Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam145
Toplam Ziyaret711200
Muhtarlık Destek Grubu
Gruba Katılım Talebi

Gruba katılmak için aşağıdaki bu sembole  tıklayabilir veya aşağıdaki QR kodunu telefonunuzun kamerasına okutabilirsiniz.

Resime TıklayınızKameranıza Okutunuz

Richtlinien für die Nutzung des WhatsApp Logos und ...

Köyümüzün görsel olarak daha da güzelleştirilmesi, köyümüzdeki mevcut mekanların bulundukları durumdan kurtarılarak çağdaş bir görünüme kavuşturulması, mevcut sorunların çözülmesi ve daha birçok konuda, duyarlı köylülerimiz tarafından fikir tartışmaları yürütülmekte.

Muhtarlığın sahip olduğu cüzi bütçeyle bunların üstesinden tek başına gelmesi mümkün olmayacağından, 31 Mart’ta yapılan yerel seçimin hemen ardından, yeni seçilen köyümüz muhtarı ile ekibine somut destek sağlamak amacıyla, bir WhatsApp Grubu oluşturduk. 
Muhtarın ve ekibinin bilgisi dahilinde oluşturduğumuz ve “Muhtarlık Destek Grubu” adını verdiğimiz bu grubun tek bir amacı var, o da, köyümüze ait demirbaş ve değerlerin korunmasına ve yapılacak tüm faaliyetlere düzenli bir şekilde destek sağlamak! Muhtarlık Destek Grubu, tamamen gönüllü katılım esasına dayalı bir gruptur, ticari hiçbir amacı yoktur!

Başlangıçta samimiyetlerine inandığımız, gönüllü köylülerimizle oluşturduğumuz bu gruba, sunacağı öneri ve somut katkılarla, köyümüzdeki değişim sonrası oluşmuş olan coşku ve hevesi güçlendirmek isteyen, Köşektaş sevdalısı herkes katılabilir.

Gruba üyelik, etkin katılım ve somut katkı gerektirir: Gruba katılacak herkes, gerek imece usulü yapılacak çalışmalara bizzat katılarak, gerek maddi destek sağlayarak, bu sorumluluğu yerine getirebilir!

İşte gerçekleştirilmelerini isteğimiz faaliyetlerden bazıları:
 
♦ Köyümüz ve çevresini çöp illetinden kurtaracak, mutfak atığı dışındaki atıkların belirlenmiş bir yerde ayrıştırılarak toplanmalarını sağlamak amacıyla caydırıcı ve teşvik edici metodların geliştirilmesi, köyümüz insanının çevreye karşı olan duyarlılığını artıracak bilgilendirici ve ödüllendirici çalışmaların yapılması.

♦ Çağdaş donanımlı; oturma ve hoş vakit geçirme mekanlarının oluşturulması. 

♦ Toplantı, eğlence ve bilgilendirme anlarının; festivaller ve çalıştayların düzenlenmesi.

♦ Köyümüzde ihtiyaç duyulan yolların kilitli taş ya da asfaltla kaplanmalarının sağlanması. 

♦ Köyümüzü daha da güzelleştirecek projelerin üretilmesi; temizlik, bakım, onarım, ağaç budama gibi ihtiyaç duyulan çalışmaların rutin hale sokulması.

♦ Köyümüzün kültürünü, yetiştirdiği değerlerini; resim ve müzik sanatçılarını, şairlerini, yazarlarını, ürettikleri eserleri tanıtacak bir mekanın oluşturulması.

♦ Internet erişimini yaygınlaştırarak dijital dönüşümün sağlanması.

♦ Doğal enerji tedariğinin gerçekleştirilerek köyümüze sürdürülebilir kazanımların sağlanması.

♦ Köy yönetimindeki yenileşim ve şeffaflığın sağlanması ve böylece muhtarlığın bir rant kapısı olarak görülmesinin önüne geçilmesi.

İl Özel İdaresi’nden ve köylülerimizden sağlanacak destekle, bu faaliyetleri gerçekleştirmek işten bile değil!

Köşektaş Köyü Muhtarlık Destek Grubu

Köy Enstitüleri I

 

Okumayı, bilimi, doğayı ve güzel sanatları sevmeyen ve onlara karşı ilgi duymayan bir birey ruhsuz, duygusuz ve sıradan bir yaratıktır! Eğer bir toplumu oluşturan bireyler,
deneye dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal değerleri içeren eğitim
sistemi ile eğitilmemişlerse, o toplumun,
her tarafı
altın olsa bile, beyni bakır kalır!

Musa Kâzım Yalım


 Körinanç’a Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.


I - Köy Enstitüleri Hareketi veya Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?

Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri, Türk toplumunun ve Türk köylüsünün tarihsel gelişim doğrultusunun oluşturduğu koşullar ile; Atatürk’ün işaret ettiği bilimsel dünya görüşünün aydınlığında yaratılımış bize özgü, özel bir pedagojik metottur. Köy Enstitüleri, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaşlaşmasına yönelik, çağdaş ve bilimsei eğitim – öğretim ihtiyacından doğmuştur.                                                   

Türk köylüsü, bilimsel dünya görüşünün doğrultusunda çağdaşlaşıp kalkınmadıkça, Türk toplumunun çağdaşlaşma olanağı yoktur denilebilir.

Türk toplumunun refahı ve mutluluğu, Türk köylüsünün refahı ve mutluluğuna bağlıdır. Çünkü Türk köylüsünün üretici ve yaratıcı bir özelliği vardır. O da, zeka ile iş sevgisinin bütünleştiği bir özelliktir. Zeka ve iş sevgisinin bütünleşmesine dayalı “İş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitim” içeren Köy Enstitüleri eğitim – öğretim sistemi hayata geçtiği zaman, topyekün Türk toplumunun refahı ve mutluluğu garanti altına alınmış olacaktı. Bu eğitim sistemiyle köylümüz kendi haklarına sahip çıkmasını öğrenecekti.

Aynı zamanda, Köy Enstitüleri, bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketinin başarısı ve Türk köylüsünün çağdaş doğrultudaki eğitimi için düşünülmüş ve yaratılmış eşsiz ve bir benzeri daha bulunmayan bir eğitim – öğretim kuruluşuydu.

Böyle özellikleri içeren Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’da 3808 sayılı yasayla kabul edilmiştir.

“İş içinde, iş aracıyla, iş için eğitim” felsefesi ve sloganına dayalı eğitim – öğretim metodunu içeren böyle bir kuruluş, neden Türk köylüsüne yöneliktir?

Türk köylüsü asırlardır ihmal edilmiş ve bunun kötü sonuçlarını topyekün Türk toplumu omuzlamıştır. Eğer Türk köylüsü ihmal edilmemiş olsaydı, ona özen gösterilseydi bugün Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaş dünyadaki yeri bir başka olurdu. Yani, çağdaş ve uygar ülkelerin içinde, çağdaş uygarlığa bilimsel ve sanatsal doğrultuda katkımız olurdu. Çünkü: Türk köylüsü çalışkan, zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Böyle bir özellik ve enerji kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın altyapısıdır.

Türk köylüsünün asırlarca ihmal edilişi, Türk toplumunun geri kalmışlığını tetiklemiştir. Bu yüzden Türk köylüsünün, “tarihsel gelişim doğrultusunu” bilmek, Köy Enstitülerinin kuruluşlarını daha iyi anlamayı ve kavramayı sağlayacaktır.

Yaklaşık Selçuklu Dönemi de dahil, yedi yüz yıl gibi uzun bir zaman, Osmanlı Devleti ve İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik gücün sayesinde 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, susuz kalmış yine de, varlığını Osmanlı devletine adamaktan geri kalmamıştır. Ancak Osmanlı, Türk köylüsüne, 620 yıl içinde en ufak uygar ve çağdaş bir hizmet götürememiştir. Bunun nedeni, Osmanlıların; Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığı’nın yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin Allah tarafından gönderildiğini zannetmesidir. Osmanlılar, köylüyü değil; Arap-İslâm toplumunu düşünmüştür.

Körinancın altyapısını oluşturan Arap- İslâm Uygarlığı’na dayalı Arap milliyetçiliği; başta Türk toplumu olmak üzere, İslâm dünyasını çağdaş ve bilimsel dünyadan alıkoymaya yetmiştir.

Arap halkının inanç ve geleneklerine dayalı, kalkınma uygarlığının altyapısı tefsir metodu olan Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin, güya Allah tarafından ilm-i ilahi olarak gönderildiği sanılmaktadır.

Arap milliyetçiliği; Allah katında, Kuran’ın yazılı bulunduğu levh-i mahfuz yazılıymış. Bu asılsız düzenleme, çok aşiretli Arap Ulusculuğu ile de bütünleştirerek Ortadoks Müslümanlığın yolu açılmıştır. Bu gerici ve körinanç düzenlemesi başta Osmanlılar olmak üzere tüm İslâm dünyasına kutsal bir olaymış gibi kabul ettirilmiştir.

