Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli yönlerine sürdüğümüz, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık hep hor görerek, aşağılayarak karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı nankörlük, utanmazlık, küstahlık ve zorbalıkla uşak kertesine indirmek istediğimiz bu asil sahibin önünde bugün bütün bir utanç ve saygıyla duruşumuzu alalım...”

“...Köylünün çalışmasının sonuçlarını ve verimlerini kendi çıkarı doğrultusunda en yüksek kerteye çıkarmak iktisat politikamızın temel ruhudur. Bundan dolayı; bir yandan çiftçinin çalışmasını çoğaltacak ve verimli kılacak bilgiler, araçlar ve teknik aygıtların kullanılmasına ve yayılmasına ve öte yandan köylünün çalışmasının sonuçlarından kendisinin yararlanmasını sağlayacak iktisat önlemlerinin alınmasına çalışmak...”

“...İşte bu köylüdür ki bugüne değin bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Takip edeceğimiz eğitim politikasının temeli, önce bügünkü bilgisizliği ortadan kaldırmaktır. Bu ereğe ulaşma, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama olacaktır...”

Büyük önder Atatürk, 1 Mart 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde, Cumhuriyet Milli Eğitimi’nin amaçlarını, metodlarını en güzel biçimde saptamış ve açıklamıştı.

“...Efendiler! Eğitim ve öğretimde uygulanacak metot, bilginin insan için fazla bir süs, bir baskı yahut medeni bir zevkten çok maddi hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç hâline getirmektir...”

“...Pratik ve yaygın bir eğitim için vatanın önemli merkezlerinde modern kütüphaneler, çeşitli bitkileri ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuarlar, atölyeler, müzeler, sergi salonları kurmak gerekli olduğu gibi, özellikle şimdiki yönetim bölümlerine göre ilçe merkezlerine kadar bütün memleketin basımevleriyle donatılması gerekir. Bütün bu güzel şeylerin bir an içinde meydana getirilmesi mümkün olmamakla beraber olabildiği kadar az zaman içinde bu sonuçların alınması önemle istenmeye değer...”

“...Efendiler! Memeleket çocuklarının beraberce ve eşit olarak kazanmak zorunda oldukları bilgi ve teknik vardır. Yüksek meslek sahibi ve uzman olacakların ayrılabileceği öğretim aşamalarına kadar eğitim ve öğretim birliği, toplumumuzun ilerlemesi bakımından önemlidir...” Atatürk’ün bu görüşleri doğrultusunda Türk köylüsüyle, Türk toplumunun çağdaş kültüre kavuşturularak bilimle barışık bir toplum olması sağlanacaktı. Ne yazık ki, Atatürk’ün, eğitimle ilgili görüşleri kısa bir zaman sonra, çağdaş yolda, gelişmek üzereyken takozlanarak Türk köylüsüne ve Türk toplumuna, insanca yaşam bayağı çok görülmüştür.

Köy Enstitüleri, bize özgü, bir Rönesans hareketinin başlangıcıydı. Köy Enstitülerinin, bize özgü oluşunun kaynağı, Büyük Önder Atatürk’ün çağdaş doğrultudaki ilerici düşünceleridir. Deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal doğrultuda bize yol göstermesi, memleketin gerçek sahibi ve efendisinin, Türk köylüsünün olduğunu vurgulaması, “Türk köylüsü kalkınmadıkça Türk toplumu kalkınmış sayılmaz.“ diyerek kalkınmanın köyden başlamasının önemini belirtmesi... Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna zemin ve ortam hazırlamıştır.

Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda, Köy Enstitüleri’nin kuruluş ve uygulanışlarının düşünülüp geliştirilmesinde katkısı olanların en başında gelen İsmail Hakkı Tonguç, ülkenin kalkınmasının, köylünün kalkınmasına bağlı olduğuna, köylünün kalkınmasınınsa, tarımın gelişerek modernleşmesiyle gerçekleşeceğine inanmıştı. İşte bu inançla Köy Enstitüleri kuruluşları yaratıldı. 17 Nisan 1940’da, 3808 sayılı Köy Enstitüsü Yasası’yla köylünün kalkınmasını sağlayacak yepyeni ve “işe dayalı öğretim ilkesine göre köye üretici ve yaratıcı bir eğitim düzeninin getirilmesiyle, Köy Enstitüsü kuruluşları, kutsal bir görevi yüklenmişlerdi.

Köy Enstitüleri, Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot oluşturmuştu. Dünya’da böyle bir kuruluşun, bir benzeri daha yoktu.

Bir Fransız yazarı ve gazetecisi şöyle diyor; “Eğer, 1938’den sonra Türk toplumu ve iktidarları Atatürk’ün çalışma temposuyla, bilimsel ve sanatsal düşüncesine ship çıkmasını bilseydi, bugün Türk toplumu, Japonya’nın da üstünde gelişmiş bir devlet olurdu. Bunu bilmek, bir kehanet olayı değildir. Devletlerin üstünlüğünü, bilim ve sanattaki üretkenliği ve becerisi sağlamaktadır...”

Atatürk, Türk ulusunun, çağdaş dünyadaki yerini alması için, bilim ve sanat doğrultusunda, devletin ve toplumun temel yapısını yine, bilim ve sanat değerleri üzerine oturtarak, Türk halkını, çağdaş yolda ilerlemenin, bilim ve sanata bağlı olduğuna içtenlikle inandırmıştı. Her ne olduysa 1950’lerden sonra oldu. Bilimsel ve sanatsal gelişme büyük bir arızaya uğratıldı.

Atatürk’ü anlamak, bir zekâ ve sağduyu işidir. Atatürk’ü anlayamayan, bu memlekete ve millete, gerçek anlamda ve çağdaş doğrultuda asla hizmet sunamaz. Öyleyse Köy Enstitüleri, aynı zamanda Atatürk’ü, tüm yönleriyle, Türk toplumunun anlamasını sağlamaya yönelik bir etkinliktir. Millet olarak çağdaş doğrultuda hızla gelişebilmek için, Atatürk’ü anlamaya gereksinim vardı.

Çağdaş doğrultuda, bir toplum oluşturmak istiyorsak, bilimsel bilgiye, sanatsal değerlere ve üretkenliğe dayanan eğitimin önemi hiçbir zaman gözardı edilmemeliydi. Dinsel konuların güdümüne alınmış ve dine endeksli bir eğitime verilen önem, öncelikle deneysel bilim ve sanatsal eğitime verilmiş olsaydı, bugün ülkemiz evrensel boyutta bilim ve sanat üretiyor olacaktı.

Evet olacaktı...1950’lerden sonra, dini eğitime gösterilen ilgiyle, gerici ve öbür dünyacı anlayışın yarattığı sonuçları bugün görüyoruz. Sürekli sözde çağa uygun bir şeriat düzeniyle ilgili üretilenler akla durgunluk veriyor. Zamanında bilim ve sanata da gösterilseydi bu ilgi, şimdi bilim ve sanatta büyük mesafeler alınmış olacaktık.

Eğitimde bu toplumun bu dünyası birincil, öbür dünyası ikincil derecede bari ele alınmalıydı. Toplumun bu dünyasını mamur ve mutlu etmeyen zihniyet, toplumun öbür dünyasına karışmaya hakkı yoktur.

Köy Enstitüleri’ne Karşı Körinancın Egemenliği

Köy Enstitüleri, Osmanlı döneminden kalan körinancın temsilcileri, toprak ağaları ve 1950’nin Osmanlılığa bağlı politikacılarının oluşturduğu körinanca bağlı gerici devrim hareketiyle yıkılmıştır.

Körinanç, güzel sanatlara, bilimsel doğrultuda doğruluğu kanıtlanmış maddeye dayalı ve varlıklarla ilgili gerçeklere hiç dayanmamakta israr eden (direnç) bilimi dışlayan; deney dışı ve yalnız önsel verilere dayanan dinsel ve düşsel bilgilere sığınan fizik ötesi, öbür dünyacı düşünce ve inançlara karşı aşırı bağlılıktır.

Özellikle dinsel alanda görülen bu tutkusal ve aşırı bağlılık, dinsel ve düşselliğin dışındaki, bilimsellik başta olmak üzere, bütün düşünceleri yok sayma ve yok etmeyi kapsar.

Din ve inançla ilgili düşünce ve ilkeleri, hiç kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin gerçek bilgi sayan metafizik (fizik ötesi) düşünceyle, varlığımızın; bedenden bağımsız, ruhsal bir yapı olduğu inancına dayanan ve düşsel (hayali) bir anlayış körinançtır (fanatizm).

Körinanca dayalı din anlayışı; yeniliklere ve çağdaşlığa kapalıdır. İnsanlığın, dinden başka hiçbir görüş ve düşünceye inanmasını istemez. Körinanç anlayışına göre, ölüm ötesi –öbür dünya – ahiret yaşamı bir gerçektir. Deneye dayalı bilimsel bilgi ve hür düşünceye karşıdır. Laik ve demokratik düzene inanmaz. Örneğin: Ortaçağ Avrupasını kasıp kavuran “engizisyon mahkemeleri”nin işkenceye ve öldürmeye dayalı uygulamaları böylesi bir körinancın ürünüdür. Engizisyon mahkelemeriyle 600 bin insan can vermiş, yalnız bunlardan 200 bin insan yakılarak öldürülmüştür. Ortaçağ boyunca, dine dayalı körinanç yüzünden tam 3 milyon insan öldürülmüştür.

Batı’da, Hıristiyan dünyasında, filozof Vanini’nin (Giulio Cesare 1585 - 1619), ruhun ölmezliğine karşı çıkışı, yani “ruh” beynin özel bir fonksiyonudur, beyin fiziki olarak yok olunca, ruh da, açıklaması, kilise babalarının öfkesini kabartmıştır.

“Ruh” kavramı dinsel kuralların temelini oluşturduğu için, kiliseye karşı düşünceler, dini inançları zayıflatıp yıpratacağından dolayı, Vanini’nin cezası çok büyük olmuştur. Vanini, diri kesilip koparıldıktan sonra diri diri ateşe atılarak yakılmıştır.

Körinanç anlayışının, dinsel konuya bağlı, fizik ötesi düşlenen ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamına aşırı bağlılıktan öte, kişilerin inancı uğruna yakmayacağı can, yıkmayacağı yuva ve ocak yoktur.

Düşsel düşünceye dayalı inanç uğruna, başka düşünceleri, özellikle bilimin gelişmesine fırsat vermek istemeyen, öbür dünya –ahiret– yaşamının yoluna insanların canına bile kıyabilen ve bunu da Allah adına yaptığına inanan, insanları hep korku ve baskı altında tutan bir ruh ve anlayış “körinançtır.”

Ortadoğu’da İslâm Dünyası’nda: “Ben Tanrıyım” (En-el Hak) veya “Ben Tanrı’dan bir parçayım.” diye konuştuğu için, dinin emirlerine aykırı davranıyor ve Allah’a “şirk” koşuyor, suçlamasıyla Hallac-ı Mansur’u döve döve öldürdüler.

Sunni mezhebine aykırı davranıyor diye de, derisi diri diri yüzülerek öldürülen Nesimi’ye uygulanan ceza insanlık dışı ve tüyler ürperticidir.

Hem İslâm ve hem de Hıristiyan dünyasında insanlara uygulanan işkence ve ölüm cezaları, “körinanç” anlayışının insanlık dışı vahşetini ortaya koymaktadır. Körinancın insafı, acıması ve insan sevgisi yoktur. Körinaç anlayışından çıkar sağlayanlar, körinancın devamı için, Köy Enstitüleri’ne yaşama fırsatı vermemiştir.

Evrensel ve hümanist bir din özelliği taşıyan İslâm dini, tarikat, mucize ve hurafelerle süslenmiş olup, evrenselliği ve hümanist yapısı gözardı edilmiştir. Tarikat, mucize ve hurafelerle, İslâm dini, körinanç anlayışına dönüştürülmüştür.

Nurculuk tarikatı, laiklik ve ulusculuğa karşıdır. Aynı zamanda kadercidir. Nurculuk bu dünyayı küçümser ve ölüm ötesi öbür dünyayı yeğler. Cennete ulaşabilmek, bu dünya ile ilgilenmemekle mümkündür. Bu dünya bir bekleme salonudur, amaç ölüm ötesi –öbür dünya– ahiret yaşamıdır.

Nurculuk, her türlü bilimsel araştırma ve açıklamayı dinsizlik sayar; mucize ve dine sonradan girmiş hurafelere inanır. Hatta Saidi Nursi’nin, Moskova’dan Berlin’e melekler gibi uçarak gittiği, sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi anlatılır. İşte buna inanmak da bir körinanç anlayışıdır.

Evrenselliği tartışılmayan İslâm dininin körinanç anlayışına göre yorumlanıp uygulanışının belası, Köy Enstitüleri gibi Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metodu içeren çağdaş bir eğitim kuruluşunu vurmuştur.

Osmanlı toplumunu, asırlarca Ortaçağ karanlığının içinde bocalatan körinanç, hurafe ve beyin verimsizliğidir. Osmanlılardan kalma bu olumsuz ve çağdışı özellikleri, Köy Enstitüleri eğitim düzeniyle ortadan kaldırmadıkça yeni oluşturulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile aydınlanma yolunda savaşım vermek olanaksızdı.

İnançların, körinanç içinde biçimlenmesi insansal duyguları yok etmektedir. Menemen olayı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışı, ÇorumKahramanmaraş, Sivas katliamı, ve onlarca bilim adamımızın ve vatandaşlarımızın katledilişi, Türkiye’deki körinancın açık bir göstergesidir.

Köy Enstitüleri, ülkemizde kemikleşmiş körinanç anlayışının yerine, laik, demokratik, bilime ve güzel sanatlara yönelik, bilimsel dünya görüşünü egemen kılmaya çalışan, köylünün ve halkın öz haklarına sahip çıkmaya dayalı amaçlarla yaşama geçmişti. Köy Enstitüleri kuşaklarıyla köylüye, haklarına sahip çıkabilecek bilinç verilecekti.

Dine dayalı tarikat ve hurafeleri içeren “körinanç”, Türk köylüsünü, gözü kapalı tutarak her zaman sömürüye hazır tutmak için, tarihin hemen her döneminde varlığını korumuştur. Köylülerin, el emeğini ve alın terini sömürenler, Köy Enstitülerini yaşatmamak için körinanca yönelik her çeşit hile, riyakarlık ve iftiraya başvurmuşlardır.

Köy Enstitüleri, sömüren sınıfın oyunlarını bozmak için “sağcılık” ve “solculuk” kavramlarına açıklık getirmiştir. Yani yanlış anlaşılmaya yer vermeden anlaşılabilir bir anlam ve görüş ortaya koymuştur. “SAĞCILIK”; körinanca dayalı, dinsel dünya görüşünün koyu karanlık gölgesinde, zengin sermaye sahibi sömüren sınıfın yanında yer almaktadır. “SOLCULUK”; Bilimsel dünya görüşünün ışığı altında, emekçi halkın, köylülerin ve yoksulların yanında yer almaktadır.

Köy Enstitüleri, Atatürk’ün, bilimsel dünya görüşünün öncülüğünde, İsmail Hakkı Tonguç’un gösterdiği halkçı hedeflere yaklaştıkça, Köy Enstitüleri’nin gelişip güçlenmesinden korku ve kaygı duyan, içgüdüsel hesaplarla hareket eden, körinanca yaslanan politikacı ve toprak ağaları bu konuda bütünleşmişlerdir. Bu bütünleşme, Köy Enstitüleri’nin kapatılışına önayak olanların sırtında bir kambur gibi sırıtacaktır. Onlar, ulusal bilinç, toplumsal sorumluluk duygusu ve anlayışına ihanetten dolayı, geleceğin çağdaş Türk toplumunun eleştiri ve nefretinden hiçbir zaman kurtulamayacaklardır.

1950’de Demokratik Parti iktidarıyla, Atatürk’ün, çağdaşlaşmak için seçmiş olduğu “bilimsel dünya görüşünden” geriye dönüldüğü zaman, Türk toplumunun eğitimi – öğretimi; körinanca dayalı “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmıştır. Bu gelişmeden sonra, laiklikle gelen ve devletin her türlü baskısından uzak, kişye özel dini inanç özgürlüğü; laik düzene aykırı olarak, devletin desteği ile, “körinanca” dayalı dini eğitim, tekrar toplumsallıştırılmıştır.

1950’den sonra zincirleme gerici gelişmeyle, bilimsel dünya görüşünü yıpratmak için, ülke genelinde geriçi bir mücadele başlatılmıştır. Bu uyumsuz ve karışık ortamda, ulusumuzun bilimsel ve sanatsal gelişmesini engelleyen çok çeşitli engeller üretilmiştir. Bir taraftan dine ve ırkçılığa dayalı milliyetçilik, bir taraftan Araplaşmak için, Türkçe ezanın Arapçalaştırılması, izinsiz Kuran kursları, İmam Hatip okulları, Osmanlı dönemine tekrar dönüş için Nurculuk, Araplaşmak için Nakşibendi, Hizbullah ve İBDA-C gibi şeriatçı örgütlerin ve tarikatların önündeki devrimci engeller birer birer ortadan kaldırlmıştır.

Son zamanlarda, gerici gelişmeleri desteklemek için “TÜRBAN” şeriatın simgesi haline getirilmiştir. Kadınlarımız, gerici gelişmelerin tutsağı haline getirilerek, türban kuşatmasına alınmıştır.

Ülkemizde açılan dinsel eğitim kurum ve kuruluşları, çağımızın bilimsel ve sanatsal koşullarına göre çağdaş bir din anlayışını, egemen kılacak eğitimden ziyade, Atatürk düşmanlığına yönelik ve “körinanç anlayışını” daha da güçlendirmek amacıyla yaşama geçirilmiştir. Örneğin: Kuran kursları ve İmam Hatip okulları Atatürk düşmanlığının biçimlendiği yerler haline getirilmiştir. Atatürk düşmanlığı, aynı zamanda akıl ve bilim düşmanlığıdır.

Köy Enstitüleri’ni çalışmaz hale getirmek; Ortaçağ inancını tekrar canlandırmak ve bu dinsel eğitime sığınan hurafe ve tarikatlardan yarar umanların ekmeğine yağ sürmüştür.

Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla, yurdumuzda da sonu belli olmayan körinanç anlayışına giden Ortaçağ benzeri karanlık bir yola girilmiştir. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, körinanç gibi çağdışı bir anlayış; gelişip güçlenecek bir ortam bulamayacak, gerici olayların hiçbirisi olmayacaktı.

“Demokrasi güçlünün çıkarlarından başka bir şey değildir.” vurgulamasının aksine, tüm toplumun ve bireylerin yararlanabileceği gerçek bir demokrasiye Köy Enstitüleri’yle ulaşacaktık. Ülkemizde, bize özgü Rönesans hareketi güçlenip gelişecekti.

Keman çalan öğrenci

Keman çalan öğrenci

Akerdeon çalan öğrenci

Mandolin çalan öğrenci

“Güzel sanatlar, insanı insanlaştırmanın, hümanizmin, yaratıcılığın ve bilimin anasıdır!” gerçeğini Köy Enstitüleri’yle kanıtlayacaktık. Eğer Köy Enstitüleri’ne yaşam hakkı tanınmış olsaydı, şimdi bilim üretiyor olacaktık.

Köy Enstitüleri sayesinde bilim üretmekten öte, kronik beyin verimsizliğimiz de tedavi edilmiş olacaktı. Köylülerimizin doğruları görmemeleri ve sürekli beyin verimsizi olarak kalmaları için softalık, yobazlık, cahillik, mezhep, tarikat ve hurafeler gibi körinançlar bütünü haline getirilmiş yanlış inanç ve din anlayışına bağımlı kalmaları sağlanmıştır. İşte, Köy Enstitüleri, bu yanlış inanç ve din anlayışını ve beyin verimsizliğini gidermek için kurulmuştur.

Köy Enstitüleri gibi aydınlanma hareketini ateşleyecek bilimsel bir eğitim kuruluşunun kapatılmasıyla ortaya çıkacak olan bilimsel bir eğitim sisteminin ve güzel sanatlarla ilgili boşluğun yerinin doldurulması ve bilimsel doğruların sevilmemesi için halk, “dinsel dünya görüşüne” yönlendirilmiştir.

Köy Enstitülerinin kapatılışında asıl amaç; bilimsel bilgi veya (deneysel bilgi) ve sanatsal değerlere dayalı Atatürkçülüğü (=akıl ve bilimsel gelişmeyi) engellemektir.

Hurafe ve tarikatlara açık, dinsel eğitim kurumlarının hayata geçmesi; körinanca bağlı kalmayı daha canlı tutmaktır. Ve böylece, halkın sürekli körinanç anlayışına bağlı kalması ve bilimsel doğruları ve gerçekleri görmemesi için körü körüne inanç anlayışı yeniden pekiştirilmiştir.

Halkın; bu dünyadan daha ziyade, ölüm ötesi –öbür dünya– ahiret yaşamı, cehennem korkusu ve cennet vaadiyle aşırı surette ilgilenmesine özellikle dinci politakıcılar ve şeriat sevdalıları özen göstermektedirler. Halk, bu dünyadan ne kadar çok uzaklaştırılırsa politakıcının işi o kadar kolaylaşacaktır.

Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla; köylülerin hiçbir şey bilmemesi ve dünyadaki olup bitenden habersiz yaşaması için “obskürantizm” (bilmesinlercilik); köylülerin çağdaş doğrultudaki gelişmesini engellemek için de “obstrüksiyon” (engelleme) hareketi uygulanmıştır.

1938, Atatürk’ün ölümünden sonra iktidara gelen tüm politakıcılar tarafından, Türk köylüsünün çağdaş doğrultuda, hiçbir şeyi bilmemeleri ve uyanmamaları için her ne gerekiyorsa yapılmıştır. Üstelik köylü hayatının varlığını ortadan kaldırmak için de, köylülerimiz şehir merkezlerine göçe zorlanmışlardır.

Köylülerimizin bugünkü şehir macerası, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla başlamıştır. Eğer Köy Enstitüleri gibi çağdaş eğitim – öğretim kuruluşları kapatılmasaydı, körinanç denilen koyu karanlık yobaz düşünce, toplumun içinde yer bulup yeşeremeyecekti. Çünkü toplum, bilimsel ve sanatsal düşünmeye alışmış olacaktı. “İnsanoğlunu, insanlaştıran” bilim ve güzel sanatlarla ilgili eğitim düzenidir. Bilimsel düşünen toplumlarda cinin, şeytanın, bağnazlığın, yobazlığın, mezhepin, hurafenin, uğursuzluğun, umutsuzluğun, karamsarlığın, muskanın, üfürüğün, dilek dilemenin, ruhun ölmezliğinin, düşsel ve önsel bilgilerin ve körinancın yeri yoktur. Toplumu bu bilim dışı anlayışlardan koruyacak ve aydınlatacak Köy Enstitüleri’ydi.

