Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam100
Toplam Ziyaret712369
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

Köşektaş Köyü-Ercihan Tandoğan

KÖŞEKTAŞ KÖYÜ

 Kuddusi Şen'in çekmiş olduğu 3 ayrı fotografın birleştirilmesiyle elde edilmiş bir Köşektaş fotografı

Ercihan TANDOĞAN

Köşektaş Köyü bugün, Nevşehir ili Hacıbektaş ilçesine bağlıdır.         

Ancak, kuruluş yıllarından başlayarak, 1800'lü yılların sonlarına değin, o zamanki adıyla Gülşehir (Arabusun)'e bağlanır. Daha sonra Avanos'a bağlanmışken, köy halkının da isteği ile, 1950 yılında Hacıbektaş'a geçer.

KÖŞEKTAŞ ADI

Köşektaş adı bir yer adıdır. Anadolu'da çoğunlukla köy adları gibi, bir aşiret, bir oba adı değildir. Köyün altbaşında, çevresinde başkaca bir benzeri bulunmayan, tek bir kütle olarak, yerden gri bir ur gibi bitmiş, büyükçe, volkanik bir kaya vardır. Yıne bu kaya türünden olduğu anlaşılan, 20-30 m yakınlarında, aynı renkte, aynı yapıda, büyüklüğünü 80x80x80 cm olarak varsaydığım, küre biçiminde bir kaya parçası daha bulunmaktadır. Ancak bu kaya parçası, büyük kaya gibi köklü değildir. Yaşlı insanlardan, böyle, bu ölçülere yakın, bir kaya parçasının daha var olduğunu duydum. Sanıyorum o kaya  kırılmış, belki de bir yapıda kullanılmış. 

İşte KÖŞEKTAŞ  köyünün adı bu taşlardan, bu kayalardan gelir.

Yörede yaşayan insanlar, bu kayalardan büyüğünü, yatan dişi bir deveye (maya), diğer kaya parçalarını da, o devenin yavrusu köşeklere benzetirler. Sonra da şöyle bir söylenceye bağlarlar:

KÖŞEKTAŞ SÖYLENCESİ

Şöyle anlatırlar ki: Bu deve, ermiş bir kişinin devesidir. Günlerden birgün, deve köşeği ile birlikte, alır başını gider, kaybolur.

Eh, mal canın yongasıdır derler. Ermiş kişi düşer devesininin ardına, dağ  demez, taş demez, gezmedik yer, sormadık insan komaz, ama devesini bulamaz. Söylence bu ya, biri der ki; Ermiş kişi  devesini bulur da, koşar, kovalar, fakat ardından yetemez. Deve ile köşeği kaçar, kaybolur. Sanki yer yarılır, altına girerler.         

Söylence bu olsa gerek, bir başkası da der ki: Ermiş, devesini arayı arayı, tam orada, bugün kayanın bulunduğu yerde, bizim köyün altbaşında bulur da, ne etti, ne eylediyse, olgörüp deveyi yerinden kaldıramaz.

Eh, şimdi siz varın, istediğiniz söylenceyi seçin. Biz dönelim Ermiş ile Deve'ye.

Kaçar yetilmez. Yetsen tutulmaz. Yatar kalkmaz bir devedir ki; deve inadı dedikleri bu olsa gerek. Ermiş olunca nice, onun sabrının da bir sonu vardır, tükenir. Ermiş ilenir. "Allah'ım, bu deveyi neredeyse, orada taş et." der. Eh, hayvanlar da, Allah'ın sevgili kulu "ermiş" ine, bu kadar zahmet çektirdikten sonra, zaten bu cezayı çoktan hak etmişlerdir! Allah da bu ermiş kulunu, iki hayvan için kıracak değil. Ermiş'in dileğine uyup, deveyi ve köşeğini, oracıkta, bizim köyün altbaşında, tüm öteki durdan duraktan anlamaz, inatçı develere ve de öteki hayvanlara ibret olsunlar diye, taş eder. Deve ve köşeği hemen oracıkta taş kesilirler. Köşektaş olurlar. Köşektaş söylencesi bu.                     