Osmanlılar, kendi kültür ve uygarlığını yaratmayı bir yana itmiş, hep Arapların kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışarak onu ihya etmiştir. Dahası “Biz, Arapların yanında neyiz ki, Allah Arapları sevdiği ve koruyup kolladığı için Kuran’ı Arapça olarak göndermiştir. Araplar bu nedenle kutsal bir millettir.” diye Osmanlılar, Türk ulusunu, Arapların karşısında aşağılayıcı ve küçük düşürücü ölçüsüz değerlendirmede bulunmuştur.

Ayrıca, Eş’ari ve Gazali’nin, “Akıl ve bilim denilen safsata yok, Tanrısal irade vardır.” özdeyişiyle, İslâm dünyasının XII. Asırdan beri, beyin verimsizi gibi kronik bir ruh hastalığının içine itilmiş olması; çağdaşlıktan ve uygarlıktan geri kalmamıza neden olmuştur. Ve aynı zamanda Osmanlı döneminde, Osmanlı-Arap birlikteliğinin sonucu Türk köylüsü büyük bir ihmale uğramıştır.

Osmanlı devletinin varlığını sürdürememmesinin nedeni, Arap-İslâm anlayışının yarattığı Ortadoksvari bir körinanca kapılmış olmasıdır. Bunula beraber, Rönesans hareketinin deney ve gözlem metoduna dayalı, bilimsel gelişmesini dine karşı bir hareket olarak değerlendirmiş olması Osmanlının sonunu getirmiştir.

Tanzimat döneminde yetişmiş, medresede hocalık yapan Tahsin Efendi adında büyük bir bilginimiz, Paris’e serafet imamı olarak görevli gidiyor. Orada, fiziğe merak sarıyor. Üniversiteye devam ediyor. İstanbul’a dönerken, deney yapmak için deney aletleri almayı da ihmal etmiyor.

Bir gün, mederese öğrencilerine, havanın, canlılar için önemini kanıtlamak için bir fanus içine canlı bir kuş koyuyor. Kuşu öğrencilere canlı olarak gösteriyor. “Şimdi kuşun bulunduğu cam fanustan pompa ile havayı çekecek olursak kuş ölür.” Ve öyle de yapıyor. Yani havasız yerde hiçbir canlının yaşayamayacağını deneyle kanıtlıyor. Bu olayı gören medrese öğrencileri ayaklanıyorlar. Zavallı Hoca Tahsin Efendi, böyle bir tepki ile karşılaşacağını düşünmemişti bile. Öğrenciler, Tahsin Hoca’nın yüzüne karşı “Canı alan da, veren de Allah’tır. Bu sizin yaptığınız bir küfürdür.” diye bağırıyorlar. Zavallı Tahsin Efendi, o tarihten itibaren medreseyi terk etmek zorunda kalıyor. Adı, softalar tarafından “kafir hoca” konuyor. (Prof. Dr. Cahit Tanyol’un, Sosyolojik Açıdan Diyaloklar) adlı yapıtından alınmıştır.

İşte bu olay; Osmanlı döneminde, bilim üretme metodunu Allah’a karşı gelmek gibi gerici bir anlayışla değerlendirildiğinin kanıtıdır.

Osmanlı döneminin bütün yaşantısı deneysel bilime karşı gelmekle geçmiştir. XV. Asırda Molla Lutfi’nin idam ettirilmesi de, bilim düşmanlığına dayanmaktadır. Osmanlı’nın bilime yönelmeyişi, köylümüze götürülecek çağdaş eğitim hizmetinin önünü kesmiştir.

Türk köylüsünün mutsuzluğunun temeli, Osmanlı döneminde atılmış, bu da, hiyerarşik yaratılış ve kader anlayışına dönüştürülmüştür. Türk köylüsüne vaazlarda sabır, şükür ve umutlu olma telkin edilerek, köylülerimiz Ortadoksvari Müslümanlığın gölgesinde hep avutulmaya çalışılmıştır.

Asırlardır köylülerimiz sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulmuşlardır.

Selçuklu dönemi dahil, Osmanlı döneminin son zamanlarına kadar yaklaşık yedi yüz yıl gibi çok uzun bir zaman içinde, hiçbir zaman “iyi ve mutlu” bir gün görmemiş, yaşamını hep Osmanlıların açmış olduğu savaş meydanlarında geçirmiş bulunan Türk köylüsü, mutlu yaşamaya hep özlem duymuş ama, savaşlar yüzünden mutlu yaşamaya hiç fırsat bulamamış. Türk köylüsünün, Osmanlı dönemindeki aile yaşamı, hep savaşlarda verdikleri şehit ve gazilere, yani baba, kardeş, emmi, dayı gibi yakınlarına ağıt yakmakla geçmiştir.

“Adı Yemendir, gülü çemendir, Giden gelmiyor, acep nedendir...”