Köy Enstitüleri; insan yaşamını, deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal değerlere bağlayan ve bu dünya nimetleriyle mutlu etmeye çalışan, Rönesans hareketinin yaratmış olduğu “bilimsel dünya görüşüyle” kurulmuş olup; İnsan yaşamını; bilim ve sanatı dışlayan, deneye dayanmayan önsel verilerle düşsel bilgilere ve fizik ötesi anlayışa dayalı ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamı ve mutluluğuna bağlayan körinanca yönlendirilmiş “dinsel dünya görüşünün” karanlığında çağdışı bir politikayla da kapatılmıştır.

>>>>Baştan okumak için tıkla<<<< 





0 Yorum - Yorum Yaz

1890`lı Yıllarda Ren Nehri Üzerindeki Theodor Heuss Köprüsü`nden Çekilmiş Bir Mainz Fotografı:

M A I N Z E R

REN-MAIN BÖLGESİNİN İNCİSİ GUTENBERG KENTİ MAINZ

LÜTFULLAH ÇETİN


Gutenberg Kenti Mainz, Almanya Federal Cumhuriyeti'nin iç kesimlerinde, Ren Nehri kıyısında yer alır. Rheinland-Pfalz eyâletinin başkenti ve eyâletteki en büyük kenttir. Alman Federal Cumhuriyeti`nin önde gelen eğlence ve kültür merkezlerinden olan Mainz, Karnavalın sayılı kalelerinden bir tanesidir.

Verimli Ren vadisinin ticaret merkezi olan Mainz aynı zamanda Avrupa'nın belli başlı su, demir, hava ve karayollarının kesiştiği bir noktadır. Ren-Main Bölgesi’nin gösterişli ve alımlı incisi bu kentten trenle on beş dakika gibi kısa bir sürede ulaşılabilen Frankfurt Ren-Main Havaalanı, Avrupa'nın en büyük ve en işlek havaalanlarından biridir.

Çok önemli bir medya merkezi olan Mainz, İkinci Alman Televizyon Kanalı ZDF ile; SAT1, SAT3 ve SW3 isimli diğer Alman televizyon kanalları ve SWR, RPR1 gibi Radyo İstasyonları’na ev sahipliği yaptığıdan ‘Medien Stadt’ (Medya Kenti) olarak da anılır.

Matbaayı icat eden ünlü mucip Johannes Gutenberg’in doğduğu kent olma özelliğine de sahip olan Mainz, bir festivaller ve eğlenceler merkezidir de ayrıca. Kentin merkezinde ve kenar mahallelerinde büyüklü küçüklü ellinin üzerinde festival, şenlik ve kutlamalar düzenlenir. Seçkin bir hastane ve üniversiteye de sahip olan Mainz, yaklaşık 35 bin üniversite öğrencisi ve iki adet Max-Planck Enstitüsü ile ünlü bir Bilim ve Araştırma Metropolü’dür. Alman şarap ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan Mainz’in Alman 1. Liği’nde top koşturan bir de futbol takımı var. (Mainz 05)

II. Dünya Savaşı sırasında yapılan bonbardımanlar sonucu çok büyük yıkıma uğramış, kent merkezinin neredeyse tümü yerle bir edilmiş olsa da, savaştan hemen sonra başlatılan restore çalışmaları sonucu, kent adeta yeniden yapılandırılmıştır.

Geniş yeşil alanlar ve parklar zengini Mainz, bağrında yaşayan insanlara çok cömert davranıp, dinlendirici ve doğal bir ortam sunar. Kentin tam göbeğinde ve çevresinde, yabanıl yaşamı ve doğayı koruma alanları olabildiğince geniştir. Gerek sportif ve yarışma etkinlikleri, gerekse piknik yapmak için büyük olanaklar sağlayan parkların içinde yüzme havuzları, bisiklet yolları, gezinti kordonları, barlar, kafeteryalar, botanik ve hayvanat bahçeleri mevcuttur.



Gerek bağrında barındırdığı eşsiz tarihi yapılar, gerekse içinde yaşattığı güler yüzlü, hoşgörülü insanlarıyla Mainz, yaşamak için ülküsel ve modern bir kenttir. İnşası şavaş ve kıyımların yaşandığı 1627 yılında Kurfürst Georg Friedrich von Greiffenklau tarafından başlatılan ve o günden bu güne yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen, ihtişam ve muhteşemliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Kurfürstliches Schloss adlı tarihi yapı, Mainz’in olmazsa olmazıdır adeta. Kentin adeta gözbebeği durumundaki bir diğer muhteşem yapı Dom Kilisesi (Kathedrale und Bischofskirche) inananlara 1000 yıldır ev sahipliği yapmaktadır. İnşasına Bischof Willigis tarafından İS. 975 yılında başlanan ve romantik bir yapı sitiline sahip olan Dom Kilisesi, Ren Nehri yakınlarında ve kentin tam merkezinde yer almaktadır.

Gutenberg`i, Ren`i, Main`i, Karnavalı, Dom`u, Schloss´u, Theodor Heuss Köprüsü, Volksparkı, festivalleri, tiyatroları, sinemaları, müzeleri, eski evleri, üniversitesi, kütüphaneleri, şarap lokalleri, birahaneleri, dönercileri, pizzacıları, parkları, bahçeleri, bağları, üzümleri, şarapları, türkü ve şarkılarıyla Mainz, yaşamak için ülküsel bir mekan arayanların beklentilerine yanıt verebilecek düzey ve zenginlikte bir kenttir, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası http://www.kosektas.net/ `in düzenlenmesi bu kentten yapılmaktadır...

Not: Gutenberg kenti Mainz'i tanıtan bu yazının bir nüshası Özgür Ansiklopedi Vikipedi'ye bağışlanmıştır. kosektas.net

Almanya Ren-Main Bölgesi'nin İncisi Mainz ve Çevresi'nden Görüntüler.

''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''''
 
Aşağıdaki linklere tıklayarak ulaşacağınız görüntürlerin yaratıcısı fotograf ve film dizayneri  Helmut Koelbach`dır.


Görüntüleri büyültmek için ENLARGE, tüm ekran görüntüsü elde edebilmek için ise FULL SCREEN düğmesine bir kez tıklayınız.

kosektas.net


GÖRÜNTÜLER
 
Augustinerstr.
 
 Augustiener Caddesi I
 
Christuskirche Christus Kilisesi
 
Citadel Mainz Kalesi
 
Hoefchen
 Gutenberg Meydanı
 
Kirschgarten Kiraz Bahçesi
 
Leichhof Leichhof Alanı
 
Leichhofstr. Leichhof Caddesi
 
Old Town Eski Şehir
 
Palace Palas
Potpourri Augustiener Caddesi II
 
Rhine Riverside
 Ren Nehri ve Theodor Heuss Köprüsü
 
Schoefferstrasse
 Schoeffer Caddesi
 
Theatre
 Tiyatro
Theatrum Romalılar Tiyatrosu
 
Liebfrauenplatz
 Liebfrauen Meydanı
 
 




0 Yorum - Yorum Yaz

Köşektaş Köyü'ne Ortaokul Binası İnşa Etme Uğruna Yürütülmüş Çalışmaların Kimi Safhalarını Yansıtan Yazıdır l 2007

Nuri Biçer


Geçmişte yapılmış önemli işler ve o önemli işleri üstlenerek başarıyla sonuçlandırmış kimseler vardır. Onlara değer verilir, onlara bir başka gözle bakılır. Tıpkı 1966 -1978 yılları arasında köyümüzde imamlık yapmış sayın Nuri Biçer örneğinde olduğu gibi. İşte sayın Nuri Biçer’in, köyümüzde imamlık görevini icra ettiği yıllarda, köyümüze ortaokul binası yaptırma faaliyetlerinde üstlenmiş olduğu sorumluluk, yürütmüş olduğu riskli ve özverili çalışmalar ve o çalışmalar nihayetinde elde etmiş olduğu başarıları içeren bir anısı.


Köşektaş Köyü imamlarından sayın Nuri Biçeri’in bir döneme ait olan anılarını içeren bu yazı, sayın Nuri Biçer’in anlatımı esnasında tutulmuş olan notların bir araya getirilmeleri sonucu genişleyerek aşağıdaki halini almıştır. Bu yazı genişletilerek daha da içeriklendirilebilir. Bu konuda bilgi ve belgeye sahip köylülerimizin bizimle irtibata geçmelerini rica ederiz. kosektas.net


               
Köşektaş Köyü Ortaokul Binası
Fotograf: Cengiz Şen, 2006
Köşektaş Köyü Sağlık Ocağı Binası
Fotograf: Cengiz Şen, 2006

***Köşektaş Köyü'ne ortaokul binası inşa etme ereğiyle, 1975 yılının aralık ayında başlatılan, 1976 yılında sonuçlandırılan çalışmaların kimi safhalarını içeren yazıdır!***

Köşektaş Köyü benim anılarımda önemli bir yer tutar, çünkü orada yaşadığım her bir anı, ömrümü oluşturan karelerin birer parçalarıdır. Onları unutmam, yaşamımdan silip atmam söz konusu olamaz!

1968 yılında kurulan „Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin“ yöneticileri her ne kadar takdire şayan çalışmalar başlatmış ve yürütmüş olsalar da, yaşadıkları maddi sıkıntılar nedeniyle, ortaokul binasının inşasını başlatamamışlardı. Ortaokul binasının inşası için gerekli olan tüm hazırlıklar tamamlanmış, hatta temel atılmış, ancak bina yapımına başlanamamıştı.

O yıllarda, 1970`li yılların ortalarında, Köşektaş Köyü İlkokulu, her yıl kırkın üzerinde mezun veriyor, mezunların tümüne yakın oranı, orta öğrenimlerini devam ettirebilmek için, çevre il ve ilçelere akın ediyorlardı. Zaten kıt kanaat geçinebilen çoğu aileler, çocuklarının ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettirebilmeleri için, çevre il ve ilçelerden, birer - ikişer odalı evler kiralıyor, kiraladıkları o evlere yüksek oranda kira ödüyor, bu da yetmiyor, bir öğretim yılı boyunca, sürekli git - gel yaparak, köy dışında okuttukları çocuklarına yiyecek, içecek ve yakacak taşıyorlardı.

Ailelerinin maddi durumu elvermeyen çocuklar ise, ne kadar yetenekli, ne kadar becerili olurlarsa olsunlar, ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettiremiyorlar, ilkokulda aldıkları eğitimle yetinmek zorunda kalıyorlardı. Bu hem kendileri hem de ülkemiz için telafisi olmayan bir kayıptı.

Sorunun kaynağı belliydi. İhtiyaç olmasına rağmen, Köşektaş’ta orta eğitim veren bir kurum yoktu. Bu durum, köy halkını olduğu kadar, beni de rahatsız ediyordu. Bu nedenledir ki, gerek düğün ve cenaze merasimlerinde, gerek cuma hutbelerinde, bu sorunu sürekli canlı tutmaya, köy halkının duyarlılığını artırmaya çalıştım.

Sorunun çözümü de belliydi. Yaklaşık yedi - sekiz yıl önce, nice emek sarfedilerek kazılmış temel bizi bekliyordu. Yapılması gereken, köy halkını, özellikle de yurtdışında bulunan Köşektaşlı kardeşlerimizi güdüleyerek, yeni bir başlangıç yapmaktı. Zaten çok sürmedi. Zamanla hayallerimiz bir bir gerçekleşmeye, bu uğurda yürüttüğümüz faaliyetler, köy halkının büyük bir çoğunluğu nezdinde kabul görmeye başladı.

Bugün gibi hatırlıyorum. 1975 yılının aralık ayıydı. Öğle namazını henüz yeni kıldırmıştım. Cami kapısında Seyit Çavuş (Cesur)’la karşılaştım. Selamlaştıktan, hal hatır ettikten sonra, köy halkının ilkokul binasında toplantı halinde ve bir karar alma aşamasında olduğunu, benim de orada beklendiğimi ifade etti. İkimiz de, vakit kaybetmeden, ilkokula yöneldik. İlkokula vardığımızda, büyük bir kitle toplantı halinde idi. O zamanki dernek yönetiminde olan kimi arkadaşlar, daha okul girişinde bana yönelerek; inşasına devam etme kararı alınan ortaokul binası için ihtiyaç duyulan paranın tedarikini sağlamak amacıyla bir kişiyi görevlendirerek Almanya'ya gönderme kararı aldıklarını, görevlendirilecek o kişinin seçimle belirleneceğini, seçimde yarışacak adayların köy halkının önerisi doğrultusunda önceden belirlendiklerini, belirlenen o adaylar arasında benim de bulunduğumu ilettiler.

Köy halkının bana karşı göstermiş olduğu güven beni hem cesaretlendirmiş hem de gururlandırmıştı. Beni böylesi şerefli bir göreve layık gördüklerinden dolayı oradakilere teşekkür ettikten sonra; mesleğim icabı icra etmem gereken bir görevim olduğunu, bu sebepten dolayı yurtdışı görevinin, zaman sorunu olmayan, başka bir kardeşimiz tarafından üstlenilmesinin daha uygun düşeceğini söyledim. Ancak, oradaki kitle tarafından yapılan yoğun ısrar sonrası, aday olmayı ve seçime katılmayı kabul ettim. Daha sonra seçim için gerekli olan işlemler tamamlandı, kapalı oylama yapıldı. Yapılan kapalı oylama sonrası şahsıma verilen 105 oy gereği, dernek yönetimi tarafından Almanya'ya gitmek için görevlendirilmem gerekirken, kimi dernek yönetim kurulu üyelerinin öne sürdükleri şu gerekçe buna engel teşkil etti: “Gidemez, çünkü dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı yok!”

Bu gelişme üzerine, dernek yönetimdeki diğer arkadaşlar, dernek tüzüğünde yaptıkları bir değişiklikle, dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı edinmemi sağladılar. Yapılan ikinci oylamada, şahsıma verilen 104 oy gereği, aynı oylamada 94 oy alan Mehmet Tandoğan'la birlikte, Almanya'ya gitmek ve yardım toplamak maksatıyla görevlendirildim.

Tüm bu olup bitenlerden sonra, bir yandan pasaport için gerekli evrakların tedarikini sağlamaya başladım, bir yandan da Hacıbektaş İlçe Müftülüğü’ne müracaat ederek, yurtdışına çıkabilmek için, müsaade istedim. O yılların Hacıbektaş ilçe müftüsü sayın Bekir Özcan, bunun ancak yıllık izin hakkımı kullanarak ve yerine getirmekle yükümlü olduğum imamlık görevimi, yurtdışında bulunacağım zaman dilimi süresince, aksatmadan devam ettirebilecek bir vekil göstermem koşuluyla mümkün olabileceğini bildirdi. O yıllarda köyde bu görevi üstlenebilecek Mustafa Özdoğan vardı. Bu durumu kendisiyle konuştum, bir karara bağladım. Mustafa Özdoğan, yurtdışında bulunacağım zaman süresince, imamlık görevini üstlenecek, böylece köy cemaatı imamsız kalmayacaktı. Ben bu işlerle meşgul olurken, dernek yönetimi de mühür, makbuz gibi yardım toplamak için gerekli olan araç ve gereçlerin teminini sağlamaya çalışıyordu.

O günlerde, (Ocak 1976), yol arkadaşım Mehmet Tandoğan’ın eniştesi Mehmet Bozkurt arabayla Almanya’ya dönecekti ve yanında bizi de götürecekti. Bu durum bizim için bir fırsattı. Çünkü, Almanya'ya gitmek için, yol ücreti ödemeyecektik.

1976 yılının ocak ayı idi. Artık pasaport, mühür ve makbuzlar hazırdı. Yola çıkmamız için hiçbir engel kalmamıştı. Arkadaşlarla helalleştik, Mehmet Bozkurt ile birlikte Almanya’ya doğru yola çıktık. Çıktık ama, yolculuk boyunca geri çevrilme korkusu bizi bir türlü terk etmedi. Bulgaristan’ı sorunsuz geçtikten sonra, o yıllarda Yugoslavya’nın, günümüzde Slovenya Cumhuriyeti’nin Kranj Bölgesi’nde bulunan ve aynı zamanda Slovenya Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ljublujana kenti üzerinden, Jesenice (Yugoslavya tarafı) / Villach (Avusturya tarafı) hudut kapısına gece çok geç vakitte vardık. Yugoslavya – Avusturya Hudut Kapısı orta yükseklikten oluşan dağların göbeğinde ve yüksek bir noktada idi. Şiddetli ve dondurucu bir soğuk vardı. Jesenice’yi sorunsuz geçtik. Ancak Avusturya’ya girişte bizi eğlediler, arabadan inmemizi istediler. Yapılan sorgulama sonucu, Avusturya’ya girişimiz uygun görülmedi ve geri çevrildik. Korktuğumuz başımıza gelmiş, Avusturya hudut kapısından geri çevrilmiştik. Donup kalmıştık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Edilen bir yığın masraf, katedilen onca yol, çekilen eziyet ve zahmetten sonra geri dönüşü bir türlü kabullenemiyor, çaresizlik içinde kıvranıyorduk.

Neden sonra Almanya’ya, Ljublujana üzerinden, demir ya da hava yoluyla geçme kararı aldık. Dışarıda kuru ve dondurucu bir soğuk vardı, durulacak gibi değildi. Hemen arabaya bindik ve sürdük. Kısa bir yolculuktan sonra Ljublujana’ya vardık. Mesai saatinin başlamasıyla birlikte, Almanya’ya bilet satın almak için, önce demir, sonra da hava yolları bilet satış noktaların müracaatta bulunduk. Ancak her iki noktadan da Almanya için bilet satın alamadık. Her iki kurumun da gerekçesi: Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan kendilerine iletilen bir talimat doğrultusunda, kurum olarak, Almanya istikametine turist taşımama kararı aldıklarını ve bu nedenle de bize bilet satamayacakları yönünde idi. O yıllardaki yoğun işçi akınını durdurabilmek için, Alman Dışişleri Bakanlığı bu yönde bir önlem almayı gerekli görmüştü ve bu nedenle giriş kapılarında yapılan kontroller sıkılaştırılmıştı.

Hangi kapıya yönelsek yüzümüze kapanıyordu. Çaresiz, bitkin ve üzgündük. Geri dönmekten başka seçeneğimiz kalmamıştı. Ancak köye nasıl varacaktık, kime ne diyecektik, bilemiyorduk. Mehmet Bozkurt’la ağlaşarak vedalaştık. O arabasıyla Almanya’ya yöneldi, biz kalacağımız otele. Ljublujana’daki bir otelde geceledikten sonra, ertesi gün, saat 11:00 sularında, demir yoluyla İstanbul’a hareket ettik.

Saklanmaz bir gerçektir ki, Avusturya sınırından geri çevrilişimiz, kimileri tarafından sevinçle karşılanmıştı! Bu bizi yıldırmamış, ancak üzmüştü!

Aradan çok bir zaman geçmedi. Birkaç hafta sonra, (Mart 1976), dernek yönetimi almış olduğu bir kararı bana iletti: ’’Yeni bir pasaport ve vize müracaatında bulunmak için, gerekli evrakları temin ederek, Ankara’ya gitmem talep ediliyordu.’’

Konuyu dernek yönetimiyle enine boyuna konuştuktan ve bir karara bağladıktan, gerekli evrakları tedarik ettikten sonra, Hacı Mehmet Akdemir ile birlikte, Ankara’ya doğru yola koyulduk.

Ankara’ya vardığımızda, o yıllarda Ulus Anafartalar Emniyet Amirligi’nde görevli olan sayın Talip Akdemir’in evine misafir olduk. Pasaport için Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne, vize ve otobüs bileti için, o yıllarda Türkiye - Almanya arasında transit yolcu taşımacılığı yapan Bosfor Turizm Şirketi’ne, başvuruda bulunduk. Hemen ertesi gün, Almanya’ya gidebilmem için gerekli olan pasaport da, vize de, otobüs bileti de hazırdı. Tüm bu işlemler için Bosfor Turizm Şirketin’i tercih etmiştik. Çünkü Ali Osman’ın Hasan (Hasan Dündar) da aynı şirket otobüsüyle, aynı gün ve aynı saatte, Almanya’ya hareket edecek ve böylece bana arkadaşlık edecekti. Böyle uygun görmüş, böyle kararlaştırmıştık. Artık tüm hazırlıklar tamamdı. Köye dönüp hareket gününü beklemeye başladım.

Hareket günü gelip çattığında, Ali Osman’ın Hasan ile birlikte, Ahmet Ağa’nın Bekleme (Uçkuyu)’den, Kayseri otobüsüyle Ankara’ya, oradan da Bosfor Turizm Şirketi’ne ait bir otobüsle Almanya’ya hareket ettik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Maribor (Avusturya) ve Salzburg (Almanya) sınır kapılarını sorunsuz geçtik.

Önce Münih kentine vardım. Münih ve çevresinde bulunan Köşektaşlılar tarafından büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım. Zaman kaybetmeden yola koyuldum, Münih’ten sonra Mainz’e vardım. Münih’de olduğu gibi, Mainz’de de büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım.

Merkez olarak Mainz’deki Cam Firması’nın Hayımı’nı belirledik. Çünkü orada çok sayıda Köşektaşlı ikamet etmekteydi. Orada yapmış olduğumuz ilk toplantıda: ’’Madem ki dernek yönetimi böyle bir karar aldı ve sizi buraya gönderdi, biz elimizden geleni yapmaya hazırız! Almanya’daki Köşektaşlılar olarak, kimseye el avuç açmadan, bu işi kendimiz başaracağız!’’ şeklinde bir karar alındı. Bu karar Almanya’daki tüm Köşektaşlılara ulaştırıldı.

Toplantıda alınan bu karardan sonra, yapılacak yardımların umulandan yüksek olacağını sezinledim. Köyle irtibata geçerek, ihale işini bir an önce halletmelerini önerdim. Bu önerim üzerine ihale, ben daha Almanya’da iken, Gülşehir’in bugünkü (2009) belediye başkanı sayın Erol Ünlüsoy’a verildi. Binanın inşaasına ise, ben döndükten hemen sonra başlandı.

O yıllarda yurtdışında bulunan Köşektaşlılar, yeni kurulan dernek ve yaptığı çalışmalardan haberdar olduklarından, gerekli hazırlık ve tedariki yapmışlardı. 1976 yılı, Osman Şeref’in işsiz olduğu yıldır. Almanya’da bulunacağım süre boyunca, Almanya’nın çeşitli kentlerinde yaşayan Köşektaşlılara beni arabasıyla Osman Şeref ulaştıracaktı. Almanya ziyareti bu şekilde tertip edilmiş, bu şekilde de uygulanmıştır!