Kaç yıl olmuş bu böyle olalı, kimse bilmiyor. Ancak derler ki; işte o gün, bugündür, bu taşlaşmış köşekler, köşek gibi taşlar; bizim köyün altbaşında yatar dururlar.       

Lanetlenmiş, taş edilmiş bir devenin simgesi de olsalar, yöredeki kimi köylüler, daha yakınlara kadar bu kayayı ziyarete gelir, çevresinde dua ederek dönerlerdi. Özellikle çocuğu olmayan kadınlar, dertlerine deva, sorunlarına çare bulmak için dilekte bulunurlardı. Kayanın yarığına bir çivi çakarlar, ona da bir çaput bağlar, dilek tutarlardı. Sonra da,  horozdan bir kurban keserlerdi.

Kayanının birkaç metre yanıbaşı, bizim marangoz atölyemizdi (1964).

Baraklardan, Kışlalar'dan (İğdeli, Büyük, Kuyulukışla) gelen ziyaretçileri ilgiyle izlerdim. Doğadaki olağanüstülükleri kutsamak; eski bir Türkmen geleneğidir. Hala bizim Köşektaş’ı ziyarete gelirler mi, bilmiyorum.

KÖŞEKTAŞ MI ? KÖŞETAŞI MI ?

Acaba, köyün adı, özellikle de Dağınaltı' ndan çıkan, her biri kalıplanmış gibi, biçimli, güzel, yörede örneği bulunmayan, köşe taşlarından mı geliyor, diyenler de oluyor. Zımpara taşı özelliği de taşıyan bu taşlarla yapılmış yapılar, köye gelen her yabancının dikkatini çektiği için olsa gerek, köyün adı ile, bu yapı taşları arasında bağlantı kuranlar olduğunu duydum. Ama ben bu olasılığa pek inanmıyorum. Hani, ortada hazır, böyle uygun, güzel bir efsane varken, inanmak için... Daha fazla taşla, kayayla uğraşmaya ne gerek var. Ha "KÖŞETAŞI", ha "KÖŞEKTAŞ"(!

KÖŞEKTAŞ KÖYÜNÜN KURLUŞU ÜZERİNE DELİOĞLAN (DELİ İBRAHİM) ÖYKÜSÜ

Köşektaşı kuran kişinin, bugünkü Delioğlanlı kabilesinin dedeleri, Delioğlan takma adıyla anılan, Deli İbrahim'in olduğu, söylenmektedir.

Bu konu ile ilgili elde bir kayıt, bir belge yoktur. Ancak aksine bir görüş, bir sölyence de yoktur.   

Bu Delioğlan, bu Deli İbrahim kimdi? Neden burayı yerleşim yeri olarak seçti, bilmiyoruz. Çok fazla şey bilmiyoruz. Ancak, bugünlere, bizlere dek ulaşan öyküye göre: Delioğlan kimsesiz bir çocuktur. Komşumuz Kızılağıl Kasabası'nda bir ailenin yanında büyür. Her hangi bir nedenle, çevresi ile anlaşmazlığa düştükten sonra da, oradan ayrılır. O zamanlar Büyükbarak köyünün koyun ağıllarının bulunduğu, bugünkü Köşektaş'ın yerini, kendine yerleşim yeri olarak seçer.                                     

Yine anlatılanlara göre, Delioğlan, bugünkü Ortaçeşme'nin doğusuna kendi, eşi ve tek öküzü barınacak kadar, küçük barınak yapar. Ev kurup, yurt  tutar. Bu sırada Aşağıbaraklıların engellemeleri ile karşılaşır. Ancak, Delioğlan, zaten adı üzerindedir, anlaşıldığına göre, kurnaz ve buraya yerleşmekte de kararlıdır. 

Delioğlan ailesi için sıra, yer sürüp, sahiplenip, ekenek (tarla) edinmeye gelmiştir. Delioğlan, o zamanlar Aşağıbarak köyünün otlağı olan, Sehimler, Üçkuyu gibi verimli, sulak yerlerden, tek öküzü ile çevirip, sürmeye başlayınca, Baraklıların baskı ve engellemeleri ile karşılaşır. Deli İbrahim, anlaşılan deliliği kadar, kurnazdır da. "Bu adam yalnız değil. Bakın, bugün de ala öküzlü birisi geldi." kanısı vermek için, zaman zaman, kara öküzüne ak göyneğini giydirip, Baraklıları yanıltmayı denerse de, olmaz. Ya Barakılar bu oyuna kanmazlar, yada Deli İbrahim, Delioğlan, bu oyununun sürgit  devam etmeyeceğini anlar.