“Münkir münafıkın soyu, Yaktı harap etti köyü, Mezarına bir taş suyu, Dökenin dökenin de avradını...K. Abdal”

“Şalvarı saltak Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı, Eken de yok, biçen de yok, Yiyen de ortak Osmanlı...”

dizeleri, Osmanlı Türk aile yaşamının çektiği acıların anlatımıdır. Cumhuriyet’e kadar, Türk köylüsü, yerli yersiz Osmanlı dönemindeki tüm savaşlarda utkunun simgesi olmuş, fakat ona, uygarca yaşam hakkı tanımamıştır; “ölürse şehit, kalırsa gazi” sloganıyla avutulmuştur.

Üstelik, Osmanlı dönemindeki savaşların verdiği acı ve ıstırap yetmiyormuş gibi, Osmanlılar’ın, Batı’daki gelişen bilimsel ve sanatsal çağdaş uygarlıktan bihaber, yani habersiz oluşunun acısını da yine Türk köylüsüyle, Türk toplumu çekmiştir. Yani: Batı’daki bilime ve güzel sanatlara dayalı teknolojik gelişme, hümanist açıdan tüm dünya insanlığının mutluluğu için kullanılması gerekirken, Batı dünyası, bu gelişmeyi, sömürü ve emperyalist maksatlarla savaş aracı olarak kullanmayı yeğlemiştir. Örneğin: Türk topraklarını bölüp parçalamaya yönelmiş bulunan emperyalizmin kanlı belası, yine Türk köylüsünü bulmuştur. Osmanlı döneminde, köylülerimizin mal ve can güvenliği bile yoktu.

Doğan Avcıoğlu; “Türkiye’nin Düzeni” adlı yapıtının XXXI. Sayfasında şöyle yazıyor: ...”Din adamından, asayiş görevlisinden, asi devlet memurundan, köy milis güçleri şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli paşalardan dahi gelen zulüm; mal güvenliğinden vazgeçen köylüyü, can güvenliği derdine düşürmüştür. Köylü, ovadaki ve yollar üzerindeki köylerini bırakmış, resmi sıfatlı kişilerin erişemeyeceği, gözden uzak noktalara 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmıştır. Tarihimizde bu olaya ‘Büyük Kaçgun’ denmektedir.” O zamanlar, köylülerimiz, mallarından vazgeçmişler, canlarının derdine düşmüşlerdir.

Osmanlı döneminde, kendi ülkelerinde köylülere yapılan eziyet sanki yetmiyormuş gibi, bir de “SALGIN” denilen yani gereğinde para ya da mal olarak köylülerden toplanan geçici vergi sistemi vardı. Bu vergi sistemi köylüleri, mal-mülk sahibi olmaktan nefret ettirmiştir.

Osmanlı döneminde, köy yaşamında can ve mal güvenliğinin olmayışından dolayı, yeryüzünde iyiye gidiş, umudunu yitiren tüm köylü ve halk topluluğu, kurtuluşu ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamında aramaya koyulmuştur. Artık köylüler kadere sığınmak zorunda kalmışlardır.

Osmanlı yönetimi, Türk köylüsüne en ufak bir uygar yaşam biçimi dahi götürememiştir. Örneğin; bundan yarım asır önce Türk köylüsü, özellikle İç Anadolu köy halkı, ıssız duvar diplerini ve kuyuları tuvalet veya ayakyolu olarak kullanmışlardır. Özellikle erkekler, idrarlarını duvar diplerine boşaltmaktan çekinmezler, organda artıp kalan idrar damlalarını, donu yaşartmaması için erkeklik organlarını duvara sürerek kuruturlardı. Bunu da; çevreden geçen kadın, erkek, ihtiyar, genç, çoluk çocuk kimseyi önemsemeden yaparlardı. Yıl 1940 . 1941.

Köylerimizde, ilkel yaşamın daha nic e acilen çözüm bekleyen olaylar vardır.

Köy Enstitüleri’nin, köylülerimizin çağdışı yaşantısına son vererek, mutlu bir yaşam getirecek diye, büyük bir ümitle bekleyişin sonu hüsranla bitmiştir.

Yıl 1940 – 1945, bizim köyde sıtma ve verem hastalıkları kol geziyordu. Köylülerimizin kurtarıcısı büyük önder Atatürk’ün ölümünden sonra, köylülerimizin ihmal edilşi, onları, yaşanılması çok zor bir duruma düşürmüştü.