Osman Şeref’le Almanya’yı kent kent dolaştık. Mainz’den sonra Köşektaşlıların yaşadığı diğer kentlere yöneldik. Stuttgart, Dortmund, Duisburg, Köln ve çevrelerinde bulunan tüm Köşektaşlılara ulaştık. Köşektaşlılar, ortaokul namına verdikleri yardımlara ek olarak, yakıt giderlerini karşılamak amacıyla, Osman Şeref’e ek yardımda bulunuyorlardı. Yukarıda da belittiğim gibi, Osman Şeref işsizdi ve yakıt giderlerinin bir türlü karşılanması gerekiyordu. Zaten yakıt giderlerinden başka bir giderimiz de yoktu. Köşektaşlıların kaldıkları hayımlarda eğleşiyor, onların pişirdikleri yemeklerden yiyor, onların içtikleri içeceklerden içiyorduk. Bu nedenle de, barınma-yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, bir kuruş bile harcamıyorduk.

Mesafe olarak Mainz’e hayli uzak olan ve az sayıda Köşektaşlının yaşadığı Hamburg ve diğer kıyı kentlere gitmeyi uygun görmedik. Bu kentlerde yaşayan Köşektaşlılara haber göndererek, yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmalarını önerdik. Bu önerimiz sonrasıdır ki, kendilerine Almanya’da ulaşamadığımız Köşektaşlılar yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmışlardır.

Son durağım Frankfurt’tu. Frankfurt’taki Köşektaşlılar beni, beklemediğim bir eda ile ağırladılar, uçak biletine varana dek temin ettiler, sade bir törenle uğurladılar.

Özel bir havayolu şirketinin Charter uçağıyla İstanbul’a, İstanbul’dan, Türk Hava Yolları’nın iç hatlar uçağıyla, Ankara’ya geçtim. Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan kiraladığım bir taksi ile Ankara Terminali’ne, oradan da otobüsle Ahmet Ağa’nın beklemeye vardım.

İnanılır gibi değildi. Otuz sekiz gün sonra toplanan meblağ, tamı tamına, 101.000 DM (Deutsche Mark) idi! Bir ara, Fransa’ya gitme kararı da almştık, ancak; “Ne olur, ne olmaz, sınırda sorun çıkabilir, bu da bize pahalıya mal olur.” kuşkusuyla vazgeçmiştik.

Yaklaşık kırk gün sonra beklenenden fazlasını elde etmiş olmanın verdiği keyifle varmıştım Köşektaş’a. Almanya’da biriken 101.000 Alman Markının bir kısmını, 4,50 TL karşılığında bankaya, bir kısmını da, 5 TL karşılığında Kızılağıllı Hacı İbrahim’e bozdurmuştuk. Yüklü bir meblağ birikmişti. Bu nedenledir ki, aslında üç derslik olarak tasarımlanan ortaokul binasının planını altı derslik olarak değiştirmiş ve uygulamaya sunmuştuk. Tüm masraflar karşılandıktan sonra, bir miktar daha para artmıştı. Artan o parayla, o dönemin Nevşehir İl Bayındırlık müdürü sayın Hamdi Tüfekyapan’ın desteğini de alarak, Karşı Mahalle’deki Sağlık Ocağı binasının yapımını gerçekleştirmiştik.

Yine o yıllarda, Ali Kea’nın Bayram (Karatekin) ve köy halkının desteğiyle, ek bir birikim sağlamış, sağlamış olduğumuz o ek birikimle minareyi yaptırmış, mezarlığın etrafını tel örgüyle çevirtmiş, imam evinin de tamiratını yaptırmıştık.

1976 yılında, ortaokul binasının inşaatı henüz devam etmekte iken, sık sık Ankara’ya gitmiş, ortaokulda eğitim ve öğretime daha o yıl başlanması için temaslarda bulunmuştum. 14. Dönem Nevşehir Milletvekili, ancak o yıllarda Türkiye Tarım ve Kredi Kooperatifi Genel Müdürü olan sayın Hüsamettin Başer’in bu konuda bana yardımı dokunmuş ve bu uğurda sarfettiğim çabalarımın hiçbiri boşa gitmemişti. 

İzleyen günlerde sade bir açılış töreni düzenlemiş, Köşektaş Köyü Ortaokulu’nun açılış töreni için o yılların Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’i, İl Millieğitim Müdürü sayın Yılmaz Atalay’ı, Köşektaş’a davet etmiştik. Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’in açılış konuşmasının hemen başında bana dönerek söylemiş olduğu şu sözler hâlâ belleğimde:

"Bir din görevlisinin bu tür çalışmalarla içinde yaşadığı topluma faydalı olması takdir edilmesi gereken bir davranıştır! Üstün gayretiniz, özverili çalışmalarınız ve başarınızdan dolayı sizi tebrik ediyorum!"

Daha sonra törende hazır bulunan öğretmen arkadaşlara dönerek:

"Bir köy imamının elde etmiş olduğu başarıyı görmekteseniz. Bu davranış hepinize örnek olsun!" diyerek konuşmasına devam etmişti.

Köşektaş’a ait anı ve hatıraları unutmak ne benim için, ne eşim için, ne de çocuklarım için mümkündür. İstenmeden yaşanmış kimi olumsuzluklar olmuş olsa da, biz hiç kimseye kırgın ve dargın değiliz. Tüm Köşektaşlıları saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.

Nuri Biçer l Köşektaş Köyü İmamı

Fotograflar: - Köşektaş Köyü Ortaokul Binası l Cengiz Şen l 2006 - Köşektaş Köyü Sağlık Ocağı Binası l Cengiz Şen l 2006

*Yazıntı ve bireşim: Lütfullah Çetin, 2007




KÖŞEKTAŞ KÖYÜ'NE ORTAOKUL BİNASI İNŞA ETME FİKRİNİN DOĞUŞU, BİNA İNŞA ETME UĞRUNA YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR VE BU ÇALIŞMALAR ESNASINDA YAŞANAN ÇATIŞMALAR

 

 _____________MEHMET DOĞAN_____________


Bilgi: Köyümüz öncekii muhtarlarından sayın Mehmet Doğan'ın bir döneme ait olan anılarını içeren bu yazı, sayın Mehmet Doğan'ın bizzat kendi anlatımı esnasında tutulmuş olan kısa yazıntılar ve bu kısa yazıntılarla yapılan bireşim* sonucu genişleyerek aşağıdaki halini almıştır. Bu yazı genişletilerek daha da içeriklendirilebilir. Bu konuda bilgi ve belge sahibi köylülerimizin bizimle iletişime geçmelerini rica ederiz.
kosektas.net


Köye ortaokul yaptırma fikrinin ortaya atılmasındaki amaç, köylünün halklaşma bilincini ön plana çıkararak, köydeki eğitim süresini beş yıldan sekiz yıla çıkarmak ve böylece, yerinde verilecek eğitim ve öğretimle, Köşektaş Köyünü daha da aydınlatmaktı.

Bu fikri ortaya atanlar, o yılların Nevşehir Valisi Eşref Ayhan ile Nevşehir Milli Eğitim İl Müdürü, Köy Enstitüsü mezunu Musa Eroğlu beylerdi. O yıllarda, Nevşehir ili sınırları içerisinde bulunan herhangi bir yerleşim birimine bir ortaokul binası inşa edilmesi düşünülüyordu. Bunun için en uygun yerleşim birimi, Eşref Ayhan bey için de, Musa Eroğlu bey için de, Köşektaş Köyü idi. Çünkü Köşektaş Köyü halkı, ilkokul sonrası eğitime olağanüstü ölçüde önem veriyor, bu alanda diğer yerleşim birimlerine oranla açık ara önde gidiyordu.

1968 yılıydı. Katip İhsan (Yıldız), kendi isteğiyle muhtarlıktan ayrılmış, yerine kısa bir süre Feti Çelebi vekaleten bakmış, daha sonra yapılan seçimde muhtar seçilmiştim. Muhtarlığımın henüz ilk günleriydi. Nevşehir valisi sayın Eşref Ayhan tarafından tahsis edilmiş resmi bir araçla, köydeki evimden apar topar alınıp, Nevşehir Valiliği’ne götürüldüm. Vali Eşref Ayhan makamında bana; “Kuracağımız bir dernek ve önden yatıracağımız 10.000 TL ile köyümüzde bir ortaokul binası yaptırma projesi başlatabileceğimizi, diğer tüm giderlerin Milli Eğitim Bakanlığı’nca karşılanacağını, gerek bina yaptırmak için yürüteceğimiz çalışmalarda, gerekse binanın yapımında, valilik olarak bizi destekleyeceklerini” söyledi.

Tüm bu söylenenleri iştimek beni oldukça sevindirmişti. Ancak, kuşku duyduğum ve karamsar olduğum kimi hususlar vardı. Onları vali beye mutlaka iletmeliydim. Aksi takdirde, ileride içinden çıkılmaz sorunlarla karşılaşabilirdik.

Vali bey söyleyeceklerini söylemiş, söz sırası bana gelmişti. Bu konudaki önceliği köyümüze vermiş olmalarından dolayı kendilerine teşekkür ettikten sonra; böylesi bir görevi seve seve üstlenip köy halkını bu konuda ikna etmeye çalışacağımı, ancak talep edilen ön ödemenin bir hayli yüksek olduğunu ve o günkü koşullarda 10.000 TL gibi bir miktarı bir araya getirmenin büyük bir sorun teşkil edeceğini, oysa bu miktarın 5.000 TL olması durumunda işin üstesinden gelebileceğimizi belirttim.

Vali Eşref Ayhan bu önerimi istinasız kabul etti ve ilave etti: "Derneği kurduktan ve 5.000 TL tedarik ettikten sonra tekrar bize geleceksiniz. Biz valilik olarak [MEB] nezdinde, Köşektaş Köyü’ne bir ortaokul binası yapılması için girişimlerde bulunacağız. Tüm işler bizim takibimzde olacak. Gerekli çalışmaları bir an önce başlatın ve katettiğiniz her mesafeyi bize bildirin!"
Köye döner dönmez muhtarlık heyetini oluşturan arkadaşlarımla bir durum değerlendirmesi yaptım.

Yıl 1968
Muhtar
  Mehmet Doğan

Heyetteki Üyeler

H. Mehmet Yıldız Eşref Çelik Selim Şahman H. Bey Gökduman Sadık Şen Mehmet Güneş

Heyetteki arkadaşlarla aramızda hiçbir fikir ayrılığı mevcut değildi. En büyük kaygımız işin mali yönüydü. Çünkü o yıllarda köydeki mali vaziyet hiç iç açıcı değildi.

Vakit geçirmeden işe koyulduk. Koyulduk ancak, her iş sandığımız kadar kolay değildi. İşin maddi yanı bir tarafa, ortaokul binası yapımına muhalif olanlar ve onların kışkırtıp üzerimize saldığı bir yığın insanla mücadele etmek zorundaydık.
Muhalif grup, bina yapımını önlemek için her yola başvurmaktaydı. Özellikle cuma namazı çıkışında, sürekli taciz ediliyorduk: “Şunlara bir bakın! Çocuk okutacağız diye ne zahmetli, ne pahalı bir işe talip olmuşlar. Aklınızı mı bozdunuz; insan böylesi zahmetli, hem de bu kadar çok para isteyen bir sorumluluk üstlenir mi?
Bu ve benzeri sataşmalarla diğer insanları etkilemeye ve muhalefeti güçlendirmeye çalışıyorlar, bunda da bir hayli başarılı oluyorlardı.

Karşı kampanya köyün hemen hemen her yerinde sürdürüldüğü gibi, köy odalarında da sürdürülmekteydi. Biz, ortaokul binasının inşa edilmesinin, muhalif grup ise edilmemesinin daha doğru olduğunu savunuyor, savunmalar şiddetli tartışmalara, tartışmalar da sık sık ağız kavgalarına dönüşüyordu.

Bununla da kalınmıyor, muhalif gruptakilerden kimileri tarafından şiddetin çözüm yöntemi olarak benimsenmesi, kışkırtılan insanların üzerimize salınması, aramızdaki zaten çok cılız olan iletişimi olumsuz yönde etkiliyordu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen işe koyulduk. İlk iş olarak, ortaokul binası yaptırma projesini yürütecek bir dernek kurmak için kolları sıvadık. Derneğin kurulup faaliyet yürütebilmesi için en az on altı kişinin imzası gerekiyordu. Ancak, günler, haftalar, hatta aylar süren uğraşlar sonrası, bula bula on beş kişi bulabildik.

Aralıksız çalışmamıza, sürekli kulis yapmamıza rağmen, ihtiyaç olan son bir kişiyi bulamıyorduk. Bir tarafta köye ortaokul binası yapılacakmış yapılmayacakmış umurunda olmayanlar (özellikle de ortaokul çağında çocuğu olmayanlar), bir tarafta kişisel ihtiras içinde olanlar, diğer tarafta asıl muhalifler tarafından yürütülen olumsuz propogandadan etkilenmiş insanlar vardı ve kimseyi ikna edemiyorduk.

Bu durum köydeki muhalifleri oldukça sevindirmişti. Destek olmak şöyle dursun, salt yapım işi engellensin diye, olmadık iftiralar ve riyakarlıklarda bulunuyorlar, kışkırttıkları insanları üzerimize gönderiyorlardı.
Bu tür gelişmelerin ne denli üzücü ve istenmeyen olaylar olduğunu belirtmek sanırım gereksizdir. Ancak bugün için keşke yaşanmasaydı demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Zamanla ihtiyaç olan bir kişiyi bulamayacağımız kesinleşmişti. Kaybedecek vakitimiz de yoktu. İlk fırsatta Nevşehir’e, Kâzım Hoca (Yalım)’ ya gidip, durumu izah ettim. Kâzım Hoca, Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin on altıncı kurucu üyesi olmayı kabul etti.
Dernek kurabilmek için gerekli olan on altı kişiyi bulmuştuk. Artık derneği kurmak için hiçbir engel kalmamıştı. Resmi başvurumuzu izleyen günlerde yapıp, gerekli izni aldık.

Artık Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği kurulmuş ve faaliyetlerine başlamıştı. Köyümüze ortaokul binası inşa edecek, böylece daha büyük bir yerleşim merkezine uzakta olmanın yarattığı mahrumiyeti giderecektik. Bizim için bundan daha yüce, daha onurlu bir görev, daha büyük bir sevinç kaynağı olamazdı.

Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkan: Mehmet Doğan
Köy Güzelleştirme Derneği Başkanı: Ahmet Taşkıran
ÜyeÜyeÜye
Remzi ÖzdoğanAli YılmazSüleyman Çelebi

Yaşadığımız bu sevinci mutluluğa dönüştürmek için canla ve başla çalışmamız gerektiğinin bilicindeydik. Yapmamız gereken en öncelikli iş, Nevşehir Valiliği tarafından talep edilen 5.000 TL’yi tedarik etmekti. Ancak, ne muhtarlığın bütçesinde, ne de yeni kurulan derneğin bütçesinde, bu miktarda bir para yoktu. Zaman su gibi akıp gitmekte, tarifi imkansız sıkıntılar yaşamaktaydık.

O yıllarda 5.000 TL çok büyük bir paraydı. Gecemizi gündümüze katmış, parayı nasıl tedarik edeceğimizi düşünüyorduk. Kimseden zırnık kadar fayda yoktu. Artık tüm umutlarımızı kaybetmeye başlamıştık ki, aylar önce caminin eski kilimlerini sattıktan sonra elde ettiğimiz ve Mustafa Özdoğan’a emanet olarak verdiğimiz 4.500 TL’yi hatırladım.

Vakityle, Bekir’in Ahmet (Yıldız)’in muhtarlık yaptığı yıllarda, köyün camisindeki kilimlerin halı ile değiştirilmeleri ihtiyacı doğmuştu. Cami cemaatı bu sorunu sürekli dile getiriyor ve değişikliğin bir an önce yapılmasını istiyordu. Eski kilimler satılıp halı alınacak, alınacak halılar camiye serilecek ve cami cemaati namazı halı üzerinde kılacaktı. O günlerde böylesi bir değişiklik gerekiyordu çünkü, çevre köyler bu değişikliği yapalı yıllar olmuştu.

Kilimleri satması için amca oğlum Bayram (Göçer)’ı Kapadokya’ya göndermiş, kilimlerin satışından yüklü bir miktar elde etmiştik. Elde ettiğimiz miktarla caminin halı ihtiyacını giderdiğimiz gibi, 4.500 TL de artmıştı. Artan 4.500 TL’lik miktarı, Mustafa Özdoğan’a emanet olarak vermiştik. İşte şimdi o paraya şiddetle ihtiyacımız vardı.

Dernek yönetimi olarak bu talebimizi köy ileri gelenlerine ileterek; 4.500 TL’nin üzerine 500 TL ilave edip, 5.000 TL’ye yetireceğimizi ve valiliğe havale edeceğimizi bildirdik. Mustafa Özdoğan’ı da bilgilendirerek, parayı hazır etmesini söyledik.

Takip eden günlerde muhtarlıkta bir araya gelerek, söz konusu paranın Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’ne bağışlanmasını kararlaştırdık ve bu kararımızı kaymakamlığa bildirdik. O yıllarda, Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’nin başkanlığını Ahmet Taşkıran yürütmekteydi. Ahmet Taşkıran, başkanlığını yürütmekte olduğu derneğe aktarılacak miktarı, makbuz karşılığı, Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne bağışlayacağını, daha önceden bize taahhüt etmişti.

Mustafa Özdoğan’dan alınan 4.500 TL’nin ilk olarak Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’ne, oradan Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne ve oradan da üzerine 500 TL ilave edilerek Nevşehir Valiliği’ne havale edildi.
Parayı alan valilik, bize bir yazı gönderdi. O yazı ile, [MEB] nezdinde, bina yapımı için izin talep etmemiz istenmekteydi.

Tüm hazırlıkları yapıp Anakara’ya hareket ettim ve doğrudan [MEB]’na vardım. [MEB]’nda benden başka, Sadık ve Karasenir köyleri muhtarları da vardı ve onlar da kendi köylerine bir ortaokul binası inşa ettirme uğraşı içerisindeydiler. Şunu da ilave etmek gerekir ki, o yıllarda iktidarda Adalet Partisi vardı. Başbakan Isparta milletvekili Süleyman Demirel, Milli Eğitim Bakanı ise Kırklareli milletvekili İlhami Ertem’di. Bizim köyden Adalet Partisi’ne genelde pek fazla oy çıkmadığından, ne Süleyman Demirel’in, ne de İlhami Ertem’in, ortaokul binası konusundaki tercihlerini bizim köyden yana kullanmayacaklarını az çok biliyordum.

Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, benim orada kalmamı, Sadık ve Karasenir köyleri muhtarlarının ise dışarı çıkmalarını söyledi. Ben, Nevşehir Valiliği’nin göndermiş olduğu yazıyı göstererek, bugüne dek yapılmış olan çalışmalar hakkında bilgi verdim. Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, söylediklerimi azami bir dikkatle dinledikten sonra, çok olumsuz bir yüz ifadesiyle, artık gidebileceğimi söyledi.

Çaresiz köye dönmek zorunda kaldım. Köye vardıktan birkaç gün sonra [MEB]’ndan bir ileti aldım. İletide; “Bakanlığımızın müsadesi olmadan ortaokul binası inşa edemezsiniz!” yazıyordu.

Bu ileti beni şok etmişti. Artık köydeki muhaliflerin engellemelerinden başka, [MEB] engeli ile de karşı karşıyaydık. Ancak tüm bu engellemeler bizi yıldırmamıştı. Gerek muhtarlık heyeti, gerekse Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği yöneticileri olarak, ortaokul binası yaptırma konusunda son derece kararlıydık.

[MEB]’ndan gelen iletiyi alıp, o zamanlar ne muhtarlık heyetinde, ne de dernek yönetiminde olan, Halil Dündar’a gittim. Halil Dündar, her yönüyle itimat ettiğim ve güvendiğim bir şahıstı. Tecrübeleri iyi kullanır, böylesi açmaz durumları isabetle tahlil eder, akılcı çözüm önerileri sunardı. İkimiz başbaşa oturduk ve [MEB]’ndan gelen yazı üzerine konuştuk. Bu konuşmamız sonunda, benim bir an önce Ankara’ya tekrar giderek, o yıllarda senato üyesi olan Prof. Ragıp Üner aracılığıyla destek aramamı kararlaştırdık. Ankara’da yapacağım görüşmelerde herhangi bir sonuç elde edememe durumunda ise, gidiş geliş ve konaklama masraflarını ikimiz karşılayacaktık. Aramızda geçen konuşmayı da, almış olduğumuz bu kararı da hiç kimseye söylemeyecektik.

İlk fırsatta Ankara’ya gidip, Senato Üyesi Prof. Ragıp Üner’i buldum. [MEB]’ndan gelen yazıyı gösterdim. Senato Üyesi Ragıp Üner, yazıyı okuduktan sonra; “Bu iş beni çoktan aşmış. Bundan sonrasına benim gücüm yetmez. En iyisi seni Senato Başkanı İbrahim Şevki Atasagun Paşa’ya göndereyim. O sana mutlaka yardım eder.” dedi. O yılların Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Pakistan’da, yurtdışı gezisinde olduğundan, Atasagun Paşa vekaleten Cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyordu. Ragıp Üner, Çankaya’ya telefon açıp randevu istedi. Atasagun Paşa, hemen gelsin demiş.

Hemen Çankaya’ya geçtim. Atasagun Paşa beni oldukça mutavazi bir şekilde karşıladı. Kapıcıyı çağırarak kahve getirmesini söyledi. Birlikte oturup konuştuk. Durumu olduğu gibi anlattım. Daha sonra kapıcı aracılığıyla kalem müdürünü çağırttı ve şu şeklide bir not almasını istedi:
“Hacıbektaş’ın Köşektaş Köyüne bir ortaokul istiyorum! Bunu bu şekilde yazıya aktar ve getir!” dedi.

Kahvelerimizi henüz yeni içmiştik ki, Atasagun Paşa’nın istediği yazı geldi. Paşa yazıyı aldı, bir solukta okudu, imzaladı ve kalem müdürüne geri uzattı. Arkasından da: “Bunu tez elden [MEB]’na faksla!” dedi. Daha sonra ayağa kalktı, elini bana doğru uzattı. Elini öptükten sonra; “Artık rahat ol! Güle güle git! Komşulara selam söyle!” dedi.

Köye döndükten sonra, görkemli bir törenle temel attık. Temeli, hiçbir kurum ve kuruluştan yardım almadan, köylülerimizin çabasıyla ve imece usulü attık. Artık köy halkı olarak bizden talep edilen her bir şeyi eksiksiz ve istenilen şekilde yerine getirmiş, yapılan vaadlerin yerine getirilmesini beklemeye başlamıştık.