O zamanlar, yörede Herikli Aşireti'nin yerleşimini düzenleyen, Kalaycık Kasabası’ndaki (O zaman köydür.) sermuhtardır (Başmuhtar). Anlaşılan Delioğlan gidip sermuhtara başvurur. Köşaktaş'a  yerleşecek, kendisine komşu olacak, arka çıkacak insanlar, aileler ister.              

Zaten Anadolu Türkmenler'i de, haklarında devlet ferman edeli, "Aşiret dağılmış, el bozuk bozuk:" tur. Aşiretsiz, obasız, yersiz yurtsuz, gezip durmaktadırlar. Kırımlıların yaşlılarından günümüze değin anlatılagelen bir öyküye göre de, Sermuhtar Deli İbrahim'in yanında Köşektaş'a yerleşmek için, oğullarından (kardeşi de olabilmekte) Mahmut adında birini, Çöllülerin ataları ile birlikte gönderir. Anlaşılacağı gibi, bu anlatıma göre, Deli İbrahim'den sonra Köşektaş'a yerleşen Kırımlıların ve Çöllülerin ataları olmaktadır. Ancak, Karayusuflular'ın ve Ahmetliler'in de aşağı yukarı aynı zamanlarda gelerek, Ortaceşme'nin kuzey yanına yerleştikleri tahmim edilmektedir.

KÖŞEKTAŞ KÖY OLUYOR

İkinci yerleşim savından yola çıkarak, bu ailelerin yerleşim yerleri ve düzenlerinden, ilk yerleşimin Ortaçeşme çevresinde olduğunu çıkarıyoruz.

Delioğlan, Ortaçeşme'nin doğusuna, Kırımlılar güneydoğusuna, Çöllüler de batısına yerleşirler. Bu yerleşimden sonra Karayusuflular'ın ve Ahmetliler'in yine Ortaçeşme'nın, kuzey tarafına yerleştikleri biliniyor.

Bütün anlatılanlardan, ileri sürülen savlardan, ilk yerleşimin Ortaçeşme çevresinde olduğu gibi bir kanı, bir görüş ortaya çıkmaktadır. Ancak, Körçeşme su kaynağı bakımından Ortaçeşme'den daha zengin. Önünde, yanında büyükçe bir düzlük var. Özellikle kuzey ve kuzeydoğu yönleri rüzgara kapalı. Doğal koşullar açıkca bu denli elverişli iken, Deli İbrahim neden Ortaçeşme'nin çevresini yeğlemiştir acaba?

Sanıyorum ki; Körçeşme'nin çevresi bu saydığım doğal özelliklerinden dolayı, daha önce, Baraklılar tarafıdan sahiplenilmiş olsa gerek.

Bu konuda bir başka görüş de, Körçeşme çevresinin saydığımız özellikleri açısından, yerleşime uygun olmasına karşın, Körçeşme, o zamanlar, tahmin edileceği gibi, çeşme değil, bir pınardı. Yine o zamanlar su kaynağı olarak, bu günkünden daha zengindi. Böyle olunca da, çeşmenin özellikle altbaşı, bataklık, sivrisinekli, sazlı, otlu bir alandı. Bugün sanıldığı gibi yerleşim yeri olarak bir çekiciliği yoktu.  

Zaten "kör" deyimi, bir su kaynağı için, önü kapalı olduğu, akar durumda olmadığı durumlarda kullanılır. Buna göre de, Körçeşme çevresi için yukarıda yapılan değerlendirme, çeşmenin adı ile de doğrulanır görünmektedir.        

Büyük bir olasılıkla, bataklığa, sivrisineğe, yabanıl durumuna karşın daha sonra Köşektaşa yerleşmek için gelen, yada gönderilen kişiler, aileler, bundan sonra, Baraklıları Körçeşme çevresinden uzaklaştırmışlar. Köşektaş'ın ikinci yerleşim düzenini, Körçeşme çevresinde, körçeşme merkezli yerleşrek oluşturmuşlardır. 