Köylülerimizin elinden tutacak bir lider, bir devlet adamı ve bir çağdaş eğitim kuruluşu gerekiyordu. O da, Köy Enstitüleri gibi köye ve köylüye dönük bir eğitim kuruluşuydu. Köylülerimizin yaşantısı içler acısıydı. Bizim köyde her hastalığın tedavisi için uydurma bir yöntem ortaya konmuştu. Örneğin; sıtma ve verem hastalığının çok ilgi çekici ve ilkel bir tedavi biçimi vardı. 1940 veya 1941 yıllarından birinde olsa gerek. Mayıs ayı ortalarında bir bahar akşamıydı. Kız kardeşim Zahide ve amcamın eşi, Pembe bacım, bizim harmanyerine bitişik harımların etrafına çevrilmiş hendeklerin diplerinde bir şeyler topluyorlardı. Hemen yanlarına koştum. Benden sakladıkları bir şey vardı ama, merakıma karşı koyamadılar. Kalburun içine topladıkları şeye baktım. Kurumuş köpek dışkısı idi. - Bununla ne yapacaklarını sorduğumda, bana verdikleri yanıt içimi bulandırmıştı. - Ey ahmak! Bunlar derde deva sen ne anlarsın. Sıtmadan kurtulmak için bunları ıslatıp içeceğiz.

Hava kararmak üzereydi. Gerçekten kurumuş köpek dışkılarını ezdiler. Kalburla iyice elediler. Ve sonra daha ince bir elekten geçirdiler. Köpek dışkısının, açık yeşil kil gibi bir rengi vardı. Bir testi kırığının içinde köpek dışkısını su ile karıştırıp macun haline getirdiler. Bunu her gün 4-5 gün süreyle birer kaşık içtiler. Ama nafile, bir türlü, gün aşırı, ateşlenerek titreşip yatağa girmekten kurtulamadılar. Yani sıtma hastalığının geçeceği yoktu. Sonradan duydum ki, sıtma için başka evlerde köpek dışkısı, sütle karıştırılıp içiliyormuş.

Buna benzer bir olay daha yaşadım. O da, çok dikkat çekiciydi. Bizim köyde, yaklaşık elliye yakın verem hastası varmış. Hemen hepsi de it eti yiyerek iyileşmeye çalışıyorlarmış.

Bizim mahallemizdeki, İbiş’de, it eti yiyerek veremden korunmak isteyenlerden birisiydi. İbiş, mahalle arkadaşım Mehmet’le bizi yanına çağırdı: - Bana, etli butlu iyi bir it eniği bulup getirirseniz size ikişer cep kuru üzüm vereceğim, dedi. -

Biz, aşağı mahallede, it eniğinin çok olduğunu biliyorduk. Hemen aşağı mahalleyi, bir anda kolaçan edip, istediğimiz bir it eniğini bulduk. Yanımızda getirdiğimiz torbaya, bu eniği kimse görmeden iyice yerleştirip, oradan uzaklaştık...

Ahırda, bizi bekleyen İbiş’e torbayı verdik. Gerçekten de o, bize ikişer cep üzümü verdi.

İbiş, gözümüzün önünde, acımasızca köpek eniğini, keserle boynuna vurarak kesti ve derisini yüzdü. Eniğin etini parça parça etti. Ahırın güneşe bakan penceresininin önüne serdi. Geri kalan enik etini ekmek sacının üstünde pişirerek afiyetle yedi. İbiş, enik etinin çok lezzetli olduğunu söylüyordu.

İbiş..., ben, enik etini bir hafta boyunca yerim. O zaman göreceksinız verem hastalığına yakalanmayacağım. Böylece it eti sayesinde verem hastalığına boyun eğmeyeceğim. İt eti, İbiş’in yüzünü güldürmüştü, mutluluğu yüzünden okunuyurdu.

Anam da, köydeki verem hastalarının en başında geliyordu. Çok zayıflamıştı. Sürekli kan tükürüyordu, zavallı kadın, henüz 33’üne yeni girmişti.

Yakın akrabalarımız, anamı ziyarete geliyorlardı. “Sultan korkma, dirilirsin” diye anama moral vermeye çalışıyorlardı. Anamı ziyarete gelen kimileri de, “Allah, bu hastalığı sevdiği kullarına verirmiş, üzülme Sultan’ım üzülme. Bir gün gelir sen de, güler eğlenirsin, gezersin hatta tarlalarda orakla ekin bile yolarsın, hiç korkma.” diye moral vermeye çalışırlardı. Anam bu konuşulanları sevinç gözyaşlarıyla dinlerdi.

Anamı ziyarete gelenler genelde hediye olarak it eti getiriyorlardı.

Öğretmenimizin eşi, Pembe Bacı da, hediye olarak it eti getirmişti. Pembe Bacı, kurutulmuş it etini, anama verirken, “Sultan hanım, bu et her derde devadır.” diyerek, it etininin yararlarını anlatmakla bitirememişti.