Ancak, aradan günler, haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen devlet kurumlarının hiç birinden bir kuruş ödenek alamadık. Bize sürekli söylenen; “Hele siz temele bir başlayın, gerisi gelir.” “Siz önden şöyle 20 – 25 bin TL’lik bir harcama yapın ki, bu işi ciddiye aldığınız belli olsun.” ve benzeri sözlerle sürekli oyalandık.

Takip eden aylarda görev sürem sona erdi. İlk önce muhtarlıktan, sonra dernek başkanlığından, daha sonra da köyden ayrıldım. Görevi bizden devralan arkadaşların gösterdikleri çabalar da, yerine getirilmeyen vaadler ve mali sıkıntılar nedeniyle, olumlu bir sonuç getirmedi. Ne zaman ki yıllar sonra ikinci bir dernek kuruldu ve tüm köylü bu derneğe topyekün destek oldu, ortaokul binası ancak o zaman inşa edilebildi. Ne kadar geç kalınmış olsa da, mutlu edici bir olaydı. Maddi manevi destek olmuş olanları yürekten selamlıyorum.

Ortaokul binası yaptırma uğraşları esnasında yaşanan olayların tüm safhalarını anlatmaya ne benim zamanım, ne de sizin sütununuz yeter. Herkesi sevgiyle selamlıyorum!

Mehmet Doğan l 5 Nisan 2008 l Burhaniye

Muhtarlık yaptığı yıllara ait anılarını bizimle paylaşan Köşektaşlı Mehmet Doğan'a çok teşekkür ederiz! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası...


 




0 Yorum - Yorum Yaz
 

Okumayı, bilimi, doğayı ve güzel sanatları sevmeyen ve onlara karşı ilgi duymayan bir birey ruhsuz, duygusuz ve sıradan bir yaratıktır! Eğer bir toplumu oluşturan bireyler,
deneye dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal değerleri içeren eğitim
sistemi ile eğitilmemişlerse, o toplumun 
her tarafı
altın olsa bile, beyni bakır kalır!

Musa Kâzım Yalım


 Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.


I - Köy Enstitüleri Hareketi veya Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?

Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri, Türk toplumunun ve Türk köylüsünün tarihsel gelişim doğrultusunun oluşturduğu koşullar ile; Atatürk’ün işaret ettiği bilimsel dünya görüşünün aydınlığında yaratılımış bize özgü, özel bir pedagojik metottur. Köy Enstitüleri, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaşlaşmasına yönelik, çağdaş ve bilimsei eğitim – öğretim ihtiyacından doğmuştur.                                                   

Türk köylüsü, bilimsel dünya görüşünün doğrultusunda çağdaşlaşıp kalkınmadıkça, Türk toplumunun çağdaşlaşma olanağı yoktur denilebilir.

Türk toplumunun refahı ve mutluluğu, Türk köylüsünün refahı ve mutluluğuna bağlıdır. Çünkü Türk köylüsünün üretici ve yaratıcı bir özelliği vardır. O da, zeka ile iş sevgisinin bütünleştiği bir özelliktir. Zeka ve iş sevgisinin bütünleşmesine dayalı “İş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitim” içeren Köy Enstitüleri eğitim – öğretim sistemi hayata geçtiği zaman, topyekün Türk toplumunun refahı ve mutluluğu garanti altına alınmış olacaktı. Bu eğitim sistemiyle köylümüz kendi haklarına sahip çıkmasını öğrenecekti.

Aynı zamanda, Köy Enstitüleri, bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketinin başarısı ve Türk köylüsünün çağdaş doğrultudaki eğitimi için düşünülmüş ve yaratılmış eşsiz ve bir benzeri daha bulunmayan bir eğitim – öğretim kuruluşuydu.

Böyle özellikleri içeren Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’da 3808 sayılı yasayla kabul edilmiştir.

“İş içinde, iş aracıyla, iş için eğitim” felsefesi ve sloganına dayalı eğitim – öğretim metodunu içeren böyle bir kuruluş, neden Türk köylüsüne yöneliktir?

Türk köylüsü asırlardır ihmal edilmiş ve bunun kötü sonuçlarını topyekün Türk toplumu omuzlamıştır. Eğer Türk köylüsü ihmal edilmemiş olsaydı, ona özen gösterilseydi bugün Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaş dünyadaki yeri bir başka olurdu. Yani, çağdaş ve uygar ülkelerin içinde, çağdaş uygarlığa bilimsel ve sanatsal doğrultuda katkımız olurdu. Çünkü: Türk köylüsü çalışkan, zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Böyle bir özellik ve enerji kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın altyapısıdır.

Türk köylüsünün asırlarca ihmal edilişi, Türk toplumunun geri kalmışlığını tetiklemiştir. Bu yüzden Türk köylüsünün, “tarihsel gelişim doğrultusunu” bilmek, Köy Enstitülerinin kuruluşlarını daha iyi anlamayı ve kavramayı sağlayacaktır.

Yaklaşık Selçuklu Dönemi de dahil, yedi yüz yıl gibi uzun bir zaman, Osmanlı Devleti ve İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik gücün sayesinde 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, susuz kalmış yine de, varlığını Osmanlı devletine adamaktan geri kalmamıştır. Ancak Osmanlı, Türk köylüsüne, 620 yıl içinde en ufak uygar ve çağdaş bir hizmet götürememiştir. Bunun nedeni, Osmanlıların; Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığı’nın yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin Allah tarafından gönderildiğini zannetmesidir. Osmanlılar, köylüyü değil; Arap-İslâm toplumunu düşünmüştür.

Körinancın altyapısını oluşturan Arap- İslâm Uygarlığı’na dayalı Arap milliyetçiliği; başta Türk toplumu olmak üzere, İslâm dünyasını çağdaş ve bilimsel dünyadan alıkoymaya yetmiştir.

Arap halkının inanç ve geleneklerine dayalı, kalkınma uygarlığının altyapısı tefsir metodu olan Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin, güya Allah tarafından ilm-i ilahi olarak gönderildiği sanılmaktadır.

Arap milliyetçiliği; Allah katında, Kuran’ın yazılı bulunduğu levh-i mahfuz yazılıymış. Bu asılsız düzenleme, çok aşiretli Arap Ulusculuğu ile de bütünleştirerek Ortadoks Müslümanlığın yolu açılmıştır. Bu gerici ve körinanç düzenlemesi başta Osmanlılar olmak üzere tüm İslâm dünyasına kutsal bir olaymış gibi kabul ettirilmiştir.

Osmanlılar, kendi kültür ve uygarlığını yaratmayı bir yana itmiş, hep Arapların kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışarak onu ihya etmiştir. Dahası “Biz, Arapların yanında neyiz ki, Allah Arapları sevdiği ve koruyup kolladığı için Kuran’ı Arapça olarak göndermiştir. Araplar bu nedenle kutsal bir millettir.” diye Osmanlılar, Türk ulusunu, Arapların karşısında aşağılayıcı ve küçük düşürücü ölçüsüz değerlendirmede bulunmuştur.

Ayrıca, Eş’ari ve Gazali’nin, “Akıl ve bilim denilen safsata yok, Tanrısal irade vardır.” özdeyişiyle, İslâm dünyasının XII. Asırdan beri, beyin verimsizi gibi kronik bir ruh hastalığının içine itilmiş olması; çağdaşlıktan ve uygarlıktan geri kalmamıza neden olmuştur. Ve aynı zamanda Osmanlı döneminde, Osmanlı-Arap birlikteliğinin sonucu Türk köylüsü büyük bir ihmale uğramıştır.

Osmanlı devletinin varlığını sürdürememmesinin nedeni, Arap-İslâm anlayışının yarattığı Ortadoksvari bir körinanca kapılmış olmasıdır. Bunula beraber, Rönesans hareketinin deney ve gözlem metoduna dayalı, bilimsel gelişmesini dine karşı bir hareket olarak değerlendirmiş olması Osmanlının sonunu getirmiştir.

Tanzimat döneminde yetişmiş, medresede hocalık yapan Tahsin Efendi adında büyük bir bilginimiz, Paris’e serafet imamı olarak görevli gidiyor. Orada, fiziğe merak sarıyor. Üniversiteye devam ediyor. İstanbul’a dönerken, deney yapmak için deney aletleri almayı da ihmal etmiyor.

Bir gün, mederese öğrencilerine, havanın, canlılar için önemini kanıtlamak için bir fanus içine canlı bir kuş koyuyor. Kuşu öğrencilere canlı olarak gösteriyor. “Şimdi kuşun bulunduğu cam fanustan pompa ile havayı çekecek olursak kuş ölür.” Ve öyle de yapıyor. Yani havasız yerde hiçbir canlının yaşayamayacağını deneyle kanıtlıyor. Bu olayı gören medrese öğrencileri ayaklanıyorlar. Zavallı Hoca Tahsin Efendi, böyle bir tepki ile karşılaşacağını düşünmemişti bile. Öğrenciler, Tahsin Hoca’nın yüzüne karşı “Canı alan da, veren de Allah’tır. Bu sizin yaptığınız bir küfürdür.” diye bağırıyorlar. Zavallı Tahsin Efendi, o tarihten itibaren medreseyi terk etmek zorunda kalıyor. Adı, softalar tarafından “kafir hoca” konuyor. (Prof. Dr. Cahit Tanyol’un, Sosyolojik Açıdan Diyaloklar) adlı yapıtından alınmıştır.

İşte bu olay; Osmanlı döneminde, bilim üretme metodunu Allah’a karşı gelmek gibi gerici bir anlayışla değerlendirildiğinin kanıtıdır.

Osmanlı döneminin bütün yaşantısı deneysel bilime karşı gelmekle geçmiştir. XV. Asırda Molla Lutfi’nin idam ettirilmesi de, bilim düşmanlığına dayanmaktadır. Osmanlı’nın bilime yönelmeyişi, köylümüze götürülecek çağdaş eğitim hizmetinin önünü kesmiştir.

Türk köylüsünün mutsuzluğunun temeli, Osmanlı döneminde atılmış, bu da, hiyerarşik yaratılış ve kader anlayışına dönüştürülmüştür. Türk köylüsüne vaazlarda sabır, şükür ve umutlu olma telkin edilerek, köylülerimiz Ortadoksvari Müslümanlığın gölgesinde hep avutulmaya çalışılmıştır.

Asırlardır köylülerimiz sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulmuşlardır.

Selçuklu dönemi dahil, Osmanlı döneminin son zamanlarına kadar yaklaşık yedi yüz yıl gibi çok uzun bir zaman içinde, hiçbir zaman “iyi ve mutlu” bir gün görmemiş, yaşamını hep Osmanlıların açmış olduğu savaş meydanlarında geçirmiş bulunan Türk köylüsü, mutlu yaşamaya hep özlem duymuş ama, savaşlar yüzünden mutlu yaşamaya hiç fırsat bulamamış. Türk köylüsünün, Osmanlı dönemindeki aile yaşamı, hep savaşlarda verdikleri şehit ve gazilere, yani baba, kardeş, emmi, dayı gibi yakınlarına ağıt yakmakla geçmiştir.

“Adı Yemendir, gülü çemendir, Giden gelmiyor, acep nedendir...”

“Münkir münafıkın soyu, Yaktı harap etti köyü, Mezarına bir taş suyu, Dökenin dökenin de avradını...K. Abdal”

“Şalvarı saltak Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı, Eken de yok, biçen de yok, Yiyen de ortak Osmanlı...”

dizeleri, Osmanlı Türk aile yaşamının çektiği acıların anlatımıdır. Cumhuriyet’e kadar, Türk köylüsü, yerli yersiz Osmanlı dönemindeki tüm savaşlarda utkunun simgesi olmuş, fakat ona, uygarca yaşam hakkı tanımamıştır; “ölürse şehit, kalırsa gazi” sloganıyla avutulmuştur.

Üstelik, Osmanlı dönemindeki savaşların verdiği acı ve ıstırap yetmiyormuş gibi, Osmanlılar’ın, Batı’daki gelişen bilimsel ve sanatsal çağdaş uygarlıktan bihaber, yani habersiz oluşunun acısını da yine Türk köylüsüyle, Türk toplumu çekmiştir. Yani: Batı’daki bilime ve güzel sanatlara dayalı teknolojik gelişme, hümanist açıdan tüm dünya insanlığının mutluluğu için kullanılması gerekirken, Batı dünyası, bu gelişmeyi, sömürü ve emperyalist maksatlarla savaş aracı olarak kullanmayı yeğlemiştir. Örneğin: Türk topraklarını bölüp parçalamaya yönelmiş bulunan emperyalizmin kanlı belası, yine Türk köylüsünü bulmuştur. Osmanlı döneminde, köylülerimizin mal ve can güvenliği bile yoktu.

Doğan Avcıoğlu; “Türkiye’nin Düzeni” adlı yapıtının XXXI. Sayfasında şöyle yazıyor: ...”Din adamından, asayiş görevlisinden, asi devlet memurundan, köy milis güçleri şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli paşalardan dahi gelen zulüm; mal güvenliğinden vazgeçen köylüyü, can güvenliği derdine düşürmüştür. Köylü, ovadaki ve yollar üzerindeki köylerini bırakmış, resmi sıfatlı kişilerin erişemeyeceği, gözden uzak noktalara 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmıştır. Tarihimizde bu olaya ‘Büyük Kaçgun’ denmektedir.” O zamanlar, köylülerimiz, mallarından vazgeçmişler, canlarının derdine düşmüşlerdir.

Osmanlı döneminde, kendi ülkelerinde köylülere yapılan eziyet sanki yetmiyormuş gibi, bir de “SALGIN” denilen yani gereğinde para ya da mal olarak köylülerden toplanan geçici vergi sistemi vardı. Bu vergi sistemi köylüleri, mal-mülk sahibi olmaktan nefret ettirmiştir.

Osmanlı döneminde, köy yaşamında can ve mal güvenliğinin olmayışından dolayı, yeryüzünde iyiye gidiş, umudunu yitiren tüm köylü ve halk topluluğu, kurtuluşu ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamında aramaya koyulmuştur. Artık köylüler kadere sığınmak zorunda kalmışlardır.

Osmanlı yönetimi, Türk köylüsüne en ufak bir uygar yaşam biçimi dahi götürememiştir. Örneğin; bundan yarım asır önce Türk köylüsü, özellikle İç Anadolu köy halkı, ıssız duvar diplerini ve kuyuları tuvalet veya ayakyolu olarak kullanmışlardır. Özellikle erkekler, idrarlarını duvar diplerine boşaltmaktan çekinmezler, organda artıp kalan idrar damlalarını, donu yaşartmaması için erkeklik organlarını duvara sürerek kuruturlardı. Bunu da; çevreden geçen kadın, erkek, ihtiyar, genç, çoluk çocuk kimseyi önemsemeden yaparlardı. Yıl 1940 . 1941.

Köylerimizde, ilkel yaşamın daha nic e acilen çözüm bekleyen olaylar vardır.

Köy Enstitüleri’nin, köylülerimizin çağdışı yaşantısına son vererek, mutlu bir yaşam getirecek diye, büyük bir ümitle bekleyişin sonu hüsranla bitmiştir.

Yıl 1940 – 1945, bizim köyde sıtma ve verem hastalıkları kol geziyordu. Köylülerimizin kurtarıcısı büyük önder Atatürk’ün ölümünden sonra, köylülerimizin ihmal edilşi, onları, yaşanılması çok zor bir duruma düşürmüştü.

Köylülerimizin elinden tutacak bir lider, bir devlet adamı ve bir çağdaş eğitim kuruluşu gerekiyordu. O da, Köy Enstitüleri gibi köye ve köylüye dönük bir eğitim kuruluşuydu. Köylülerimizin yaşantısı içler acısıydı. Bizim köyde her hastalığın tedavisi için uydurma bir yöntem ortaya konmuştu. Örneğin; sıtma ve verem hastalığının çok ilgi çekici ve ilkel bir tedavi biçimi vardı. 1940 veya 1941 yıllarından birinde olsa gerek. Mayıs ayı ortalarında bir bahar akşamıydı. Kız kardeşim Zahide ve amcamın eşi, Pembe bacım, bizim harmanyerine bitişik harımların etrafına çevrilmiş hendeklerin diplerinde bir şeyler topluyorlardı. Hemen yanlarına koştum. Benden sakladıkları bir şey vardı ama, merakıma karşı koyamadılar. Kalburun içine topladıkları şeye baktım. Kurumuş köpek dışkısı idi. - Bununla ne yapacaklarını sorduğumda, bana verdikleri yanıt içimi bulandırmıştı. - Ey ahmak! Bunlar derde deva sen ne anlarsın. Sıtmadan kurtulmak için bunları ıslatıp içeceğiz.

Hava kararmak üzereydi. Gerçekten kurumuş köpek dışkılarını ezdiler. Kalburla iyice elediler. Ve sonra daha ince bir elekten geçirdiler. Köpek dışkısının, açık yeşil kil gibi bir rengi vardı. Bir testi kırığının içinde köpek dışkısını su ile karıştırıp macun haline getirdiler. Bunu her gün 4-5 gün süreyle birer kaşık içtiler. Ama nafile, bir türlü, gün aşırı, ateşlenerek titreşip yatağa girmekten kurtulamadılar. Yani sıtma hastalığının geçeceği yoktu. Sonradan duydum ki, sıtma için başka evlerde köpek dışkısı, sütle karıştırılıp içiliyormuş.

Buna benzer bir olay daha yaşadım. O da, çok dikkat çekiciydi. Bizim köyde, yaklaşık elliye yakın verem hastası varmış. Hemen hepsi de it eti yiyerek iyileşmeye çalışıyorlarmış.

Bizim mahallemizdeki, İbiş’de, it eti yiyerek veremden korunmak isteyenlerden birisiydi. İbiş, mahalle arkadaşım Mehmet’le bizi yanına çağırdı: - Bana, etli butlu iyi bir it eniği bulup getirirseniz size ikişer cep kuru üzüm vereceğim, dedi. -

Biz, aşağı mahallede, it eniğinin çok olduğunu biliyorduk. Hemen aşağı mahalleyi, bir anda kolaçan edip, istediğimiz bir it eniğini bulduk. Yanımızda getirdiğimiz torbaya, bu eniği kimse görmeden iyice yerleştirip, oradan uzaklaştık...

Ahırda, bizi bekleyen İbiş’e torbayı verdik. Gerçekten de o, bize ikişer cep üzümü verdi.

İbiş, gözümüzün önünde, acımasızca köpek eniğini, keserle boynuna vurarak kesti ve derisini yüzdü. Eniğin etini parça parça etti. Ahırın güneşe bakan penceresininin önüne serdi. Geri kalan enik etini ekmek sacının üstünde pişirerek afiyetle yedi. İbiş, enik etinin çok lezzetli olduğunu söylüyordu.

İbiş..., ben, enik etini bir hafta boyunca yerim. O zaman göreceksinız verem hastalığına yakalanmayacağım. Böylece it eti sayesinde verem hastalığına boyun eğmeyeceğim. İt eti, İbiş’in yüzünü güldürmüştü, mutluluğu yüzünden okunuyurdu.

Anam da, köydeki verem hastalarının en başında geliyordu. Çok zayıflamıştı. Sürekli kan tükürüyordu, zavallı kadın, henüz 33’üne yeni girmişti.

Yakın akrabalarımız, anamı ziyarete geliyorlardı. “Sultan korkma, dirilirsin” diye anama moral vermeye çalışıyorlardı. Anamı ziyarete gelen kimileri de, “Allah, bu hastalığı sevdiği kullarına verirmiş, üzülme Sultan’ım üzülme. Bir gün gelir sen de, güler eğlenirsin, gezersin hatta tarlalarda orakla ekin bile yolarsın, hiç korkma.” diye moral vermeye çalışırlardı. Anam bu konuşulanları sevinç gözyaşlarıyla dinlerdi.

Anamı ziyarete gelenler genelde hediye olarak it eti getiriyorlardı.

Öğretmenimizin eşi, Pembe Bacı da, hediye olarak it eti getirmişti. Pembe Bacı, kurutulmuş it etini, anama verirken, “Sultan hanım, bu et her derde devadır.” diyerek, it etininin yararlarını anlatmakla bitirememişti.

Anam, it etini, ekmek evirmeye yarayan çubukla tandırda pişirip yemeye çalışıyordu. Hediye olarak gelen it etlerini, bir hafta, on gün içinde yiyip bitirmişti. Fakat verem hastalığının, iyileşmesiyle ilgili hiçbir belirti yoktu. Anam sürekli zayıflıyırdu. Zavallı, “Suya düşmüş insanın, yılana sarıldığı” gibi it etine sarılmıştı. Bayağı it etinin tedavi gücüne iyice inanmıştı.

1944 yılının kışı çok soğuk ve şiddetli geçmişti. Anamı soğuktan korumak için sürekli tandır yakıyorduk. Soğuklar ağır ağır şiddetini kaybetmeye başladı. Anamın dört gözle beklediği İlkbahar mevsimi artık geliyordu. Zavallı kadın yaz günleri belki düzelirim diye ümitleniyordu.

1944 yılı güzel bir İlkbahar günüydü. Anam üzerindeki yorganı kaldırarak, bir deri, bir kemik kalmış kollarını ve bacaklarını göstererek; “Oğlum, benim hazgülüm şu bacaklar, şu kollar bir gün gelir adam olur da ben, iyileşir miyim?” diye sordu. O anda ağlamaktan yanıt veremedim. Sonunda “Ana, korkma ölmeyeceksin.” diyebildim.

Anamın yatağının yanında, beşikte yatan Naci adlı erkek kardeşim, yaklaşık bir buçuk yaşına gelmişti. Doktor, anama, kardeşimi asla emzirmemesini söylemişti. Anam çok zayıftı, çocuk emzirecek durumda değildi; aynı zamanda kardeşimin mikrop alması önlenmiş olacaktı. Günde bir defa olmak kaydıyla kardeşime sütana bulmuştuk. Fakat zaman geçtikçe o da günbegün zayıflıyordu. Anam çok zayıflamıştı. Artık iyileşmesinden ümidi kesmiştik. 6 Ağustos 1944 anamı, Eylül 1944 kardeşim Naci’yi kaybettik.

Bu yaşananlar, Anadolu köylerinde yaşanan sıradan olaylar haline gelmişti. Hastalıklarla mücadele, çok ilkel ve geri kalmışlığın bir anlatımıydı.

Köy Enstitüleri, köylerde çağdaş ve uygar yaşam için bir umut ışığı olmuştu. Eğer, Köy Enstitüleri, başarılı bir varlık ortaya koyabilirse, köylerimiz sağlıklı bir ortama kavuştuktan sonra artık mutlu olabileceklerdi. Ama ne yazık ki, Köy Enstitüleri kapatılınca, mutluluk, köylerimizin kursaklarında kaldı.