Bu yerleşim düzeninde, Şehirliuşağı, Melekliler, Capıllılar, çeşmenin doğusuna, Kızılhalilliler (Hallavlar) da, sonradan kalabalıkca bir göç olarak gelip, karşı koyanlara, "Birkaç gün oturp kalkacağız." diyerek çeşmenin batısına konarlar, yurt tutarlar. İlk yerleşen kabilelerin ataları, su kaynaklarının altındaki, bugün harım diye adlandırdığımız sulanabilir toprakları çevirerek, sahiplenirler.                       

Bir diğer yerleşim oymağı ise, Mehmetkali (kahyalı), Kelemenli ve Handillilerin her iki su kaynağına da eşit uzaklıktaki yerleşim yerleridir ki; bu kabilelerin yerleşim öncülerinin, adı geçen diğer kabilelerden, biraz daha sonra geldikleri sanılmaktadır. Karşı ve Akbel yerleşime açılmadan, köy, Yukarımahalle, Ortamahalle, Aşağımahalle olarak üç mahalleye ayrılırdı. Bu da yukarıda anlattığımız yerleşim düzenini doğrular niteliktedir.

Delioğlan'dan sonra diğer kabilelerin yerleşim öncüleri, burayı, isterse kendi istekleri ile yerleşim yeri olarak seçmiş olsunlar, isterse buraya yerleşime zorlanmış olsunlar; aralıklarla buraya gelip yerleşmişlerdir. Öyle, bugüne değin anlatıldığı gibi, Herekli Aşireti'nin bir parçası olarak, topluca gelip, burayı yerleşim yeri olarak seçmiş oldukları inancı, savı doğru değildir.        

Kabileler, çoğunlukla kendi kabilelerinin yerleşim öncüleri için, gerçeğe aykırı, abartılı öyküler, söylenceler, anlatırlar. Soyluluk secereleri bile dizerler. Hatta bugün bile, yalnız kendi kabilelerine, doğruluk, mertlik, cömertlik vb. nitelikleri yakıştırırken, diğer kabileleri yerici öyküler kurar, benzetmeler yakıştırırlar.

Çok da yadırganacak bir durum olarak değerlendirmiyorum. Köy toplumu, kapalı, toprağa bağlı, kırsal ilişkiler içinde bir toplum olarak, aşiretcilik, kabilecilik, hemşehricilik ve akrabalık gibi ilişkileri korur ve sürdürür.        

Oysa, Köşektaş'a son yerleşen kabilelerden biri olan Kızılhalilliler'den başka, kaldı ki; onlar da iki ayrı göç olarak, farklı zamanlarda gelmişler,  öteki tüm kabilelerin yerleşim öncüleri, ya bir kişi olarak, ya da bir aile, en çok iki aile olarak gelip yerleşmişlerdir. Öyleyse, yerleşim öncüleri dediğim dedelerimiz, gerçekten kimlerdi?

Anadolu'nun Tarihi'ni, Selçuklu Tarihi'ni, Osmanlı Tarihi'ni, Anadolu'da Türkmenler'in yüzlerce yıl süren acılı, zoraki iskankarının tarihini gözönüne alırsak, dedelerimizin kim oldukları konusunda genel yargılara varmaktan kaçınırız. 

Osmanlı Devleti'nin, özellikle Türkmenler'in iskanıyla ilgili belge ve kaynaklardan çıkardığımıza göre; özellikle zoraki iskan edilen aşiretler, obalar, hatta aileler bile parçalanarak iskana zorlanırlar. Yeniden göçer duruma geçerler endişesiyle, çadırları ellerinden alınır. Kendilerine bir daha kondukları yeri terk etmiyeceklerine dair belgeler imzalatılır. Kalıcı barınaklar yaparak, yerleşik duruma geçmeleri istenir. Bu Türkmenler için çok sancılı, çok acılı bir dönemdir. Sayısız isyanların, kırımların, ağıtlarla, türkülerle  günümüze  değin taşındığı, bir dönem bu. Kanlı bir dönem bu. Bu konuyu tarihcilere, araştırmacılara, ilgi duyanlara bırakalım. Dönelim köyümüze.