Anam, it etini, ekmek evirmeye yarayan çubukla tandırda pişirip yemeye çalışıyordu. Hediye olarak gelen it etlerini, bir hafta, on gün içinde yiyip bitirmişti. Fakat verem hastalığının, iyileşmesiyle ilgili hiçbir belirti yoktu. Anam sürekli zayıflıyırdu. Zavallı, “Suya düşmüş insanın, yılana sarıldığı” gibi it etine sarılmıştı. Bayağı it etinin tedavi gücüne iyice inanmıştı.

1944 yılının kışı çok soğuk ve şiddetli geçmişti. Anamı soğuktan korumak için sürekli tandır yakıyorduk. Soğuklar ağır ağır şiddetini kaybetmeye başladı. Anamın dört gözle beklediği İlkbahar mevsimi artık geliyordu. Zavallı kadın yaz günleri belki düzelirim diye ümitleniyordu.

1944 yılı güzel bir İlkbahar günüydü. Anam üzerindeki yorganı kaldırarak, bir deri, bir kemik kalmış kollarını ve bacaklarını göstererek; “Oğlum, benim hazgülüm şu bacaklar, şu kollar bir gün gelir adam olur da ben, iyileşir miyim?” diye sordu. O anda ağlamaktan yanıt veremedim. Sonunda “Ana, korkma ölmeyeceksin.” diyebildim.

Anamın yatağının yanında, beşikte yatan Naci adlı erkek kardeşim, yaklaşık bir buçuk yaşına gelmişti. Doktor, anama, kardeşimi asla emzirmemesini söylemişti. Anam çok zayıftı, çocuk emzirecek durumda değildi; aynı zamanda kardeşimin mikrop alması önlenmiş olacaktı. Günde bir defa olmak kaydıyla kardeşime sütana bulmuştuk. Fakat zaman geçtikçe o da günbegün zayıflıyordu. Anam çok zayıflamıştı. Artık iyileşmesinden ümidi kesmiştik. 6 Ağustos 1944 anamı, Eylül 1944 kardeşim Naci’yi kaybettik.

Bu yaşananlar, Anadolu köylerinde yaşanan sıradan olaylar haline gelmişti. Hastalıklarla mücadele, çok ilkel ve geri kalmışlığın bir anlatımıydı.

Köy Enstitüleri, köylerde çağdaş ve uygar yaşam için bir umut ışığı olmuştu. Eğer, Köy Enstitüleri, başarılı bir varlık ortaya koyabilirse, köylerimiz sağlıklı bir ortama kavuştuktan sonra artık mutlu olabileceklerdi. Ama ne yazık ki, Köy Enstitüleri kapatılınca, mutluluk, köylerimizin kursaklarında kaldı.

Özetle: Türk köylüsü, Osmanlılar’ın savaşlarıyla, Batı’nın emperyalist emellerinin karanlığında hiçbir zaman iyi ve mutlu bir gün görmemiştir. Türk köylüsünün, tarih boyunca ihmal edilişi, aynı zamanda Türk toplumunun çağdaşlaşmasının da ihmalidir.

Türk köylüsü ve Türk toplumu, emperyalistlere karşı, Atatürk’ün kahramanlığı ve askeri dehasına sığınmasaydı bu toplumun hali, kim bilir ne olacaktı.

Cumhıriyet’in getirdiği “bilimsel dünya görüşünün” ışığı altında yaratılan Köy Enstitüleri felsefesi ve ruhu; Türk toplumunun tarihsel gelişim doğrultusuna biçim veren, “dinsel dünya görüşünün” oluşturduğu doğmatik ve metafizik felsefeye bağlı körinanca yönelik bilim dışı tutucu anlayışın, granitten örmüş olduğu körinanç duvarını aşarak “bilimsel dünya görüşü” ile bütünleşmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde, Köy Enstitüleri hareketinin yanı sıra, köylüyü topraklandırmak amacıyla “Toprak Kanunu” çıkarılmışsa da, Toprak Kanunu işlemez hale getirilmiş, sonra da Toprak Kanunu hikayesi son bulmuştur. Köy Enstitüsü hareketi de Toprak Kanunu gibi aynı akibete uğratılmıştır.

Toprak Kanunu ve Köy Enstitüleri hareketini dejenere eden güçler, (tefeci, tüccar, toprak ağası, şeyh, komprador ve kurulu düzenin güçlüleri) iki devrimci hareketi sonuçsuz bırakmışlardır. Oysa her iki devrimci hareket ne büyük amaçlarla hayata geçirilmek istenmişti.