Özetle: Türk köylüsü, Osmanlılar’ın savaşlarıyla, Batı’nın emperyalist emellerinin karanlığında hiçbir zaman iyi ve mutlu bir gün görmemiştir. Türk köylüsünün, tarih boyunca ihmal edilişi, aynı zamanda Türk toplumunun çağdaşlaşmasının da ihmalidir.

Türk köylüsü ve Türk toplumu, emperyalistlere karşı, Atatürk’ün kahramanlığı ve askeri dehasına sığınmasaydı bu toplumun hali, kim bilir ne olacaktı.

Cumhıriyet’in getirdiği “bilimsel dünya görüşünün” ışığı altında yaratılan Köy Enstitüleri felsefesi ve ruhu; Türk toplumunun tarihsel gelişim doğrultusuna biçim veren, “dinsel dünya görüşünün” oluşturduğu doğmatik ve metafizik felsefeye bağlı körinanca yönelik bilim dışı tutucu anlayışın, granitten örmüş olduğu körinanç duvarını aşarak “bilimsel dünya görüşü” ile bütünleşmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde, Köy Enstitüleri hareketinin yanı sıra, köylüyü topraklandırmak amacıyla “Toprak Kanunu” çıkarılmışsa da, Toprak Kanunu işlemez hale getirilmiş, sonra da Toprak Kanunu hikayesi son bulmuştur. Köy Enstitüsü hareketi de Toprak Kanunu gibi aynı akibete uğratılmıştır.

Toprak Kanunu ve Köy Enstitüleri hareketini dejenere eden güçler, (tefeci, tüccar, toprak ağası, şeyh, komprador ve kurulu düzenin güçlüleri) iki devrimci hareketi sonuçsuz bırakmışlardır. Oysa her iki devrimci hareket ne büyük amaçlarla hayata geçirilmek istenmişti.

Köy Enstitüleri ve Toprak Kanunu hareketiyle Türk köylüsü canlandırılacak ve çağdaşlığın yolu açılacaktı.

Canlandırılacak köy hareketiyle, bilimsel dünya görüşünün aydınlığında çağdaşlığın yolu açılacak, Türkiye Cumhurşyeti Devletinin ve toplumunun yönetiminde Türk köylüsü söz sahibi olacaktı.

Büyük Eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç, canlandırılacak köy ile ilgili şunları diyor: “Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki surette ‘köy kalkınması’ değil, manalı ve şuurlu bir şekilde ‘köyün içten canlandırılması’dır. Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu hiçbir kuvvet yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.”

Toprak reformu ve Köy Enstitüleri hareketi hüsranla sona erince, Türk köylüsü ne yapacağını şaşımış durumda kurtuluşu, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinde işçi olarak çalışmakta bulmuştur. Oralarda en ağır işlerde çalıştırılmışlar, pek çoğu sağlığından olmuştur. Zar zor (güç bela) elin memleketinde, biriktirdikleri parayla bir evi ancak alabilmişlerdir. Köylülerimiz, “ memleket dışı gurbet ellerde” çalışmakla da uygar yaşama olanağı bulamamıştır. Türk köylüsü 700 yıl boyunca olduğu gibi, şimdi de iyi ve mutlu bir gün göremiyor. Yani mutlu yaşama fırsatı verilmiyor köylüye. Ancak seçimden seçime köye gelen politikacıların iktidar hırsıyla dolu, içi boş vaadleriyle avutuluyorlar.

Büyük Önder Atatürk, Türk köylüsüne ve halkına çağdaşlığın yolunu açmıştı ama, ne yazık ki; 1950 DP karşı ve gerici devrim hareketiyle körinanca dayalı “dinsel dünya görüşü” köylüleri kendi kaderine terk etmiştir. Artık bu dünyada mutlu bir yer bulamayan köylülerin mutlu olacakları bir yer kaldı, o da, ölüm ötesi - öbür dünya – ahiret yaşamı(!)

İslâm dini ile ilgili inançlar; softalık, yobazlık, cahillik, tarikat, mezhep ve hurafeler gibi körinançlar bütünü haline getirilmiş olup, köylülerimizi avutacak ve aldatacak bir biçime sokulmuştur. Hem de İslâm dininin evrensel ve hümanist özelliği gözardı edilerek.

Eş’ari ve Gazali’nin bilime ve güzel sanatlara karşı gelen yorumları; İslâm dünyasının bu dünya ile ilgisini kesmiş, hep öbür dünya hayali ile yaşar hale getirmiş. Bu nedenle, İslâm dünyasının el emeği ve alın teriyle yaşayan emekçileri ve Türk köylüsü öyle bir hale getirilmiş ki; “Bu dünya yalandır.” Türkülerinde, şarkılarında dünyanın yalan olduğu dile getirilir. Bu dünya yaşamaya, değmez; bu dünyaya bel bağlanmaz. “Bugün varız, yarın yokuz.” Adi, bayağı, perişan ve sefil bir hayata katlanır da yaşamını yükseltmek için deneysel bilim ve güzel sanatları içeren, bilimsel dünya görüşü için mücadele vermeye katlanamaz. Genelde, tüm İslâm dünyası, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe dayalı hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden, yedi yüz yıldan beri köylülerimiz hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varmadan, bugüne kadar, umutlarını kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Devamını okumak için tıklayınız





0 Yorum - Yorum Yaz
 

KÖY ENSTİTÜLERİ


Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu, dönemin canlı tanığı Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın kaleme almış olduğu, tamamı beş bölümden oluşan "Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü" adlı yazı dizisini okumak için aşağıdaki bağlantı noktalarına bir kez tıklamanız yeterli olacaktır.


 Köy Enstitüsü Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?
Köy Enstitülerinin Başarısı Türkiye'yi Kucaklamıştı ki 
Köy Enstitülerinin Kuruluş Amacı ve Metodu
Köy Enstitüleri Yıkılmasaydı Eğer...

Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Tamamen Türkiye'ye özgün olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde milli eğitim bakanı olan Hasan Ali Yücel bizzat yönetti.

Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği gözönüne alınarak, dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular. Geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş öğretmenler için köylerde öğretmenlik yapmak, istenilerek yapılacak bir görevden çok zorunluluk olarak algılanıyordu. Çalıkuşu romanındaki karakter gibi gönüllü ve özverili öğretmenlerin sayısı azdı. Oysa ki okuma yazma oranı Cumhuriyet ilk kurulduğu yıllarda %5 bile değildi. Bunun yanında nüfusun %80lik bölümü köylerde yaşıyordu. Köy Enstitüleri'nin kurulması ve yaygınlaşması konusunda pedagoji uzmanı Halil Fikret Kanad'ın önemli çalışmaları vardı. Kanad, zorunluluktan değil özverilyle öğrenci yetiştirecekköye göre öğretmen fikrini savunmuştu.

1940 yılından başlayarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Ensititüleri açıldı. Türkiye'de seçilen şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın tarıma elverişli 21 bölgede köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılmıştı. Öğretmenler köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgieri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretecekti. Öğretmenler gittiği yörelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atelyeleri vardı. Derslerin %50 bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.

1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. Yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulmalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.

Köy Enstitülerinin listesi

Listedeki adlar köy enstitüler kurulduğunda sahip olduğu adlardır.


 
Ad/Bulunduğu İlKuruluş Tarihi1946'ya Kadar Çalışan Müdürlerin Adı
Akçadağ / Malatya1940Şinasi Tamer, Şerif Tekben
Akpınar-Ladik/ Samsun1940Nurettin Biriz, Enver Kartekin
Aksu / Antalya1940Talat Ersoy, Halil Öztürk
Arifiye / Sakarya1940Süleyman Edip Balkır
Beşikdüzü / Trabzon1940Hürrem Arman, Osman Ülküman
Cılavuz / Kars1940Halit Ağanoğlu
Çifteler / Eskişehir1937Remzi Özyürek, M. Rauf İnan, Osman Ülkümen
Dicle / Diyarbakır1944Nazif Evren
Düziçi / Adana1940Lütfi Dağlar
Erciş / Van1948İbrahim Oymak
Gölköy / Kastamonu1939Ali Doğan Toran
Gönen / Isparta1940Ömer Uzgil
Hasanoğlan / Ankara1941Lütfi Engin, Hürrem Arman, M. Rauf İnan
İvriz / Konya1941Recep Gürel, İ. Safa Güner
Kepirtepe / Kırklareli1938Nejat İdil, İhsan Kalabay
Kızılçullu / İzmir1937Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat Ersoy
Ortaklar / Aydın1944Hayri Çakaloz
Pamukpınar / Sivas1941Şinasi Tamer
Pazarören / Kayseri1940Sabri Kolçak, Şevket Gedikoğlu
Pulur / Erzurum1942Ahmet Korkut, Aydın Arıkök
Savaştepe / Balıkesir1940Sıtkı Akkay

Öğretmen ve öğrenci sayısı

Yıllara göre enstitülerin, bu enstitülerde görevli öğretmenlerin ve öğrencilerin sayılarındaki artış tabloda görülmektedir.


Öğretim yılıKadın öğretmen sayısıErkek öğretmen sayısıToplam öğretmenÖğrenci sayısıEnstitü sayısı
1937 - 1938521262862
1938 -1939734417963
1939 - 194010506015674
1940 - 194146189235566514
1941 - 194280214294805217
1942 - 19431012593601016118
1943 - 19441282984261416618
1944 - 19451453605051556120
1945 - 19461194035221552920


SeneToplam köy öğretmeni sayısıKöy enstitüsü kökenli köy öğretmeni sayısı
193968470
1946115335225
19501842613182
1939 - 1950 yılları arasında Köy enstitülerinde yetişen köy öğretmenlerinin toplam köy öğretmenleri içindeki yeri.

Dersler

Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalaı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atelyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu.[10][11] Hasaoğlan Köy Enstitüsü, diğer köy enstitülerini kuran köy enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmişti. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modenr tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu.

Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı döneminde düünya klasiklerini Türkçe'ye tercüme ettirmişti. Köy enstitüleri öğrencileri her sene 25 tane klasik romanı okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocuklarından engin entellektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri en az bir tane müzik aletini çalmasını da öğreniyordu. Aşık Veysel köy enstitülerinde müzik derslerinde öğrencilere bağlama çalmasını gösteriyordu.

Sabahın erken saatlerinde uyanan öğrenciler kzılı ve erkekli zeybek ve halk oyunşları oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra kahvaltı ardından zorunlu okuma saati vardı. Kahvaltıyı kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren öğrenci arkadaşları hazırlıyordu.Bu bakımlardan köy enstitüleri yaparak öğrenim konusunda dünyada benzeri görülmemiş bir örnek oluşturmuş ve birçok akademik inceleme ve araştırmaya örnek olmuştur.

Aşağıdaki çizelgede Köy Enstitüleri'nde uygulanan derslerin 5 yıla dağılımı görülmektedir.

DersHafta
Kültür Dersleri114
Ziraat Dersleri ve Çalışmaları58
Teknik Dersler ve Çalışmalar58
Beş Yıllık Sürekli Tatiller30

Beş yıllık eğitim süresince kültür derslerinin içeriğinin toplam saatleri aşağıdaki tabloda verilmiştir.

DersSaat
Türkçe736
Matematik598
Fizik276
Tarih232
Yurttaşlık bilgisi92

 

 

 

 

 


Sanat 

Köylerde büyümüş öğrencilere klasik müzik enstrümanları ve geleneksel sazları çalması öğretiliyordu. Aşık Veysel, enstitüleri gezip öğrencilere saz çalmasını gösteriyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü bu konuda en zengin enstrüman envanerine sahipti. Daha sonra açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsündeki derslere Ankara Konservatuvarı öğretmenleri geliyordu. Köy kökenli öğrencilerden kurulu orkestralar müzik eserlerini seslendiriyordu.

1945 yılında Hasanoğlan Köy Entitüsü'ndeki müzik enstrümanları listesi şöyleydi.

 
Bir köy enstitüsü orkestrası
Çalgı aletiSayısı
Mandolin259
Plaklar (Klasik Müzik)160
Keman55
Bağlama37
Akordeon8
Radyo3
Piyano3
Davul3
Amplifikatör1
Pikap1
Metronom1

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Keman çalan öğrenci

Keman çalan kız öğrenci

Akerdeon çalan öğrenci

Mandolin çalan öğrenci


Kapatılması 

1946 yılında hükümetin yaklaşan seçimleri yitirme kaygısıyla CHP içinden muhalif milletvekillerinin başını çektiği örgütlü muhalefetin kampanyasıyla, müfredatında ve yapılanmasında kuruluş amaçlarından uzaklaşan değişiklikler yapıldı. İlerleyen yıllarda da, daha önceleri sıkı sıkıya bağlı olduğu "iş için iş içinde eğitim" ilkesinden uzaklaştırıldı. Önceleri yaratıcılığın ön plana çıktığı eğitim anlayışının yerine giderek geleneksel, ezberci eğitimin yerleştiği öğretmen okullarına dönüştürülerek 1954'te kapatıldılar.

Cumhuriyet Halk Partisi içinden Köylüyü topraklandırma Yasasına karşı çıkan bir kesim parlementer Demokrat Partiyi kurdu. Bu parlementerler içinde Atatürk Devrimlerine karşı olup tek parti düzeninde bu düşüncelerini açığa vuramayanlar olduğu, Atatürk devrimlerine muhalefet hisleri besleyen ancak bu karşıtlıklarını ortaya koymaya cesaret edemeyen siyasi ve toplumsal yapının bir karşı devrim atağı başlatarak Köy Enstitülerinin kapatılmasını sağladığı iddia edilmiştir. Hasanoğlan Köy Enstitüsü eski müdürü Rauf İnan ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köy Enstitülerinin kapatılmasının Atatürk Devrimleri karşıtlarınca başlatılan bir Karşı Devrim hareketi olduğunu söylemişlerdi. 1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı. Parlementoda bütçe görüşmelerinde milletvekili Emin Sazak'ın Köylere giden enstitü mezunları kendilerini birer Atatürk zannediyorlar demesi üzerine Hasan Ali Yücel, Bu çocukların her birinin birer Atatürk olması temenni edilir şeklinde cevap vermişti. Köy enstitüleri 1954 yılında kapatılmıştı.

Köy Enstitülerine yöneltilen ve kapatılmaları ile sonuçlanan belli başlı eleştiriler birkaç ana başlık altında toplanabilir. Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere koministlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan poisin baskınlarına uğruyordu. Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı. Bu zorlamalar köylülere angarya olarak geliyordu. Öğrencilerin boğaz tokluğuna öğrenim görecekleri kendi okullarının inşasında çalıştırılmaları eleştirilmekteydi. Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu.

Kuruluşunda emeği geçenler

Mustafa Kemal Atatürk

Cumhuriyet kurulduğunda vatandaşların sadece %3-4 'ünün okuma yazması vardı. Halkın  %80'i köylerde yaşıyordu. Atatürk ilk defa Köy Enstitülerin kuruluş yasalarını çıkardı. İlk önce askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olaraK gönderilme projesini önerdi ve bu proje uygulandı.

[Hasan Ali Yücel]  [İsmail Hakkı Tonguç] [İsmet İnönü]

 


 




0 Yorum - Yorum Yaz

SANAT, FELSEFE VE BİLİM YAZILARI


Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.


24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Ankara`da vereceği bir konferans için hazırlamış olduğu 4 bölüm ve 33 sayfadan oluşan, sanatsal ve bilimsel değeri oldukça yüksek bu yazıyı köyümüz sitesine armağan etmiş olmasından ötürü sayın Musa Kâzım Yalım`a şükranlarımızı sunar; katkılarının salt bu yazıyla sınırlı kalmamasını, sürekli olmasını umut eder; dünyamızın en fedakâr varlıkları olan öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlarız!  kosektas.net

24 Kasım Öğretmenler Günü
III, IV
Musa Kâzım Yalım
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu

III. Çağdaş Öğretmenin Özellikleri

-    “Milletleri kurtaracak yalnız ve ancak öğretmenlerdir.”

Öyleyse, öğretmenler, eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı, bilimsel dünya görüşüne kesin sahip çıkmalıdırlar.

-    Öğretmenlik bir meslek değil; insan ruh ve bedenine biçim veren bir ustalık mertebesidir. Bu açıdan bakıldığında öğretmenler, Allah’ın yeryüzündeki en kutsal yardımcılarıdır.

-    Büyük bir eğitimci; öğretmenler için şunu söylüyor: Tanrı beyin verir, insanlığa, en yararlı hale siz getirirsiniz.

-    Tanrı kalp verir, onu insanlık sevgisiyle dolu ve duyarlı hale siz getirirsiniz.

-    Tanrı kulak verir, doğruyu siz işittirirsiniz.

-    Tanrı göz verir, doğruyu siz gösterirsiniz.

-    Öğretmen, insanı, insanlaştıran ve insan yaratma sanatının sanatkarıdır.

-    Öğretmen, bilim ve güzel sanatlarla ilgili eğitime, önem vermelidir. Çünkü insanı, insanlaştıran bilim ve güzel sanatlardır. Eğer bir toplumda suç işleme oranı fazla ise, o toplumda bilim ve güzel sanatlara önem verilmiyor demektir. Eğitimin bilimsel temeli çocuklara cesaret vermektir. Onun için, öğretmen korkutucu değil, cesaret verici olmalıdır.

Öğretmen; bilimsel ve sanatsal değerleri yaratanların  yaratıcısıdır.

Eğer Tanrı, gökten yere inip te, bir meslek seçseydi muhakkak öğretmen olurdu. Zira öğretmenlik bir Tanrı sanatıdır. (Eflâtun)

Öğretmen, yeryüzünde Tanrı’nın ve peygamberlerin biricik yardımcısıdır. Bu bakımdan öğretmenlik kutsal bir görevin sorumluluğunu taşımaktadır.

Bilimsel bilgiye (deneysel bilgiye) ve güzel sanatlara dayalı çağdaş uygarlığımızın büyük gelişmeleri; bilim insanlarının, politikacıların, sanatkârların, bilim ve sanat üretenlerin değil, öğretmenlerin eseridir. Yani bilim ve güzel sanatlara dayalı çağdaş uygarlığın kahramanları yaratıcı öğretmenlerdir. İşte bu nedenledir ki, öğretmen, “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda bir kişilik (şahsiyet) oluşturmalıdır ki, içinde yaşadığı toplumu çağdaş dünyaya taşıyabilsin. Eğer öğretmen kendi hür benliğini duymamış toplum veya doğa tarafından esir edilmiş; varlığı ile yokluğu arasında aynı şey haline gelmiş; her işini Tanrı’ya ya da oluruna bırakmış, kadere boyun eğmiş ve mistik bir ruhun sahibi ise; öğretmenin bilgisi, ahlakı, sanatı ve sihhati ne olursa olsun, kendine özgü bir kişilik veya şahsiyet ortaya koyabilir mi? Bir kişilik veya şahsiyet sahibi olabilmek için, öğretmen veya insan kendi hür benliğini yaşamın gerçekleriyle karşılaştırmalı, böylece bilimsel ve sanatsal yeni ve üstün bir yaşam sistemini güçlü bir sezişle görüp söyleyebilmeli ve yapacağı eylemlerle yaşamı ileriye doğru değiştirmeli, yüceltmeli ve durmadan yaratmalıdır. Bu bakımdan her yeni ve ilk bir hayat bir yaratmalar silsilesinden (zincirinden) ibarettir. Ve her yaratma olayı, bir kişiliğin ve şahsiyetin eseridir.

Bir öğretmen, dünyadaki sosyal, siyasal, kültürel, bilimsel ve sanatsal gelişmelere daha çabuk ayak uydurabilmesi için kendini ve toplumu ileriye doğru değiştirmeli, yani diyalektik yasaya uymalıdır.

Öğretmen, metafizik dinsel dünya görüşüne dayalı körinanç ve hurafelerle örülü Ortaçağ Uygarlığının içinde değil; bilimsel dünya görüşünün içinde yer almalıdır ki, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı olabilsin.

Öğretmen sürekli araştırma ve inceleme yapmalı ve onun sonuçlarını yayınlamalıdır. Öğretmenin bu konudaki etkinliğini devlet desteklemelidir.

Öğretmen, “kadere boyun eğmemelidir; eğer kadere boyun eğerseniz, kader sizi kendi halinize bırakır; ona isyan ederseniz elinizden tutar.”

Öğretmenliği bir meslek gibi değerlendiremeyiz. Çünkü o meslek değil; toplumun ve bireylerin kişiliğini yaratan ve geliştiren kutsal bir değerdir.

-    Bir doktor, meslek yaşamında belki 50-100 hastasını tedavideki yanlışlıkla kaybetmiş olabilir;

-    Bir mühendis, bir apartmanı yanlışlıkla inşa edip, içinde oturan sakinleri bir anda yok etmiş olabilir.

-     Ama bir öğretmenin eğitim ve öğretimdeki yanlışlığı, bir toplumun toptan yok olmasına neden olabilir.

Çoğu İslam düyasının öğretmen ve eğitkenleri, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı bilimsel dünya görüşünü içeren milli bir eğitim sistemi yaratamadıkları için emperyalist güçlerin tutsaklık zincirinden kurtulamamışlardır. Genelde İslam dünyasının öğretmenleri, yanlış yönlendirildikleri için “aklı inançtan; bilimi dinden bağımsız kılamadıklarının cezasını çekmektedirler.”

Eğitim ve öğretimin çağdaş özelliği, “aklın inançtan; bilimin dinden bağımsızlaşmasıdır.” Yani eğitimde, “aklı inançtan; bilimi dinden” ayrı olarak ele almaktır.

Eğitimi, inanca bağımlı ve metafizik dünya görüşünün güdümünde ele almak, aklın özgürlüğüne ve aklın yaratıcılığına el koymak ve aklın yaratıcı gücüne zincir vurmaktır.

Aklın ve bilimin, inançtan bağımsızlığını sağlayan bilimsel dünya görüşüne nasıl ulaşıldığına dair olay iyi bilinmelidir. Çünkü; çağdaş dünya bilimle yaratılmıştır.

IV. Öğretmen Çağdaş Görevini Yapmış İse

Bırakınız bilim üretmeyi, bilimin ne olduğunu bilmeyen, bilimi dışlayan, körinanç, hurafe ve bağnazlığın eline teslim edilmiş bir toplum manzarasıyla karşı karşıyayız. Atatürkçülüğe ve O’nun Cumhuriyetine nasıl son verileceğine dair politikalar üretilmeye çalışılmaktadır.

1930’daki Kubilay olayını, Kahramanmaraş, Çorum, Malatya ve Sivas olayları izlemiştir. Bu bağnaz sistemle bilim ve güzel sanatları içeren eğitim-öğretim ters yüz edilmiş, bilim üretmeyle ilgili hiçbir etkinlik göserilememiştir. Okullarımız, deneysel bilim uygulamalarından uzak, ezberci bir sistem içinde bocalayıp durmaktadır.