Köşektaşlılar çoğunlukla, köye ilk yerleşen 7. 8. dedelerinin adlarını bilirler. Bilmiyorlarsa, yaşlılardan sorarak, kendi soyları, ataları, dedeleri üzerine bilgi edinebilirler.       

Bu konuda Sayın Sinan Uçar'ın ve Sayın Celalattin Ölgün'ün, yakında tamamlayacaklarını umduğum, Köşektaş'taki her kabile için hazırladıkları ayrıntılı "soyağacı", kalıcı bir başvuru kaynağı olacak niteliktedir. Dilerim ki bu "soyağacı"nı, her kabilede doğup, büyüyüp, yetişen kadınlarıda içine alacak şekilde, genişleterek tamamlarlar da, kadınlarımız soylarından dışlanmışlık duygusuna kapılmazlar.

Ben bugün, çocuk diyebileceğimiz yaşlardan başlayarak geriye doğru, en çok 8 kuşağın adının sayılabildiğini biliyorum. Her kuşak için 20 yıl hesap ederek, Köşektaş'ın kuruluşunu 1800 lü yılların başına kadar geriye götürebiliriz.                          

Köşektaş'la ilgili, bulunan en eski resmi kayıtların, Gülşehir Tahrir Defteri'nde Adem Güneş tarafından  bulunmuş. 1872 tarihli kayıtlarda, Köşektaş'ın 38 hane olduğu ve 900 kadar nüfusun yaşadığı kayıtlıymış.

Balkan Savaşı'na, 1. Dünya Savaşına katıldığı için, doğumunu l890’ların başı olarak tahmin ettiğim ölümü. 10 Haziran 1982 olan Hakkı Şen, sık sık "Benim uşaklığımda bizim köy 25-30 hane kadardı," derdi.

Burada yine Hakkı Şen'den duyduğum, köyün yeri ve geçmişi ile ilgili değerlendirmemize katmamız gerektiğine inandığım şunu da burada yazmak istiyorum. Bir söyleşide Hakkı Şen "Benim uşaklığımda bizim evlerden başlayarak, su deposuna doğru hep mezardı." demişti. Bu da bize, çevreye göre zengince sayılabilecek su kaynakları ile, Köşektaş'ın yerinin geçmişte de, çok büyük bir yerleşim yeri olmasa da, boş kalmadığını anlatmaktadır.                                                            

Gülşehir'deki resmi kayıtlarda bulunan hane sayısı ile, Hakkı Şen'in çocukluğundan anımsadığı hane sayısı, aşağı yukarı birbirine yakın kabul edilebilir. Ancak resmi kayıtlardan alındığı söylenen 900 nüfusu, verilen hane sayısına böldüğümüzde, yaklaşık her hane için  24 nüfus düşmektedir ki; köyün nüfusu ile ilgili bulunan bu sayının, doğru olmadığını sanıyorum.

KARAMANOĞLU BASKINI

Köşektaş'da yaşayan  büyük çoğunluğun geçmişini, Herikli Aşireti'ne bağlayan, yerleşik düzene geçişlerini de, Irmakbucağı'ndan başlatan bir öykü de var.                                

Buna göre; aşiretin bir bölümü, bugünkü Gülşehir'e bağlı Sığırlı, Şahinler, Yüksekli köylerinin bulunduğu yerlere, Irmakbucağına, genellikle inleri barınak edinerek, yerleşirler. Irmak kıyısı olduğundan, kışları ılık geçmektedir. Özelleikle, yarı yerleşik düzene geçmiş, hayvancılıkla geçinen bu insanlar için, burası uygun  bir yerleşim bölgesidir.

Irmakbucağı'nı kışlak olarak yurt tutan bu insanlar, bahar aylarını da Irmakbucağı'nda geçirdikten sonra, bugün "Çöl" diye adlandırdığımız, Sadık köyünden başlayıp, oradan Hasanlar Küyü'ne, kuzeydoğu yönünde de Kalaycık, Karayağlak (Boğaziçi), Çağşak köylerine doğru uzanan, geniş kıraç alanlara, hayvanlarını alıp, yaylamaya çıkarlar.