Köy Enstitüleri ve Toprak Kanunu hareketiyle Türk köylüsü canlandırılacak ve çağdaşlığın yolu açılacaktı.

Canlandırılacak köy hareketiyle, bilimsel dünya görüşünün aydınlığında çağdaşlığın yolu açılacak, Türkiye Cumhurşyeti Devletinin ve toplumunun yönetiminde Türk köylüsü söz sahibi olacaktı.

Büyük Eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç, canlandırılacak köy ile ilgili şunları diyor: “Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki surette ‘köy kalkınması’ değil, manalı ve şuurlu bir şekilde ‘köyün içten canlandırılması’dır. Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu hiçbir kuvvet yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.”

Toprak reformu ve Köy Enstitüleri hareketi hüsranla sona erince, Türk köylüsü ne yapacağını şaşımış durumda kurtuluşu, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinde işçi olarak çalışmakta bulmuştur. Oralarda en ağır işlerde çalıştırılmışlar, pek çoğu sağlığından olmuştur. Zar zor (güç bela) elin memleketinde, biriktirdikleri parayla bir evi ancak alabilmişlerdir. Köylülerimiz, “ memleket dışı gurbet ellerde” çalışmakla da uygar yaşama olanağı bulamamıştır. Türk köylüsü 700 yıl boyunca olduğu gibi, şimdi de iyi ve mutlu bir gün göremiyor. Yani mutlu yaşama fırsatı verilmiyor köylüye. Ancak seçimden seçime köye gelen politikacıların iktidar hırsıyla dolu, içi boş vaadleriyle avutuluyorlar.

Büyük Önder Atatürk, Türk köylüsüne ve halkına çağdaşlığın yolunu açmıştı ama, ne yazık ki; 1950 DP karşı ve gerici devrim hareketiyle körinanca dayalı “dinsel dünya görüşü” köylüleri kendi kaderine terk etmiştir. Artık bu dünyada mutlu bir yer bulamayan köylülerin mutlu olacakları bir yer kaldı, o da, ölüm ötesi - öbür dünya – ahiret yaşamı(!)

İslâm dini ile ilgili inançlar; softalık, yobazlık, cahillik, tarikat, mezhep ve hurafeler gibi körinançlar bütünü haline getirilmiş olup, köylülerimizi avutacak ve aldatacak bir biçime sokulmuştur. Hem de İslâm dininin evrensel ve hümanist özelliği gözardı edilerek.

Eş’ari ve Gazali’nin bilime ve güzel sanatlara karşı gelen yorumları; İslâm dünyasının bu dünya ile ilgisini kesmiş, hep öbür dünya hayali ile yaşar hale getirmiş. Bu nedenle, İslâm dünyasının el emeği ve alın teriyle yaşayan emekçileri ve Türk köylüsü öyle bir hale getirilmiş ki; “Bu dünya yalandır.” Türkülerinde, şarkılarında dünyanın yalan olduğu dile getirilir. Bu dünya yaşamaya, değmez; bu dünyaya bel bağlanmaz. “Bugün varız, yarın yokuz.” Adi, bayağı, perişan ve sefil bir hayata katlanır da yaşamını yükseltmek için deneysel bilim ve güzel sanatları içeren, bilimsel dünya görüşü için mücadele vermeye katlanamaz. Genelde, tüm İslâm dünyası, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe dayalı hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden, yedi yüz yıldan beri köylülerimiz hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varmadan, bugüne kadar, umutlarını kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Devamını okumak için tıklayınız



Yorumlar - Yorum Yaz
Köy Enstitüleri


Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı, akıl ve bilimsellikten uzak, körinançlar bütünü halindeki safsatalardan
arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.



Köy Enstitüleri hareketi; Atatürk’ün ortaya koyduğu akıl ve bilimin öncülüğündeki, bilimsel dünya görüşü doğrultusunda, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde, İsmail Hakkı Tonguç’un yaratısı, özel bir pedagojik öğretim metodu içeren, Türk köylüsü ve toplumuna özgü, Rönesans ve aydınlanma hareketiydi.

Türk köylüsü, asırlarca ihmal edilmiş ve ona en ufak hizmet bile sunulmamıştır. Aslında Türk köylüsü zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak, ne yazık ki, Türk köylüsünün bu özelliği, Osmanlı döneminde, değerlendirilememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik güç sayesinde, 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, yoksul kalmış, ancak varlığını Osmanlı İmparatoprluğuna adamaktan geri kalmamıştır.

Osmanlılar, Türk köylüsüne hizmet götürecekleri yerde, Arap – İslam ideolojisinin, kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışmıştır.
Köylülerimiz, hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağımlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden köylülerimiz, altı yüz yılı aşkın bir zamandan beri, hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varamadan, kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar, bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Köylülerimiz, asırlardır; sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulagelmişlerdir.

Asırlardır köylülerimiz, vergi almaya, düşmana karşı savaş alanında kaynak olarak kullanılmaya yönelik canlı bir araçtı. Mutlu olmak şöyle dursun, insanca yaşamaktan uzak, köle gibi kullanılmak ve öyle yaşamak, köylülerimizin ve halkımızın değişmeyan kaderiydi. Dinsel yorumcu ve kadercilere göre, sanki Allah, onlara, ölünceye dek, hep köle gibi bir yaşam biçimi çizmişti.  Zavallı köylülerimize ve halkımıza bu anlayış ve yanlışlar Allah buyruğu olarak gösteriliyordu. Bu buyruk köylülerimize özel olarak Allah tarafından gönderilmiş bir “ilm-i ilahi” olarak kabul ettirilmiş ve köylüler, ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamının mutluluğu ile aldatılagelmişlerdir.
Köy Enstitülerinin öncelikli amacı, köy insanını hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına insafsızca istismar etmesin, köylülere köle ve uşak muamelesi yapamasın diye, köylüye kendi öz haklarına sahip çıkabilecek, demokratik haklarını elde edebilecek bilincin kazandırılmasını sağlamaktı.
Tarım alanında dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci etkinlikleri yapacak köy insanının yaratılması sağlanacaktı. Bu nedenle, kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik feodal sömürüye, yani toprak ağalığına karşı bilinçlendirilmesi zorunlu hale gelmişti. Bu bilinç ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi. Bu nedenle eğitimin, Atatürkçü, akıl ve bilim doğrultusundaki bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınması sağlanacaktı.
Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri yüksek bölümüyle, yirmi bin öğretmeniyle, yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçıları ile Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin eğitimi – öğretimi Köy Enstitüleri eğitim metoduna dönüştürülecekti.
Köy Enstitüleri’nin amaçlarından en önemlilerinden biri de, Türk köylüsünü ve halkını; Arap halkının inanç ve geleneklerine bağlı, Ortaçağ Arap İslam Uygarlığı’nın oluşturduğu, Kuran düzenlemesi ile, Eş’ari’nin akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik, sözde, Allah tarafından (ilm-i ilahi) gönderildiği söylenen Arap ulusçuluğunun yaratmış olduğu kültür ve uygarlığına bağlı olarak yaşamaktan kurtarmaktı. Böylece, Köy Enstitüleri eğitim kuruluşları ile, kendi öz ulusal kültürümüzü oluşturarak, akıl ve bilimin öncülüğünde, kendi uygarlığımızı yaratmaya yönelik amacın yaşama geçirilmesi sağlanacaktı.

Batı tarihinde Fransa’da uygulandığı gibi, ne acıdır ki, Türk köylüsü ve halkına da uygulanmış olarak değerlendirilen Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayı, yani köylünün ve halkın toplumsal gelişmesini engelleme yolu ile devleti daha rahat yönetme düşüncesi, Osmanlı döneminde de yaşanmıştır.
Köy Enstitüleri hareketi ile, köylünün ve halkın üzerinde yaşatılan Obskürantizm ve Obstrüksiyon uygulamasına son veriliyordu.

1950 DP (Demokratik Parti) döneminde de, aynı anlayış uygulanmaya konmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri‘ni kapatmak, Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayının ta kendisidir. Bu uygulama ile köylünün bilinçlenmesi önlenmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’nin etkinliği ile uyanan köylüler, kendi öz haklarına sahip çıkmaya, toprak ağaları ve köylüyü sömürmeye alışmış egemen sınıf ve devlet yöneticilerinin rahatı ve mutluluğu bozulmaya başlayınca, mutlu ve egemen kesim, Köy Enstitüleri’ne karşı cephe oluşturmuşlardır.

Köy Enstitüleri’ni kapatmak için çeşitli iftira ve entrikalar oluşturulmuştur. DP’li bir milletvekilinin Konya ilinin Durlas köyü halkına yaptığı konuşma şu şekildedir:

“Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar. Bu nedenle, kız erkek birlikteliğinden dolayı, fuhuş olayı yaşanmaya başlanmıştır. Biz, DP iktidarı olarak, Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarınızı erkeklerden ayırdık. Onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde topladık. Böylece kızlarınızın namusunu kurtardık.”

DP iktidarı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla birlikte; 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlayan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlayarak, Arap kültür ve uygarlığına yeniden dönüşün yolunu açmış, böylece Türk köylüsü ve halkının uyanışı önlenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Musa Kâzım Yalım,

1950 - 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu.

05. Ocak 2011