1950-1980 laiklik karşıtı yaratılan olaylarla, laikliğe indirilen darbe, laiklik anlayışını fena halde hırpalamış, laikliğin gerçek özelliğinin içi boşaltılmış olup, artık laiklik yaşamaz olmuştur.

Örneğin; Türkiye’de, demokrasi ve laiklikle ilgili bilimsel doğrultuda görüş bildiren düşün insanlarının hemen hepsinin yaşamına son verilmiştir.

İşte böyle bir anlayış içinde, bilimsel ve sanatsal eğitim-öğretim, metafizige dayalı “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmıştır. Bu nedenle, Atatürk'ün yaşama geçirdiği “bilimsel dünya görüşü” artık yaşanmaz olmuştur. Halkın bilgilenmemesi ve hiçbir şey bilmemesi için “öbskürantizm”; halkın uyanışını ve gelişmesini engellemek için de “obstrüksiyon” gibi bağnaz kurallar uygulanır olmuştur. Halkın daha kolay yönetilmesi için, bu yöntem Fransa’da, Louis’ler döneminde uygulanmıştır.

Ülkemizde, 1950’den beri halkın Ufku, daima kapalı ve karanlık tutularak, yaşamını kadere bağlayan Ortaçağ anlayışına bağlı bir toplum oluşturulmuştur. Bu nedenle bilim alanında patentiyle ses getirecek bilim insanlarımızı yetiştiremedik.

Bugün öğretmen, böyle bir toplum içinde yaşamaktadır. Öğretmenin yapacağı iş, toplumun kaderini deneysel bilim ve güzel sanatlar doğrultusunda değiştirmektir. Çağdaş öğretmenin birinci görevi içinde yaşadığı toplumu çağdaşlaştırmaktır. Öyleyse öğretmenin “bilimsel dünya görüşüne” sahip çıkması yaptığı kutsal görevin gereğidir.

Öğretmen, içinde yaşadığı toplumun aynasıdır. Bismarck’ın esir aldığı bir general, Bismarck’a: “Neden sürekli sizin ordular, bizi yeniyorlar?” diye bir soru yöneltince, Bismarck: “Bu soruyu bana değil; Alman öğretmenlerine sorunuz.” diye yanıtlıyor.

Büyük Atatürk, eğitimin ve öğretmenin önemini daha açık bir şekilde ortaya koyuyor: “En önemli nokta eğitim işidir. Eğitimdir ki, bir ulusu ya özgür, bağımsız, ünlü ve yüce bir toplum halinde yaşatır; ya da tutsaklığa ve yoksulluğa sürükler.”

-    Eğer, toplum bilimle barışık, bilimsel akla sahip, her düşünce ve olayları bilime doğru doğru değerlendirme alışkanlığı kazanmış ise;

-    Yaşamına, “bilimsel ve sanatsal dünya görüşüne” göre yön vermiş ise;

-     Yaşadığımız toplum düzeninde “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce sistemi” yaratılmış laik ve demokratik yaşam biçimi yaşama geçirilmiş ise;

-     Toplumun bireyleri deneysel bilim ve güzel sanatlara ilgi duyuyor ve destekliyor ise;

-     Devletin, eğitimi-öğretimi üstlenmesi sağlanmış ise;

-     Toplum içinde yaşayan bireyler, yeteneklerine göre eğitilip, yeteneklerine göre iş bulabiliyorlarsa;

-     Toplum, arı ve öz Türkçe ile konuşabiliyorsa;

-     Diyalektik bilimsel dünya görüşü ve Atatürkçülük gerçekten hayata geçmiş ise;

-     Toplumda, (aklı inançtan, bilim, dinden bağımsızlaştırma) gerçekleştirilmiş ve aklın eğemenliği, aklın yaratıcılığı, aklın özgürlüğü sağlanmış ise;

-     Laik ve demokratik bir toplum düzeni yaratılarak, inanca yönelik, dinin devlet ve toplumsal bir sorun olmadığı, dinsel inancı, bireylerin özgür iradesine bırakan ve eğitimin dinsel dünya görüşünün güdümünden kurtarılarak laik ve bilimsel eğitimin eğemenliğini sağlayan bir toplum ve devlet düzeni oluşturulmuş ise; öğretmen ulusal görevini yerine getirmiş demektir; yok eğer öğretmen bunları yaşama geçirmekte aczin içine düşmüş ise öğretmen ulusal görevini başaramamış demektir. Bu duruma göre öğretmenin ülkemizdeki ulusal görevini başarıyla yerine getirdiği söylenemez.

(Fransız yazar ve sosyologun sözleri)

Türk toplumu, Ortadoğu’da İslam dünyasının içinde yer almaktadır. İslam dünyası emperyalist ülkelerin tutsaklığının altındadır. Bunun nedeni, İslam dünyasının deneysel bilimi dışlamış olmasıyla aklın egemenliğine değil; Arap-İslam ideolojisine bağlı, Arap Ulusculuğunun ortaya koyduğu körinanç, hurafe ve tarikatlara dayalı inancın egemenliğine girilmiştir.

İşte bu yüzden, İslam dünyası, bilim keşfeden ulusların tutsaklığından bir türlü kurtulamamaktadır.

Bizim, İslam dünyasından farklı bir yanımız olmadığına göre, öğretmenlerimizin kendine düşen ulusal görevi tam olarak hayata geçirdiğini söylemek mümkün değildir.  

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bilimsel ve güzel sanatlarla ilgili değerlere dayalı “bilimsel dünya görüşü” tehlikeyle karşı karşıyadır.

“Akıl ve bilim yok, Tanrısal irade vardır.” Felsefesi ve Ortadoğu halkları ve İslam dünyasının durumu yürekler acısıdır. Onlar, bilimi ve “bilimsel dünya görüşünü” önemsememenin cezasını çekmektedirler. Asırlardır bu böyle devam etmektedir. 

İslam dünyası, emperyalistlerin elindeki tutsaklık zincirini bir türlü kıramamaıştır. Çünkü bilime yönelmedikleri için.

Yaklaşık insanlığın var olduğu günden beri bugüne kadar varlığını sürdürmeye çalışan, metafisik düşsel felsefeye dayalı körinanç, hurafe, tarikatlar ve mezhep ayrılıklarının oluşturduğu “metafizik düşsel dünya görüşü” Atatürk'ten sonra egemenliğini tekrar sürdürmeye hazırlanıyor.

Oysa, Batı dünyasında “bilimsel dünya görüşü” çığ gibi gelişmiş, bilime ve güzel sanatlara dayalı çağdaş dünyayı yeniden ihya etmek için sürekli mücadele veriliyor.

Batı dünyasında, öğretmen, yazar, şair, sanatçı ve düşünürler metafizik düşsel dünya görüşüyle; bilimsel dünya görüşlerinin analizi yapılarak halk aydınlatılmış, “bilimsel dünya görüşünün” çağdaş bir yaşam felsefesi olarak benimsenmesiyle “metafizik düşsel  yaşam felsefesinin”, yaşam sahnesinden çekilmesi sağlanmıştır.

Zaten, metafizik ve düşsel düşünceler üzerinde deneysel etkinlikle bilimsel değerler ortaya koymak katiyen mümkün değildir. Şimdiye kadar metafizik düşünce üzerinde hiçbir yapılamamıştır. Bilim elde etmek için deney, düşsel metafizik üzerinde değil, madde üzerinde yapılır.

Batı dünyasında, Rönesans ve Aydınlanma Çağında “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce ortamının, yaratılışıyla; aklın egemenliği, aklın yaratıcılığı ve aklın özgürlüğü sağlanmıştır.

Aklın egemenliğiyle, laiklik, hayata geçmiş olup, Batı insanının, dinsel baskılardan kurtulması sağlanmıştır.

Batı insanı, bilimsel değerleri rahatça anlama ve anlatma olanağına kavuşmuştur.

Aydınlanma dönemini aydınlatan öğretmen, yazar, şair ve sanatçı; Rönesansı yaratan bilim kahramanları gibi çalışmışlar, bilim ve aydınlanma uğruna ölümden bile korkmamışlardır.

Batı dünyasının yazar, şair ve düşünürlerinden Jean Meslier, Lamettrie, Diderot, Moliere, Voltair gibi ünlü düşünürleri, dünya görüşlerinin analizini yaparak çağdaş dünyanın yaratılışında etkili olmuşlardır. Yani “bilimsel dünya görüşünün” yaratılmasını sağlamışlardır.

Ama, ülkemizde; Atatürk gibi büyük bir liderin fikir öncülüğünde, 20 bin Köy Enstitülü öğretmen ve Cumhuriyet döneminin ilk öğretmenleri, Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yaklaşık yüzden fazla “yazar, şair ve sanatçı” ; Batıdaki yazar ve öğretmenler gibi, dünya görüşlerinin analizlerini yaparak bilimsel dünya görüşünün anlaşılması ve aklın özgürlüğü, aklın egemenliği için mücadeleye girememişlerdir.

Başta Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçı olmak üzere tüm çağdaş yazarlar ve düşünürler, köy yaşamını dile getirmekten öteye geçememişlerdir. Onlar, ancak yazarlık duygularını ve yazarlık merakını gidermek için köy yaşamını bir malzeme olarak kullanmışlar, fakat halkımıza bilimsel ve dinsel dünya görüşlerinin analizini yaparak “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda halkımızı aydınlatmaya yönelmemişlerdir. Onun için, bugün şeriat düzeninin yaşama geçmesini heyecanla beklemeye koyulduk. Kuran kursları, imam hatip okulları ve İlahiyat Fakülteleri kendi dünya görüşü doğrultusunda bir hayli yol almışlar ve aydın kesimden çok daha başarılı olmuşlardır.

Evrensel İslam dini insan öldürme makinası haline getirilmiştir. Yani İslam engizisyonu yaratılmıştır.

1930 Şeyh Mehmet isyanından bugüne kadar uzanan zaman içinde çok yol alındı. Malatya, Çorum, K. Maraş ve Sivas olayları, onların yarattığı laiklik karşıtı gerici karşı devrim hareketiydi. 1950 – 1980 Laiklik karşıtı gerici devrim zihniyetinin yarattığı ortam, körinanç ve hurafeye dayatılmış Ortaçağ İslam Uygarlığı heveslilerinin önünü aydınlatıcı bir güç oluşturmuştur.

Sözün kısası, Osmanlı döneminden aktarılma, körinanç, hurafe, tarikatlar ve mezhep ayrılıklarına dayalı dinsel inanç, Atatürk’ün özenle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni de etkisi altına almış bulunmaktadır. Osmanlılar’dan kalma, Osmanlı hayranı körinanç ve Ortaçağ zihniyeti şimdi tekrar filizlenmiş gelişip güçlenmek için bağnaz bir ortamın oluşturulmasını sağlamışlardır.

Öğretmenin, ekonomik bakımdan, istenilen düzeye ulaştırılamadığı için, öğretmen, tutucu (bağnaz) zihniyetlerle istenilen mücadeleyi verememektedir diyorlar.

  • Şu gerçeği unutmamalıyız. Kapitalist sömürücü emperyalist sistemin içinde kamuya hizmet verenlerin ücreti zam da yapılsa, reel ücreti hiçbir zaman değişmez. M. Ö. 2000 yılında emekçilere ödenen ücret ne ise, şimdi de odur.

Bu gerici ve insani olmayan çağdışı sistemde çalışan ve emekçilerin ekonomisi “ücret köleliğidir.” Kapitalist sömürü düzeni “ücret köleliği” üzerine kuruludur. Ücret köleliği insanın insanı sömürüsüne yönelik düzenin değişmez yasasıdır. Bu yasa bozulduğu zaman, ekonomik güçlerin ve sömürgenlerin kendi düzeni de bozulur.

Kapitalist düzende, demokrasi; güçlünün her türlü çıkarlarından başka bir şey değildir.

Öğretmen, İslam dünyasının, hiyerarşik kaderci ekonomik düzenini, köylü ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda değiştirmedikçe başta öğretmen ve diğer tüm emekçilerin mutlu yaşaması düşünülemez.

Sonuç olarak öğretmenin mücadele alanı  daha da genişlemiştir:

  • İlk önce eğitimi – öğretimi; güzel sanatları ve deneysel metoda dayalı doğrultuda birleştirerek tamamıyla devletin ele almasını sağlamak.
  • Sonra da eğitimin, zeka çeşitlerine ve yeteneğe göre biçimlenmesini sağlamak.
  • Sınavların, egemen sınıfların ve güçlerin kültüründen değil; yeteneklerin saptanmasına yönelik olmasını sağlamak.
  • Bilimsel ve sanatsal eğitime dayalı, yetenek çeşitleri göz önünde tutularak, iş ve zekanın bütünleşmesine yönelik “iş içinde, iş vasıtasıyla, iş için eğitimin” bütün okullarda uygulanır hale getirilmesine yardımcı olmak.
  • Köy Enstitüleri eğitim sisteminin, Meksika’da uygulandığı söylenmektedir.
  • Köy Enstitüleri, laikliğin ve demokrasinin ve aklın egemenliğinin uygulandığı bir eğitim kuruluşudur. Tekrar canlandırılmaya değer.
  • Eğitimi – öğretimi, Pazar meta olmaktan kurtararak öğrencileri ve velileri sömürülmekten kurtarılmasını sağlamak eğitimin ve eğitimcinin birincil görevi olmalıdır.

ÖZET OLARAK

Bugün içinde yaşadığımız çağdaş dünyayı oluşturan “Bilimsel Dünya Görüşü” öyle kolayca yaratılmış bir dünya görüşü değildir.

Hıristiyanlığın ve genelde tüm dinlerin, bilim dünyasına karşı açmış olduğu savaşta kazanılan utku, bilim kahramanlarının yılmayan mücadelesi sonunda elde edilmiştir.

Sonuçta, bilim dünyası; başarıya ulaşmış ve metafizik felsefeye dayalı, “Düşsel ve Dinsel Dünya Görüşüne” karşı “Bilimsel Dünya Görüşünü” oluşturmuştur.

Bundan sonra, başta, Batı dünyasında, sonra da tüm çağdaş dünyada yeni bir anlayış , yeni bir felsefeyle eğitim – öğretim olmak üzere devlet ve toplumsal yaşam bütün yönleriyle “bilimsel dünya görüşüne” göre biçimlenmiştir.

Bilimsel ve santsal başarının sonunda en önemlisi, “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce ortamı” oluşturulmuş, buna bağlı olarak da Batı dünyasındaki bilimsel devrimle “ibadet ve inanç” bireylerin özgür iradesine dayalı, laik ve demokratik sistemin gereği din yasal ve toplumsal bir konu olmaktan çıkmış, bireylerin “hür iradesine” bırakılmıştır. Yaratılan bu ortamla, aklın özgürlüğü, aklın yaratıcılığı ve aklın egemenliği sağlanmıştır.

Öğretmenlerimizin, yürümekte olduğu yolların, kimler tarafından ve ne şekilde aydınlatıldığını bilmek, öğretmenlik bilincinin kesin güçlenmesini sağlayacaktır.

Çağdaşlaşmanın, “bilimsel dünya görüşüyle” mümkün olduğuna inanmak, öğretmenin bilincinin temelidir...


Not: Bu yazının ilk iki bölümünü okumak için aşağıdaki bağlantıya bir kez tıklayınız:

Öğretmenler Günü I, II





0 Yorum - Yorum Yaz

SANAT, FELSEFE VE BİLİM YAZILARI



İnsan aklının iyiye ermesi bilgiyle; insanın çevresinde gelişen olayların kaynaklarını özdevinir bir akıl dürtüsüyle sorgulaması ise
ancak ve ancak billinçle olasıdır!
Musa Kâzım Yalım

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.

24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Ankara`da vereceği bir konferans için hazırlamış olduğu 4 bölüm ve 33 sayfadan oluşan, sanatsal ve bilimsel değeri oldukça yüksek bu yazıyı köyümüz sitesine armağan etmiş olmasından ötürü sayın Musa Kâzım Yalım`a şükranlarımızı sunar; katkılarının salt bu yazıyla sınırlı kalmamasını, sürekli olmasını umut eder; dünyamızın en fedakâr varlıkları olan öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlarız!  kosektas.net

24 Kasım Öğretmenler Günü
I, II
Musa Kâzım Yalım
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu

I - Dünya Görüşleri ve Öğretmen

Metafizik (doğaötesi) felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşüyle; eytişimsel özdekçi felsefeye bağlı, bilimsel dünya görüşü, veya maddeci diyalektik felsefeye bağlı bilimsel dünya görüşünün tarihsel gelişim doğrultusunu incelemek suretiyle, bu dünya görüşlerinden hangisinin çağdaş ve bilimsel aydınlık dünyayı oluşturduğuna dair belli bir bilinç düzeyine ulaşması öğretmenin asli görevidir.

Genelde insanlık, şimdilik iki büyük dünya görüşüyle birlikte yaşamaktadır.

24 Kasım 2007 Öğretmenler Günü’nde, başta Milli Eğitim Bakanımız olmak üzere, öğretmen ve öğretmenlikle ilgili herkes bir şeyler söyleyecektir. Ama, öğretmen ve öğretmenliğin çağdaş bir değer olduğunu ve “Bilimsel Dünya Görüşünün” içinde yer alması gerektiğini belki de hiç kimse söylemeyecektir. Oysa; çağlara, yön ve biçim veren öğretmen ve bilimsel dünya görüşüdür.

Rönesans hareketi; insanlığın var oluşundan beri sürüp gelen, metafizik felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşüne karşı, eytişimsel özdekçiliğe dayalı “Bilimsel Dünya Görüşünü” yaratmıştır.

Öğretmen; eğitim ve öğretimin çağdaş, bilimsel yapısı gereği, bilimsel dünya görüşünün yanında yer almak zorundadır.

Öğretmen; bu ulusun sonsuza dek yaşamasını istiyorsa; emperyalist ülkelerin elinde tutsaklık zinciriyle bağlı kalmasını istemiyorsa, “akıl ve bilim yok, Tanrısal irade vardır.” körinancına karşı savaşım vererek, onun yerine deneysel bilim ve güzel sanatları içeren; aklın ve bilimin egemenliğini sağlamakla yükümlüdür.
Din, devlet yönetimi olmaktan çıkmış, bireylerin ibadeti olarak kalmıştır. Laik devlet biçiminin gereğidir bu.  

  • Körinanç, hurafe, tarikat ve mezheplerle beyin yıkamaya yönelik, “Metafizik Dünya Görüşüne” karşı; öğretmen, “Bilimsel Dünya Görüşünü” yaşama geçirmek için kahramanca savaşım vermekten kaçınmamalıdır.
  • Öğretmenlik mesleğinin gereği, öğretmenin içinde yer alması gereken dünya görüşü “Bilimsel Dünya Görüşüdür”, çünkü çağları değiştiren ve ona yön veren, bilim, güzel sanatlar ve öğretmendir.
  • Bilimle atbaşı giden öğretmen ve öğretmenliğin, “Bilimsel Dünya Görüşünün” içinde yer alması bir zorlama değil; doğal ve kendiliğinden oluşan bir olgudur. Öyleyse, öğretmen, “Çağdaş ve Bilimsel Eğitimin” yaratılışına yön veren bilimsel gelişmenin tarihini, bir pedagojik eğitim kadar, iyi bilmek zorundadır.
  • Çağdaş dünyada yürünmekte olan bilimsel yolun nasıl oluşturulduğunu bilmek, öğretmenin kişiliğini geliştirecek, ona güven sağlayacaktır.
  1. Metafizik (doğaötesi ve bilimdışı) felsefeye dayalı "düşsel ve dinsel dünya görüşü;
  2. Eytişimsel özdekçiliğe dayalı "bilimsel dünya görüşünün" oluşması:

Metafizik felsefeye dayalı dünya görüşünün doğuşu:

İnsanlığın var oluşundan itibaren varlığını sürdüren metafizik düşsel ve dinsel dünya görüşü, insanların, doğa olayları ile ilgili araştırmaları ilk önce bilimsellikle başlamış, ama deneysel bilim metodunu iyice bilmedikleri için, doğa olaylarının sırrını çözememişlerdir. İnsanlar, buna rağmen her şeyi ve doğa olaylarını hep merak etmişlerdir. Bu kez insan, doğal olaylara neden olan gizli bir güç vardır diye düşünmüş, O zaman karın, yağmurun, yıldırımın, şimşeğin, depremin, hastalıkların, ölümlerin ve tüm doğal olayların zararlarından korunmak için, gizli ve yüce bir güce el açıp yalvarıp, yakarmaya başlamışlar. Bu yalvarış ve yakarış hayal edilen yüce bir güce sığınmaya dönüşmüş.

İnsan, doğanın ortasında varlığını sürdürmek için hayal edilen veya hissedilen ve Evrende var olan her şeyin yaratıcısı yüce güç ve enerjiye yalvarıp sığınmakla din anlayışı ve metafizik felsefeye bağlı dinsel dünya görüşü doğmuş, yani doğaötesi, doğanın dışında, doğa ve madde ile ilgisi olmayan düşsel düşüncelerle algılayamadığımız Allah veya Tanrı yani yüce güç hissedilir olmuş. Böylece tek Tanrılı büyük dinlerin temelleri atılmış ve bu temeller üzerine metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşü yaratılmıştır. Bu oluşum ve gelişmeden sonra, insanlar, yaşamlarını, uygarlıklarını ve kültürlerini hep, metafizik düşsel ve dinsel dinsel dünya görüşüne göre düzenlemeye başlamışlardır.

Daha sonraları, bu dünya görüşü, tek Tanrılı dört büyük dinin Peygamberleri tarafından da en yüksek düzeye ulaştırılmıştır.

Bu gelişmeden daha önceleri insanlar hep birlikte kazanıp, birlikte tükettikleri sırada, yani ilkel kominal toplum düzeni içinde yaşarlarken, insanlar arasında ticaret olayının başlayıp kar düzeninin hayata geçmesiyle, zenginlik - fakirlik başlamış, bu gelişmenin doğal sonucu olarak iyilik - kötülük de başlamıştır. İnsanlar arasındaki geçimsizliğin durdurulup, sakin bir toplum hayatının sağlanması için Peygamberler devreye girmişler. Peygamberlerin araya girmesiyle, zenginlerin mutluluğunun ebedi değil; geçici olduğu anlatılarak, yoksul ve emekçi kesimin, ölüm ise, ölüm ötesi – öbür dünyada ebediyen (sonsuza dek) mutlu olacakları empoze edilerek yoksul kesimin öbür dünyadaki mutluluğa inanmaları sağlanmıştır. Ve böylece, ölüm korkusu da zihinlerden arınmış oluyordu...