Genellikle yaşlılar, hastalar, küçük çocular, emzikli kadınlar kışlak denilen Irmakbucağı'nda kalırlar.

O zamanlar Kızılırmak, Karaman Beyliği ile Çapanoğlu arasında sınır olduğundan, Herikliler, öşür (aşar, ondalık) için gelen Karamanoğlu mültezimlerine, "Biz öşürümüzü Çapanoğlu'na verdik.", Çapanoğlu'nun mültezimlerine de, "Biz öşürümüzü Karamanoğlu'na verdik." diyerek öşür vermek istemezler.      

Ayrıca Karamanlılar için, Kızılırmak üzerinde köprü olmadığıdan, ırmaktan geçmek öyle  de kolay değildir. Zamanı kollamak, geçitleri iyi bilmek gerekmektedir. Bir yaz ayında ırmağın suları iyice çekilir, azalır. Herikli Aşireti'nin de, eli silah tutan gençleri hayvanlarını alıp yaylaya çıkarlar. Karaman Beyi'nin adamları, karanlık bir gecede ırmağı geçip, Heriklilere karşı bir baskın düzenlerler. Yaşlı, çocuk ve kadın demeden çok insan öldürürler. Hatta inlerin içine ateş yakarak, içeride bulunanları toplu olarak, dumanla boğarlar. Bu baskından sağ kurtulanlardan hamile bir kadın, kaçıp gidip, yaylakta bulunanlara haber iletir, yardım ister, ama olan olmuştur.  

Derler ki; bu kadın Sermuhtarın bacısıdır. Bu baskından kurtulduktan sonra gelip, kardeşine ve aşiretine sığınır. Kalycıkta çocuğunu doğurur. Adını Ali koyarlar. Dayısı Sermuhtar, büyüyüp yetince, Ali'yi yerleşmesi, yurt tutması için Köşektaş'a gönderir. Daha sonra Ali İhtiyar  olarak anılacak bu Ali, Mehmetkali'lerin dedeleridir. Köyün ilk muhtarı olacak ve Gögkaa (Gök Kahya) adıyla da anılacaktır.

Bu olay, Herikliler için, Irmakbucağı diye adlandırdığımız, Kızılırmak kıyılarındaki, bu ilk yerleşim yerlerinden, göçmelerinin de bir nedeni, bir başlangıcı olur.

Aşiretin büyük bir bölümü Irmakbucağı'ndan ayrılıp; yaylak olarak kullandıkları yerlerdeki su başlarına, ören yererine göçüp yurt tutarlar. Bugünde hepsini Herikli Aşiretinden diye adlandırdığımız, Kalaycık, Karayanlak (Boğazıcı), Abdi, Gerce, Çağşak, Kayaaltı, Kızılağıl ve Köşektaş köylerini kurarlar. Bu sekiz köyden başka, Irmakucağı'nda kalanlar da, zaman içinde çoğalıp, orada çoğunluğu küçük de olsa, sekiz köy oluştururlar. Bunlardan bazıları: Şahinler (Yüksekli), Hacılar, Sığırlı, Karaburna, Kırıklı,  Kazıklı.

Bu öyküye göre, sekizi Irmakbucağı'nda, sekizi de yukarıda anılan köyler olmak üzere, Karamanlılar'ın baskınından sonra, onaltı Herikli köyü kurulduğunu söylerler. Ben bu öyküyü değişik kişilerden dinledim. Ancak burada, saygıyla andığım, güçlü belleğine inandığım, Hakkı Şen'i bu öyküye kaynak olarak göstermek istiyorum.

Şimdilik bu kadar. Ancak, Köşektaş'la ilgili yazacaklarım burada bitmedi. Aralıklarla sürecek. İnanıyorum ki; yazdıklarım, sizlerin değerli katkılarınızla, düşücelerinizle, eleştirilerinizle zenginleşecek. Bunu esirgemiyeceğinizi umuyorum.

Osnabrück, Mayıs 2004, Ercihan Tandoğan.  




Yorumlar - Yorum Yaz
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951