Varsıl – yoksul arasındaki geçimsizlikve kavga önlenmiş olup, varsıl ve rahat kesimin, bu dünya yüzündeki mutluluğunun devamlılığı sağlanmıştır. Peygamberlerin bunca mücadelesinden sonra varsıl – yoksul arasındaki kavga ve kan son bulmuş toplumsal sükûnet (dinginlik, yatışma) sağlanmıştır.

Bu büyük gelişmeden sonra, “metafizik felsefeye dayalı düşsel ve dinsel dünya görüşü rayına oturmuş, insanları sürekli etkilemiştir.” Bu etkileyiş, Rönesans hareketiyle, hızını kesmiştir.

Varsıl – yoksul arasındaki ayrıcalık hiç adil ve doğru olmadığı halde, başta Hıristiyan dünyası olmak üzere, büyük dinlerin hemen hepsi, Allah’ı da bu adaletsizliğe ortak etmişlerdir. Böyle bir din anlayışı insani (hümanist) değerlerle asla ölçülemez ve bağdaştırılamaz. Büyük din devrimcisi, Martin Luther, Hıristiyanlığı yorumlayarak demiştir ki;

“Ekonomik ve sosyal eşitsizlik bir Tanrı düzenidir. Bu ilahi düzen olduğu gibi korunmalıdır.”

İslâm dininde de buna benzer bir görüş ve yorum egemendir. Şöyle ki: “Evren, dünya, doğa, insanlar ve tüm varlıklar hep hiyerarşik bir düzen içinde yaratılmışlardır.”

Yani her şey büyüklü – küçüklü, kademe - kademe yaratılmış olduklarından, insanların ruhsal ve fizik yapıları nasıl birbirlerine benzemiyorlarsa, insanların ekonomisi de hiyerarşik düzen içinde  kademe - kademe, büyüklü – küçüklü varsıl ve yoksul diye ikiye ayırarak yaratılmıştır.

“Ben niçin fakir yaratıldım da, bir başkası zengin yaratıldı.” diye “Allah’ın, insanların kaderlerini belirleyen emir ve buyruklarına karşı asi gelenlerin öbür dünyada tekrar tekrar yakılmak üzere gideceği yer cehennemdir.” diye insanlar susturulmuştur.

M.Ö. VIII. Yüzyıldan başlayıp, M.S. V. Yüzyıla kadar 1300 yıl devam eden Antikçağ Yunan Uygarlığının yeni yeni filizlendiğini görüyoruz.

Bu uygarlığın ayrıca özelliği, deneysel bilim ve güzel sanatlara yönelik oluşudur.

Bir yandan da Antikçağ Yunan Uygarlığına parellel olarak gelişip güçlenmeye başlayan tek Tanrılı büyük dinlerden Hıristiyanlık, hızla gelişirken, sanki, dine karşı, bilimsel gelişmeyi önceden farketmişçesine, Antikçağ Yunan Uygarlığının yaratacağı, “eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı bilimsel dünya görüşünün” önüne geçip dur diyecek, “metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşünü” ilkellikten kurtararak, daha anlamlı ve görkemli bir dinsel dünya görüşünü oluşturmanın hazırlığını yapıyor gibiydi. Hıristiyan dünyası bu hazırlığı yapadursun. Biz, Antikçağ Yunan Uygarlığını yaratanların etkinliğine bakalım.

Thales, Pisagor, Öklit, Arşimet gibi büyük matematikçi bilginler, matematik biliminin geometri ile ilgili yaratıcı  düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlamak için, ilk defa “bilimsel bilgi” için, deneysel metodu yaşama geçirmişler.

Diğer yandan Heraklit, (M.Ö. 344 – 475), tüm varlıklarda doğal olarak var olan devinim, değişim, iç çelişki ve  çatışmanın sonucu, evrenin, doğanın, toplumun ve düşüncenin oluşma yasasını oluşturan diyalektiği keşfetmiştir. Ona göre, diyalektik ve var oluş, evrenin temel yasasıdır. Dünyanın özü işte budur. Heraklit, evrenin en genel yasasını bütün şeylerin kalımsızlığında, durulmamışlığında ve her varlığın bu sürekli değişmesinde görmüştür. Her şey akar, her şey değişir ve hiçbir şey kalıcı değildir. Bu nedenle, “Aynı ırmağa iki kez giremeyiz.” Değişim, devinim ve çelişki dünyanın egemen ilkesidir.

Heraklit, Antikçağ Yunan Uygarlığının en parlak zekasıdır. Devim ve değişmenin doğasal ve insansal yapıda temel olduğunu ilkin o, görmüş, eytişimsel düşünceyi ilkin o gerçekleştirmiştir.

Metafizik dünya görüşü, her şeyi donmuş ve değişmez kabul eder. Oysa, diyalektik olarak kesin, mutlak hiçbir görüş, hiçbir fikir,  hiçbir inanç, hiçbir iktidar ebedi ve kutsal değildir. Bu diyalektiğin yasasıdır.

Diyalektik yasaya uymayan yalnız, dinsel inanç, körinanç ve hurafelerdir.

Güneş’in ateş parçasından olduştuğunu keşfeden Anaksagoras;

Atomcu teorinin kurucusu Demokritos;

Tıp biliminin kurucusu ve babası Hippokrat;

Sokrates, (İ.Ö. 468 – 400), “Bir şey biliyorsam, (o da), hiçbir şey bilmediğimdir.” sözüyle bilginin ve bilgilenmenin önemini vurgulayarak (bilgi sevgisi) kurucusu olmuştur.

Aklımızın, iyiye ermesi, bir bilgi işidir. Toplumsal ahlakın gelişip yükselmesi bilgilenmeye bağlıdır.

O’nun felsefesinde, (diyalektik materyalizme) kadar bütün felsefe sistemleri ve dünya görüşleri Sokrates’ten izler taşır. O, ahlakla ilgili görüşleriyle Ahlak Felsefesi’nin kurucusudur. Hatta, evrensel bir ahlak sisteminin oluşturulmasını düşündüğü de söylenmektedir.

Sokrates, “Tümevarım” (endüksiyon) yönteminin kurucusudur.

Sokrates, düşünmenin faydalarını göstererek insanlara düşünmeyi öğretmeye çalışmıştır. O, insanlaşmanın yolunun, bilgilenmekten geçtiğini ortaya koymuştur. Gençlerle diyalog kurarak, onların bilgilenmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden gençlerin dinsizleşmesine yol açtığı gerekçesiyle, dinsizlikle suçlanarak baldıran zehiriyle ölüm cezasına çarptırılan Sokrates;

- İlk sosyalist düşüncesiyle, Antikçağ Yunan Uygarlığının ilgisini çeken ve Metafizikçi görüşüyle, başta Hıristiyan dünyasını ve sonra da İslâm dünyasını derinden etkileyen Eflatun;

- Metafizik görüşüyle, dinsel inançlar doğrultusunda Hıristiyan ve İslâm dininin ilahıyatında çok derin etkiler yapmakla beraber, materyalist görüş ve düşünceleriyle doğa ve toplumsal alandaki ortaya koymuş olduğu bilimsel gerçeklerle bilim dünyasını etkileyen Aristotales ve diğer düşünür ve bilginler Antikçağ Yunan Uygarlığının yaratıcılarıdır.

Gittkçe gelişip güçlenen Antikçağ Yunan Uygarlığı Hıristiyan dünyasının dikkatini çekmeye başlamıştır. Bilim ve güzel sanatlara dayalı Antikçağ Yunan Uygarlığının dini inançları zayıflatıp sarsacağını düşünen kilise babaları, bilim ve güzel sanatların gelişmesini durdurmak için savaş başlatmışlardır.

Hıristiyan dünyasının gelişip güçlenmeye başladığı çağda, bilim düşmanlığı da başlamıştır. Bilimsel uygarlığın yayılmasını hemen önlemek amacıyla; Antikçağ bilim adamlarının, bilimsel çalışmalarının önünü kesmek için, M.S. 390 tarihinde İskenderiye’deki 700 bin ciltlik kütüphanenin, kilise babalarının kışkırtmasıyla halk tarafından yakılarak, bilimsel araştırmalar durdurulmuştur.

Kütüphanenin yakılışını gören Romalı büyük tarihci Flavius, bu  çılgına dönmüş kalabalığın arasından son bir defa geriye dönüp Museion’un (kütüphanenin) açık kapısından dışarıya savrulan dumanlara bakarak bağırır: “Hey Tanrılar! Merhamet edin! Yedi yüz bin ciltlik bilgi ve hikmete kıymayın! O bütün insanlığın malıdır, sizin değil!”

İskenderiye’deki kütüphanenin yakılışıyla ilgili olaydan 25 yıl sonra, M.S. 415’de de İskenderiyeli kadın matematikçi Hypatia’nın, matematik bilimiyle ilgili yeni bilimsel araştırmalarla, yeni buluşlarına son vermek için başpiskopos Kyril’in halkı kışkırtmasıyla, büyük matematikçi Hypatia parçalanarak öldürülmüştür. Bu bilim kahramanı matematikçi Hypatia ilk bilim şehitlerindendir.

Metafizik felsefeye bağlı “dinsel dünya görüşü, kendisinin doğru olduğunu deneyle kanıtlayamadığı için, bu görüşün tek sığınağı kavga ve kandır. Çünkü metafizik, fizik ötesi veya doğaötesi düşsel ve dinsel görüşlerin doğruluğu deneyle kanıtlanamaz.

İskenderiye’deki bu olaylardan sonra, artık bilimsel araştırmalar yapılamaz olmuş; Antikçağ Yunan Uygarlığı Rönesans hareketine kadar tam bin yıl yerinde saymıştır.

Metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşünün karşısına; materyalist felsefeye dayalı yeni bir bilimsel dünya görüşü oluşturmak üzereyken; Antikçağ Yunan Uygarlığı, Hıristiyan dünyası tarafından susturulmuş olup, “bilimsel dünya görüşüne” geçit verilmemiştir.

Aradan bin yıl geçtikten sonra; M.S. XV. yüzyılda hümanizmin etkisiyle başlayan ve Antikçağ Yunan Uygarlığına dayalı deneysel bilim ve güzel sanatlarla yeniden hayat bulmuş olan çağdaş dünyanın temeli ve güneşi Rönesans hareketi; yine Hıristiyanlığın bilim düşmanlığına takılmıştır. Bilim adamları ve bilim sempatizanlarına yönelen ölüm tehditleri, bu kez de engizisyon mahkemelerini devreye sokmuştur.

Rönesans hareketiyle bilimsel çalışma ve araştırmalar yeniden başlamıştı.

Bunu gören hırıstiyan dünyası ve kilise babaları, engizisyon mahkemeleriyle bilim üretenleri cezalandırarak deneysel bilime son vermeye çalışıyorlardı. Fakat bilim kahramanları öldürülmekten korkmuyorlardı; XVI. asırdan XIX. asra kadar dahiler döneminde birçok bilim patentleri ortaya konmuş, ölüm olayları bilim üretmeyi bir türlü durduramamaıştır.

Kilise babalarının emrinde çalışan engizisyon bilim adamına din düşmanı gözüyle bakıyordu. Engizisyon mahkemeleri 600 bin kişinin yaşam hakkına son vermiş, yalnız bunların 200 bin kişisi yakılarak öldürülmüştür.

Ortaçağ boyunca din düşmanı diye tam 3 milyon masum insanın yaşamına son verilmiştir. Fakat sonuçta bilim dünyası, başarıya ulaşmış ve metafizik düşsel felsefeye dayalı “dinsel dünya görüşüne” karşı; eytişimsel özdekçiliğe dayalı “bilimsel dünya görüşünü” yaratmıştır.

Batı dünyası, bilimsel başarının sonunda sosyal bir kabuk değiştirmiş, dinin baskısından kurtulmuş, laik ve demokratik düzen hayata geçmiş. Toplumsal yaşam bütün yönleriyle değişmiş her şey bilim ve güzel sanatlara göre biçimlenmiştir.

-       Rönesans hareketiyle: Aklın egemenliği, aklın yaratıcılığı ve aklın özgürlüğü sağlanmıştır.

-       Özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce sistemi oluşturularak insanlar, dinsel baskıların altından kurtulmuşlardır. Böylece aklın, inançtan; bilimin, dinden bağımsızlaşması sağlanmıştır.

İbadet ve inanç, bireylerin özgür ve hür iradesine bırakılarak, laik ve demokratik bir sistem gereği, dini konular, yasal ve toplumsal bir konu olmaktan çıkmıştır.

Rönesans hareketi, Leonardo da Vinci, Kopernik, Kepler, Galileo, Newton gibi bilim ve sanat adamlarıyla ilerici yazarların, bilim ve sanat sempatizanları insanların omuzlarında yükselmiştir.

Batı dünyasında, Rönesans hareketiyle “bilimle barışık, bilimsel akla sahip” görüş ve düşünceleri ve her şeyi bilimsel değerlere göre yorumlayıp değerlendiren çağdaş doğrultuda yeni bir toplum düzeni oluşturulmuş, eytişimsel özdekçiliğe dayalı “bilimsel dünya görüşüne” göre yeni bir devlet ve yeni bir toplum düzeni yaratılmıştır. Yani “Bilimsel Dünya Görüşünün” egemenliği sağlanmıştır.

Ortaçağ’daki Hıristiyanlığın bilim düşmanlığı, şimdi olmuş, çağımızda bile, islam dünyasında halâ yaşanmaktadır. Fakat, Ortaçağ Arap – İslam uygarlığının kuruluşundan beri, İslam dünyasında, deneysel bilim, üretmek için çalışmalar yapılmadığı ve bilimsel bilgi (deyensel bilgi) dışlandığı için, Hıristiyan dünyasında olduğu gibi, din uğruna, toplu katliamlar yaşanmamıştır.

Eş’ari (873-936) ve Gazali’nin (1058-1111), deneysel bilim ve güzel sanatları, “insanları yok yere meşgul eden bir safsatadır.” diye dışlamışlardır. “Akıl yok, tanrısal irade vardır.” diyerek, asıl bilimin Kuran’da olduğuna dair yorumlar yapmışlardır.

Eş’ari ve Gazali’nin, bilimi dışlayıcı yorumları, İslam dünyasında, bilimsel bilgi üretmeyi durdurmuştur. Bu yüzden İslam dünyası, yaklaşık 800 yıldan beri “beyin verimsizi” bir toplum manzarası ortaya koymuştur. Aklın ve bilimin egemenliği yerine; körinanç, hurafe, tarikat ve mezhep ayrılıklarının hüküm sürdüğü bir din anlayışının egemenliği sağlanmıştır...

Ortadoğu’da, İslâm dünyası, emperyalist devletlerin baskısı altında, bilimi dışlamanın ve bilim düşmanlığının neden olduğu tutsaklık zincirinin bağımlılığı altında yaşamaya mecbur edilmişlerdir.

-         Arap ulusculuğu tarafından, İslâm dininin evrensel niteliği yok edilmiş, onun yerine, Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının ideolojisine bağlı, körinanç, hurafe, tarikat, ve mezhep ayrılıklarını içeren, bilimi ve güzel sanatları dışlayan ve İlmi-ilâhi olarak Allah tarafından bir buyruk gibi indirildiği sanılan, egoizme dayalı Arap Ulusculuğu; tüm İslâm dünyasında hâlâ egemenliğini sürdürmektedir.

-         Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının ideolojisi, Osmanlıları da etkisi altına almıştır.

a)      Arap-İslâm ideolojisine dayalı ve İlmi-ilâhi olarak Allah tarafından bir buyruk gibi indirildiği kabul ve iddia edilen ve tüm İslâm dünyasına inanç olarak kabul ettirilen Arap Ulusculuğunun egoizme yönelik ilkeleri Osmanlılara da kabul ettirilmiştir.

b)      Osmanlılar’ın toplum yapısı ve eğitim-öğretimi, Arap Ulusculuğunun ilkelerine göre biçimlenmiştir. Eğitim-öğretim ve her şey; Arap Ulusculuğunun ilkelerine dayalı, Arap halkının inanç ve gelenekleriyle bütünleşmiş “dinsel eğitimin güdümüne” alınmıştır.

c)       Bu anlayış; gün geldi, Atatürk’ün kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletini de etkilemekte gecikmedi. (Yani 1950 – 1980 laiklik karşıtı devrimle laiklik başta olmak üzere her şey, yüz seksen derece geriye dönerek Osmanlılaşmış ve Araplaşmıştır.)

Büyük Atatürk, bize özgü bir kültür, bize özgü bir uygarlık yaratmak istiyordu. Yeni kurulan Türkiye Cunhuriyeti Devletinin bize özgü kültür ve uygarlık yaratma düşüncesi, 1950 laiklik karşıtı devrimle son bulmuştur. Şimdi ülkemizde, metafizik felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşü egemendir.

  II - Atatürk, Ulusal Eğitimi Yaratan Büyük Bir Pedagog (Eğitimci) ’tur

Büyük önder Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devlet yapısını oluştururken, toplum yapısının bilimle barışık ve bilim üreten bir toplum olmasını istiyordu. Bunun için de, deney ve gözlem metoduna dayalıbilimsel bilgi esasına dayanan eğitimden yanaydı. Osmanlı’dan kalan “dinsel dünya görüşüne” bağımlı ezberci eğtimin geleceğinin artık sona erdiğini kesin olarak biliyordu. Çağdaş dünyada, bu eğitimin yeri yoktu.

Osmanlı ezberci eğitim sistemi, “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmış olup, din ile eğitim bütünleştirilmiştir. Eğitimi dinden; dini eğitimden ayrı düşünmek Osmanlı dönemimin eğitim sistemini inkar etmek demektir. Ortaçağ İslâm Uygarlığı, bu eğitim sisteminin üzerine inşa edilmiştir.

Atatürk, bu durumda, çağdaş eğitim düzeyinin ilk önce köyden, mahalleden ve halktan başlamasının diyalektiğine inanmıştır.

Osmanlılar’dan kalma eğitim sistemi, İstanbul başta olmak üzere, diğer büyük kentlerin hemen hepsinde köhneleşmiş Ortaçağ İslâm Uygarlığı eğitim sistemi egemendi. Bu nedenle, bu eğitimin üzerine çağdaş eğitim düzenini kabul ettirmek ve yeni sistemi uygulamak çağdaşlık yolunda çok zaman alabilir, hatta kentler yaşamı, dinsel medeniyet tipi ile bütünleşip kemikleşmiş olduğu için, bu özellik, çağdaş dünyaya giden yolda takoz olabilirdi. Onun için çağdaş uygarlık düzeninin hayata geçmesine köyden, mahalleden ve halktan başlamak en gerçekçi ve bilimsel bir zorunluluktur.

Atatürk, Türk halkının içinde yaşadığı problemleri çözüme ulaştıracak, bilimsel esaslara dayanan yepyeni bir eğitim düzeni ortaya koymuştu.

O, Ortaçağ kokuşmuşluğundan uzak aydınlık, ilerici ve çağdaş bir toplum düzeni kurmayı planlamıştır.

Bu nedenle Atatürk, Türk eğitim sisteminin, deney ve gözlem metoduna dayalı bilimsel bilgi ve güzel sanatları içeren eğitim sisteminin aynı zamanda laik ve demokratik değerlerle taçlandırılmasının gereğine inanmıştır. Çağdaşlığı yakalamak, ancak hür düşünce ve bu eğitim sistemiyle mümkün olabilirdi. Çünkü, laiklik hür düşüncenin kaynağıdır.

Çağdaş dünya düzeninde yer almamızın yolu, güzel sanatlarda ve bilimde evrensel kültüre (yani bilim dünyasının kültürüne) ulusca katkıda bulunabilmemiz, ulusumuzun toplumsal özelliklerine göre yaratılmış özel pedagojik metoda dayalı eğitim sistemiyle olanaklıdır. Bunun için de milli kültürümüzün yeniden yaratılmasıyla birlikte, dilimizin bilim üretecek biçimde arılaştırılarak bilim dili haline dönüştürülmesi ulusal çıkarlarımızın gereğidir.

Eğitim ve öğretimde bize özgü dil; bize özgü araç ve metodların yaratılması ulusumuzun çağdaşlaşması için bilimsel bir gerçektir. Büyük önder Atatürk, bunları düşünüp ortaya koymakla; gerçekten “ulusal eğitimi” yaratan büyük bir pedagog olduğunu, tüm dünyaya kanıtlamıştır.

Atatürk, ayrıca ulusal özellikleri olmayan Ortaçağ zihniyetinden kalma köhneleşmiş bir eğitimden geçirilmek istenen gençlerimizin paslandırıcı, uyuşturucu ve hayali bilgilerle doldurulmasınınn önüne geçilmesini çağdaş eğitimin bir gereği olarak görüyordu. Atatürk; “bilimsel bilginin” (deneysel bilginin) kaynağını oluşturan, deney ve gözlem metodunu dışlayan Ortaçağ eğitim sisteminin yerine, felsefe, bilim üretecek yeteneklerin geliştirilmesini, çağdaşlık olarak değerlendiriyor, gençlerimizin bayındırlık ve düşünce özgürlüğü bakımından da gelişmesini sağlayacak doğru düşünebilen insanlarımızın oluşmasını ve bilimle barışık bir toplum yaratılmasını öngörüyordu.

Atatürk, çağdaş eğitim sisteminin ve çağdaş pedagojinin öngördüğü;

  • düşünsel eğitimin,
  • eleştirel düşüncenin,
  • deneysel ruhbilimin eğitimdeki yerini sezen ve bilen, bilimsel çağdaş eğitimin nasıl ve niçin uygulanacağını aydınlatan ve bize eğitimde doğru yolu gösteren olağanüstü bir pedagog ve büyük bir eğitimcidir.

Atatürk’ün ortaya koyduğu, Türk toplumuna özgü özel bir pedagojik metotla (yöntemle) modern Türk eğitim sisteminin çerçevesi çizilmiştir. Örneğin Köy Enstitüleri uygulaması, Atatürk’ün yarattığı özel pedagojik metotla oluşmuştur.   

Atatürk, bize özgü yaratmış olduğu pedagojik metodla, hemen her konuda bir daha olduğu gibi, eğitim-öğretimde de deha düzeyinde bir kişilik ortaya koymuştur.

Osmanlı döneminde, öncü ve yönetici lider değer (din) iken;

Atatürk döneminde, eğitim ve öğretimde öncü ve yönetici lider değer “bilim ve teknik” olmuştur.

Atatürk döneminde, eğitim-öğretimde;

Aklın egemenliği;

Aklın özgürlüğü ve

Aklın yaratıcılığı sağlanmıştır.

Atatürk, toplumun doğru düşünme alışkanlığının gereğini vurgularken;

“Bireyleri doğru düşünür olmadıkça, toplumları istenen yönlere, şunun bunun aklına ve çıkarlarına göre, iyi ya da kötü yönlere sürüklemek kolaydır.” diyordu.

Atatürk bu sözleriyle; toplumu art niyetli iç ve dış politikaların tahrip edici etkinliklerinden korumak için bilimsel eğitimin kesin yaşama geçirilmesinin lüzumuna (önemine) işaret ediyordu.

Atatürk’ün, anladığı eğitim, insanlarımızın hurafe ve körinançtan arındırılması, düşünüşün, Ortaçağ İslâm Uygarlıgının kaynağı metafizige dayalı dinsel inançlara değil, deney ve gözlem metoduna dayalı bilimsel bilgiye ve fenne dayandırılması ve ulusal gerçeklere uymasıdır. Kısaca, düşüncenin bilime, laik ve demokretik hür düşünce sistemine dayandırılması çağdaş olmanın gereğidir.

Bilimsel eğitimin amacı, insanı; bilimle barışık, bilimsel akla sahip ve doğru düşünebilen doğrultuda eğitmekle birlikte, insanı bilim üretmeye yönlendirmektir. Çünkü, artık çağdaş medeniyetler bilimle yaratılmaktadır.

Atatürk diyor ki;

“Ulusumuzun siyasal, sosyal hayatında, ulusumuzun fizik eğitiminde kılavuzumuz daima bilim ve teknik olacaktır. Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek uyarıcı bilim ve fendir. Bilim ve fennin dışında bir uyarıcı aramak dünyadan habersiz olmaktır, bilgisizliktir, sapıklıktır. İlim ve fennin yaşadığımız her gün nasıl olgunlaşıp geliştiğini kavramak ve ilerlemeleri gözden kaçırmamak gereklidir.” İleride bu konu, “Atatürk bilim ve eğitim” konularında, tekrar daha geniş olarak ele alınacaktır.

Atatürk, Türk toplumunun, yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğmasını sağlayacak ilkeleri, eğitimde deneysel metot ve bilimsel bilginin önemini, işaret ederek bize en doğru ve akılcı yolu göstermiştir. O, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” özdeyişiyle bilimin hayattaki önemini en çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.

Atatürk, içinde yaşadığımız “tefsir metoduna dayalı medeniyetin yerine, deneysel metoda ve bilime dayalı çağdaş uygarlığın içinde yer almamızın önemini bütün açıklığı ile belirttiği halde, şimdiye kadar iktidar olanların, Atatürk’ün işaret ettiği konular üzerinde önemle durdukları söylenemez.

Atatürk, tefsir metoduna dayalı, Ortaçağ Doğu Arap-İslâm Uygarlığının köhneleştiğini ve bu uygarlık biçimiyle; gelişen çağdaş dünyaya ayak uydurmanın artık mümkün olamayacağını bütün örnekleriyle göstermiştir.

Atatürk, bu konuda şöyle diyor: “Milleti uzun asırlardan beri gaflette bırakan esbabı mütenevvia arasında hakiki noktayı, bir kelimeyle ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletimizin sebebi kat’isi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan oluşan toplumlar, her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar.  Zihniyeti zayıf, çürük, sakim, sehif olan bir heyeti iştimaiyenin mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslâm aleminin cemiyeti içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hakim sürdüğü içindir ki, şarktan garba kadar İslâm memleketleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine geçmiştir. Bu zincirleri kırmanın yolu, düşünce özgürlüğüdür.”

Atatürk’ün özgür düşünce ile ilgili görüşlerini, Prof. Dr. Bedia Akarsu kendi yorumuyla şöyle dile getiriyor: “Ulusun kendi alınyazısını çizebilmesi ileri bir toplum olabilmesi için kişisel ve toplumsal özgürlüğün ilk koşul olduğuna öylesine inanır ki, Atatürk, bu özgürlükten doğabilecek sakıncaların bile yine özgürlükle ortadan kaldırılabileceğini savunur.”

Atatürk’ün “zihniyet değişikliği” diye üzerinde durduğu sorun, dünya görüşüdür. Atatürk, Türk toplumunun çağdaşlaşması için, metafizik “dinsel dünya görüşünün” yerine; bilimsel dünya görüşünün hayata geçmesini zorunlu görüyordu.

O günden bugüne değin bir hayli zaman geçtiği halde, dünya görüşümüzde tüm toplumu saran çağdaş bir zihniyet değişikliğine gidildiği söylenemez. Yalnız, Atatürk’ün söylediklerinin bilimselliğine inanan ve bilinçli bir kesimin varlığı da inkar edilemez.

İslâm dünyasının bilimle barışık, bilimsel akla sahip ve doğru düşünebilen bir özelliği bulunmadığından, emperyalist güçlerin elinde devamlı tutsak olarak tutuldukları zinciri kırıp kurtulmakta çok geç kalmışlardır.

Atatürk, aynı zamanda büyük bir pedagogtur. Geri kalmış toplumlara biçim vermek için yaratılmış. O’nun bilimsel ve eğitimsel görüşlerine göre; bir toplumun tutsaklıktan kurtulabilmesi için, deney, gözlem, araştırma, eleştiri ve düşünce özgürlüğü ile; bilimsel bilgiye (deneysel bilgiye) dayanan ulusal eğitimden geçmesi zorunludur. Bu görüş, hayata geçmedikçe ulusların tutsaklıktan kurtulma olanağı yoktur. Çünkü bilim üretmeye egemen olan güçler, bilim üretemeyen ulus ve toplumlara da egemen olurlar. Bu görüşün dışında, bilime güzel sanatlara eğilmeyen ulus ve toplumların, tarihte, hiçbir zaman tutsaklıktan kurtuldukları görülmemiştir.

Atatürk, bir ulusun kurtuluşunu, çağdaşlığa yükselişini; düşünce özgürlüğünde, bilimsel ve sanatsal eğitimde, bilimde ve bilimsel dünya görüşüyle ilgili zihniyet değişikliğinde görüyor.

Atatürk, İlim ve güzel sanatların önemini şöyle açıklıyor:

“... Ulus, ilim ve fennin, sanatın her bölümünde ilerlemeye ve yeniliğe açık olacaktır...”

“... Bir millet ki, resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz, bir millet ki fennin icabettirdiği şeyleri yapamaz; itiraf etmeli ki, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur... Halbuki bizim milletimiz hakkı özelliğiyle uygar ve ileri olmaya layıktır ve layık olacaktır...”

Leonardo Da Vinci resim sanatı için şunları söylüyor:

“...Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen doğayı da sevmemiş, küçümsemiş olur. Resim sanatını küçümseyen kişiye derim ki, duygusuz, ruhsuz o sıradan bir yaratıktır.

Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen, felsefeyle atbaşı giden bir bilim olayının bütün ince yorumlarına, duyuşlarına yaratıcı düşünüşün derinliklerine göz yummuş olur...”

Yeryüzünde Türk toplumu ve Türk devleti olarak var olmanın yolu, eğitimimizin çağdaş doğrultudaki bilimsel niteliğine bağlıdır.

Ünlü eğitimci ve sosyolog Herbert Georges Welles ((1866 – 1946) Londra) şöyle diyor:

“Uygarlık, eğitim ile; büyük bir felaket arasındaki yarıştır...”

Bu vurgulama ve özdeyişe göre, eğer eğitim sistemi güzel sanatları, bilimsel bilgiyi, bilim için deneysel metodu ve bilimsel eğitimi içermiyorsa uygarlık yolundaki yarışta mücadele kaybeder, felaket kazanır.

Bilimsel ve sanatsal çağdaş eğitimin özelliği, değişen dünyaya ve değişen çağlara uymayı sağlar. Çağın gerisinde kaldığımız takdirde, “tutsaklık” kapımızı çalmaya başlar.

Atatürk, bu konuda şöyle diyor:

“Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet boşunadır. O gafil itaatsizler hakkında çok amansız davranır...”

Orhan Çaplı, eğitimle ilgili şunları söylüyor:

“...Bir toplumda eüitim kuruluşları ve eğitim politikası, her türlü kişisel çıkarların, politik görüş ayrılıklarının üstünde tutulmalıdır...”

“...Bir ulusun huzuru, mutluluğu, geleceğinin ne olacaği, nasıl olacağı, o ulusun çocuklarına karşı takınacağı tavırla ve çocuklarının, gençlerinin yetiştirilmesine eğitimlerine verdiği önemin derecesiyle yakından ilgilidir...”

Bilimsel eğitimin amacı: Topluma yararlı, toplumsal sorumluluklarını kavramış, yaratıcı gücü gelişmiş, canlıyı, doğayı seven, koruyan, güzeli doğruyu arayan ve az gelişmişlik ayıbından utanan insanları yetiştirmektir. (Yani ulusal bilinç ve toplumsal sorumluluk duygusunun kazandırılmasıdır.)

Çağdaş olmayan eğitim nedir?

Eğitim, bir toplumda bir bireyin, bir toplumsal kümenin, güçlülerin yani egemen sınıfların politik ve ekonomik çıkarları için kullanılıyorsa; düşünsel, bilimsel, deneysel ve sanatsal özelliklerden yoksun ve eğitim-öğretim salt ezberciliğe dayanıyorsa; eğitim, gericiliği ve şovenizmi (yani ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan aşırı ulusculuk akımını) sürekli empoze ediyorsa; eğitim, halkı sömürmek üzere para babalarına pazar meta-ı olarak satışa çıkarılıyorsa; hümanist duygu ve anlayış yerine egoizmi telkin ediyorsa; insansal duygular yerine, içgüdüsel duygu ve dürtüleri geliştirip güçlendirmeye çalışıyorsa; bu eğitim sistemi çağdaş değildir.

Çağdaş eğitim bütün dünyada uygulanıyor da olsa, eğer uluslar arasında hâlâ anlaşmazlıklar ve savaşlar sürüyorsa, çağdaş eğitimin işleyişinde önemli bir aksaklık var demektir. O da eğitimin, hümanist felsefe ve duyguyla bütünleşmediğinden kaynaklanmaktadır. Halbuki Rönesans hareketinin amaçlarından birisi ve en önemlisi de hümanizmin tüm insanlığı kucaklaması idi. Savaşların ve anlaşmazlıkların devam ettiği bir ortamda, hümanizmin tüm insanları kucakladığı söylenemez.

Toplumların içindeki güçlü ve egemen sınıfların politik ve ekonomik çıkarları hemen her şeyin üstünde tutuluyor demektir.

Bu da şunu gösteriyor; çağdaş eğitim hâlâ ilkel ezberci şovenist eğitimin kalıntılarından tamamıyla arındırılamamıştır. Savaşlara ve emperyalizme son vermek için, tüm dünya uluslarını içine alan evrensel boyutta bir eğitimin hayata geçmesini oluşturmaktır. Büyük Atatürk’ün dünya insanlığına önerdiği eğitim sistemi evrensel eğitim sistemidir.

Atatürk, büyük bir devlet adamı ve aynı zamanda büyük bir pedagog olduğu için eğitim-öğretimde, dünya görüşü olarak, “Bilimsel Dünya Görüşü’nü” seçmiştir.

O’nun kurduğu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” deneysel metoda dayalı “bilimsel bilgi” ve “güzel sanatlarla” ilgili sanatsal değerler üzerine kurulmuştur.

Atatürk’ün bu görüşü ulus olarak sonsuza dek var olmanın ve dünyaya sesini duyurmanın bilimsel yoludur.

Yoksa, “bilimsel dünya görüşünü” çağdaş dünyayı yaratan bir metod olarak seçenlerin karşısında yok olup gitmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan hiçbir zaman kurtulamayız.

Atatürk, Cunhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Cumhuriyet yönetimine en uygun eğitim-öğretim biçiminin “bilimsel dünya görüşü’nün” güdümündeki deneysel bilim ve güzel sanatlara yönelik eğitimin çağdaş dünyaya ulaşmanın en doğru yol olduğunu görmüş ve bu bilimsel eğitimi uygulamaya koymuştur.

Atatürk’ün amacı; bilimle barışık, bilimsel akla sahip, hür düşünce ve görüşü bilimsel değerlere göre değerlendiren ve doğru düşünebilen; metafizik ve düşselliğe dayalı körinanç, hurafe, tarikat, mezhep ayrılıklarıyla abartılmış bir din anlayışından uzak, evrensel İslâma saygı duyan bir Türk toplumu oluşturmaktı.

Fakat, yaklaşık bir asra yakın bir zamanın geçtiği halde 1950 – 1980 laiklik karşıtı gerici devrim yüzünden Atatürk’ün belirlediği amaca ulaşmış bir Türk toplumu oluşturulamamıştır.

Atatürk, “bilimsel bilgi” yani deneysel bilim doğrultusunda, evrensel kültüre katkıda bulunabilen bir Türk toplumu hayal ediyordu. Ne yazık ki, 1950 – 1980 laiklik karşıtı gerici devrim olaylarıyla; deneysel bilim ve güzel sanatları içeren bilimsel ve sanatsal eğitimden yoksun kalışımız nedeniyle, gerçekten laik, dmokratik ve bilim üreten bir toplum olma fırsatı kaçırılmıştır.

Bir Fransız sosyologu ve yazarı şöyle diyor: 1950’den beri, başta Türk toplumu olmak üzere, politikacılar ve devlet adamları, Atatürk’ün, göstermiş olduğu, bilimsel dünya görüşüne dayalı, bilimsel ve sanatsal değerlere sahip çıkmasını bilselerdi, bugün Türk toplumu ve Türk devleti Japonya’nın da üstünde süper bir devlet olurdu. Bu bir kehanet değildir, bilim ve güzel sanatlara sahip çıkabilen her toplum, süper bir devlet ve toplum olma başarısını göstermiştir.

Bunun en açık örneğini Japonlar vermiştir. 1868’lerde bilime ve güzel sanatlara sahip çıkmakla, Uzakdoğu’da sömürü avına çıkmış bulunan emperyalist devletlerin sömürü kuşatmasından kurtulabilmişlerdir.

Japonların özdeyişine göre: “Bilim ve güzel sanatları içermeyen hiçbir politika milliyetçi olamaz."

Atatürk’ün, eğitim politikasının üzerine kurulan Köy Enstitüleri ile ilgili olarak, bir Fransız eğitimci Prof. Şöyle diyor: Türk toplumunun, toplumsal yapısına özgü, özel bir pedagojik metot üzerine kurulmuş bulunan Köy Enstitüleri gibi çağdaş bir eğitim kuruluşundan dolayı, Türkleri kutlarım. Fakat, on yıl gibi kısa bir süre sonra da kapatılışından dolayı üzgünüm. Böyle olağanüstü bir eğitim sisteminin, dünya eğitim sistemine pedagojik katkısı, Türk toplumu için gurur verici bir olaydır. Türkiye’de böyle bir eğitim sistemine son verilmesi, dünya eğitimi için acı bir kayıptır.


 

Bilgi: Bu yazının son iki bölümünü okumak için aşağıdaki bağlantıya bir kez tıklayınız:

Öğretmenler Günü III, IV


 




0 Yorum - Yorum Yaz

SANAT, FELSEFE VE BİLİM YAZILARI

Musa Kâzım Yalım

Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitülü Musa Kâzım Yalım`ın 11 Aralık 2005´te Cumhuriyet Gazetesi`nde yayınlanan "Güzel Sanatlar İlgi Bekliyor" adlı yazısı...Sanat değeri yüksek bu yazıyı sitemize bahşeden Köy Enstitülü sayın Musa Kâzım Yalım`a teşekkür ederiz! kosektas.net


Güzel Sanatlar İlgi Bekliyor

Anlaşılan o ki, Türkiye'de, güzel sanatlarla ilgili değerlerin değeri, hâlâ kavranamamış durumda. Oysa Rönesans hareketi, resim sanatıyla başlamıştır. Resim sanatıyla doğaya ve onun bir parçası olan insana dönülmüştür. Bundan sonra da doğayı ve insanı araştırıp incelemeyle deneysel metoda geçilmiştir. Bilimin ve tıp biliminin, hızla gelişmesi ve bugüne ulaşması sağlanmıştır. Güzel sanatlar ve bilim, demokrasi ve hoşgörünün kaynağıdır. Güzel sanatların ve bilimin önemsenmediği toplumlarda demokrasi de olamaz. Çağdaş dünyada, demokrasiyi tam anlamıyla uygulayan toplumlar, güzel sanatlara ve deneysel metoda dayalı bilimsel bilgiye borçludur. Güzel sanatlara ve bilime dayandırılmayan demokrasi, göstermelik ve aldatıcıdır. Güzel sanatlar, bilimin, yaratıcılığın ve hümanizmin anasıdır. Güzel sanatlar, insansal duyguların dostu, içgüdüsel duyguların da düşmanıdır. İnsanı insanlaştıran güzel sanatlar ve bilimdir. İnsan hayatta ne kadar bilgilenmiş ve ne kadar güzel sanatlarla ilgilenmişse, o oranda insani değerlere ulaşmıştır. Güzel sanatlar ve resim sanatıyla ilgili olarak, dünya çapındaki büyüklerin görüşleri, güzel sanatlara ve özellikle de resim sanatına çok büyük önem vermemizi zorunlu kılıyor

Büyük sanatçı Leonardo da Vinci, eşi ve benzeri bugüne kadar daha dünyaya gelmemiş, Tanrı tarafından çok yönlü ve ayrıcalıklarla yaratılmış tek insandır. Yüce Tanrı, dünyada hiçbir öke (dâhi) için bu kadar cömert davranmamıştır.

Atatürk 'ün, resim sanatı ve güzel sanatlarla ilgili görüşleri, çağdaş Türk sanatına ve sanatçısına ışık tutacak ve sanatta gidilecek yolu gösteren köklü bir devrim niteliğindedir. Yazar İhsan Akay , Atatürk ile ilgili ''Atatürkçülüğün İlkeleri'' adlı yapıtının 166. ve 167. sayfalarında şöyle diyor:

''...Atatürk'ün, yaşamayı sever, iyimser bir insan olduğunu gördük... Yeryüzüne tutkun bir adam, resim sanatına sırt çeviremezdi. Devrim ateşi içinde resim ve heykel sanatına da ilgi duydu ve izlenmesi gereken yönleri gösterdi. Yeni Türk resmi, İslam geleneğinden uzaklaşıp Batı tarzı ile yoğrulacak, Türk'e özgü olanı renk ve çizgi halinde verme çabası güdecekti...

Yurt gerçeklerinin çizgi ve renkle de bir an önce anlatılmasının özlemini çekiyordu Atatürk. Kendi toplumsal yaşayışını Batı'daki gibi tabloya ve heykele, din geleneği yüzünden aktaramamış olan ülkemiz, Batı'ya yöneliş çağında gerçekleştirmek zorundaydı bu özlemi. Soyut sanat ve başka etkenler biraz köstekledi bu gidişi. Ama bilelim ki zamanı geldiğinde, sanatta da Atatürk'ün çizmiş olduğu yola dönülecektir.''

1 Kasım 1936'da BMM'nin açılış söylevinde yine güzel sanatlar konusuna değinir Atamız: ''Güzel sanatların her şubesi için, kamutayın göstereceği ilgi ve emek, ulusun insanlık ve uygarlık hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok etkilidir. Bir ulus sanattan ve sanatçıdan yoksunsa tam bir hayata sahip olamaz. Sanatçı, toplumda uzun çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır.''

Atatürk ile Leonardo da Vinci'nin güzel sanatlar ve bilimle ilgili değerlendirmeleri, büyük ve tam bir benzerlikle örtüşmektedir.

Musa Kâzım YALIM
Eğitimci

Cumhuriyet-11.12.2005 Günü 2. Sayfa - Cumhuriyet Gazetesi Arşivi





0 Yorum - Yorum Yaz
Teyyareler Köye İndi


Hüseyin Seyfi

Unutulmaya yüz tutmuş konuları, berrak bir dille yazıya yansıtarak, Internet ortamında manşetleştiren öğretmen Hüseyin Seyfi'ye çok teşekkür ederiz!
kosektas.net

Köyde kiremitli derme çatma üç binadan biri okul, biri sağlık- ebe evi, buna, köylü ‘ebe damı’ diyordu. Diğer kiremitli ev ise askerlik görevini yaparken gözlerini kaybeden Omar Emmi’ye devlet tarafından yaptırılmıştı. Bunlara bir de çinko kubbeli camiyi sayarsak biraz modern görünümlü dört bina. Bu modern görünümlü dört binadan dolayı köye iki uçak indiğine tanık olmuştuk.

Islak bir mart ayında dört kızdan sonra Doyduk Teyze’nin üçüz doğurduğu seneydi. Mahallede yedi sekiz yaşlarında birkaç çocuk bebekleri merak edip, Doyduk Teyze’nin evine bebekleri görmeye gitmiştik.

Bebeklere sevgi ile bakarken dışarda şiddetli bir gürültü işittik. Ara sıra köye gelen motorlu araçların gürültüsüne koşan biz çocuklar, bebekleri beşiklerinde bırakıp dışarı fırladık. Toprak evlerin tepeleri bir anda insanlarla dolmuştu. Gökyüzünde iki uçak alçaktan uçuyor köy üzerinde sanki şov yapıyordu.

İnsanlar uçaklara el sallıyor, şapkası olan yetişkin erkekler şapkalarını ellerine almışlar uçakları selamlıyorlardı. Bir iki kişi de bayrak gösteriyordu. Uçaklar gökyüzünde üç beş kilometre kadar uzaklaşıyor, tam ayrılacaklar sanıldığı anda geri dönüyorlar alçaktan köy üzerinde uçuyorlardı. Sonunda bu kadar kalabalığın merakını ve selamlayışını kıramadı uçaklar ve arka arkaya iki kuş gibi harman yerine indiler. O zamana kadar değil uçak, doğru dürüst makinalı araç bile görememiş çocuklar ve köylüler karşıya, harman yerine hücum ettiler. Uçaktan birer pilot inerek köylüleri, köylüler de onları karşıladı.

Çok geçmeden uçakların iniş nedenleri anlaşılmıştı. Köyü Hacıbektaş sanmışlar geçerken Hacıbektaş Veli Türbesini ziyaret etmek istemişlerdi. Ebe evinin iki bayrağı sağlık ocağı, caminin minaresiz kubbesi Hacıbektaş Veli Türbesi görüntüsü vermiş pilotlar köye inmişlerdi. Taşıt olarak sadece at arabalarının kullanıldığı bir zamanda, tüm köylü ilk ve son kez köye inen tayyare görmüşlerdi.

Hüseyin Seyfi


Gerçekte bu bahçe eteğinde çiçeği olan herkese açıktır. Çiçeği bu bahçeye dikmek için; çiçeğin sağlam, sağlıklı ve kaliteli olması, çiçeğin güzel kokması gerekmektedir.

Hem bir bütün olarak hepimizin, hem de ayrı ayrı her birimizin olan bu bahçeyi çiçeklerinizden mahrum bırakmayın! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası