Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam158
Toplam Ziyaret779902
Hippiler ve Yippiler

Yol kenarında çiçek satan genç bir Hippi kız l Oklahoma l ABD l 1973

“Hippi” kelimesi, İngilizce’de “güncel olan”, “modaya uygun” anlamına gelen “hip” kelimesinden türetilmiş. 1950'lerde San Francisco, Los Angeles ve New York gibi metropollerdeki bohem sanatçıları temsil eden, onlara ilham veren “Allen Ginsberg”, “Jack Kerouac” gibi, sıradan anlatı değerlerini, alışılmış yaşam tarzlarını reddeden, geleneklere karşı duran, özgürlükçü düşünce ve ifade tarzını benimseyen entelektüel kimseler, Hippi diye adlandırılmış. 

Hippi terimi daha sonra, büyük ölçüde, o dönem, “San Francisco Chronicle” adlı bir gazetede köşe yazarlığı yapan “Herb Caen”in, köşe yazılarında Hippilere ve yaşam tarzlarına sık yer vermesi sayesinde, 1967 yılından itibaren, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere de dahil olmak üzere, diğer tüm ülkelere yayılmış.

Hippi hareketi kısmen, ABD'nin Vietnam Savaşı'na katılmasına ve savaş boyunca işkence, tecavüz ve toplu infaz gibi sayısı belirsiz savaş suçu işlemiş olmasına muhalefet olarak ortaya çıkmış olsa da, “Hippiler”, "Yippiler" olarak bilinen aktivist yandaşlarının aksine, siyasetle pek meşgul olmamışlar, bir küstahlık olarak gördükleri hayatı istedikleri şekilde yaşamayı tercih etmişler.

“Yippiler” (Yippies) olarak adlandırılan “Uluslararası Gençlik Partisi” (YIP), Amerikan gençliği odaklı, savaş karşıtı, radikal ve devrimci bir hareket olarak, 31 Aralık 1967'de kurulmuş. Anti otoriter bir gençlik hareketi olan Yippiler, 1968'de bir domuzu ("Ölümsüz Pigasus") Amerika Birleşik Devletleri Başkanı adayı olarak göstererek, sosyal statükoyla alay etmişler.

‘Yippie'lerin bir akıma üyeliği ya da hiyerarşisi olmamış. Hareket, 31 Aralık 1967'de, New York'taki bir apartman dairesinde yapılan bir toplantıda Abbie HoffmanJerry Rubin, Nancy Kurshan ve Paul Krassner adlı aktivistler tarafından kurulmuş. Kendi anlatımına göre Yippi ismini, Hippi isminden esinlenerek olsa gerek, Paul Krassner icat etmiş. Neden Yippi? diye soranlara; Basın 'Hippi'yi yaratır da, biz 'Yippi’yi yaratamaz mıyız?" demiş.

Bilgi: Hippiler ve Yippiler, Encyclopedia Britannica’dan edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tanımlamadır!


kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Son Sabah - Leyla Bayazıt



SON SABAH
Leyla Uçar Bayazıt
 

Bu öykü yaşanmış bir olay olup; Diyarbakır'ın merkeze bağlı Bağlar semtindeki Bağlar Sağlık Ocağına 75 m. uzaklıkta oturan 5 kardeşten biri olan 6 yaşındaki kız çocuğu Tenzile Erdoğan'ın aşısı yapılmadığı için Difteri (Kuşpalazı) hastalığına yakalanması ve sonunda ölmesini konu almaktadır. Öykü, Leyla BAYAZIT* tarafından kaleme alınmıştır.


Her sabah bütün kardeşler beşimiz aynı odada uyanırdık .
Bu gün gözlerimi açtım başucumda sadece annem var.
Gözlerinde bana her bakışındaki o sıcacık ışıkları görüyorum.
Ama gözlerime öyle bir bakıyor ki
Sanki O’nun canı benimkinden daha fazla acıyormuş gibi.
Saçımı koklayıp, ellerimi öpüyor
Gözümü açmaya çalışıyorum ama kapaklarını tartamıyorum.
Yatıyorum ama o kadar yorgunum ki...
Yorgunum, sanki evimizin az ötesindeki sağlık ocağının
Bahçe duvarlarının etrafında koşturarak oyun oynamış gibi...
Annem neden bu kadar üzgün acaba?
Biliyorum aslında ben hastalandım diye;
Ama nasılsa iyileşeceğim.
Ne zaman iyileşeceğim acaba?
İyileşip hastaneden eve gidince,
Ablama sımsıkı sarılacağım.
Onu yanaklarından koklayarak öpeceğim,
Öpeceğim ki, yorgunluğu çıksın çünkü,
Annem benim yanımda kalırken
Evimizin bütün işlerini o yapmıştır,
Çok yorulmuştur,
Hem de hiç ders çalışamamıştır
Ama olsun, O yine de sınıfta kalmaz, biliyorum...
Bu sene üçüncü sınıfa geçer.
Ben de seneye okula gidince,
Ağabeyim gibi önce okumayı ben öğreneceğim ki,
Öğretmen bana da hikaye kitabı versin.
Bu kitabı önce eve gelip kardeşlerime okuyacağım ...
Çok uykum geliyor...
Uyumak istiyorum...
Nefes alamıyorum.
Bahçeye çıkmak istiyorum ama, konuşamıyorum...
Bari camın yanına yaklaşsam...
Şu burnuma kapattıkları şeyi çıkarsalar da...
Saçımda, yanaklarımda, dudaklarımda kadife gibi bir şey dolaşıyor
Bu, annemin eli olmalı
Evet, evet... anne kokuyor bu annemin eli.
Gözümü aralamaya çalışıyorum.
Annem neden bu kadar panik ve telaşlı?
Bembeyaz giyimli biri var yanımda
Bu doktor olmalı.
Benim hakkımda konuşuyorlar galiba,
Anlayamıyorum...
Annemin hıçkırıklarını duyuyorum.
Annem ağlarken ben de çok üzülüyorum
Anneciğim, ağlama annem..
Sesim çıkmıyor galiba.
Sesimi duyuramıyorum.
Sesim çıkmıyor ama, annem yanımda!
Gözlerimi açıyorum annemin gözlerinin içine bakarak
Ağlama!... demek istiyorum.
Annem beni duyamadı ama,
Anladı bak...
Başörtüsünün uçlarıyla ıpıslak olmuş yanaklarını kuruluyor.
Bana gülümsemeye çalışıyor
Nefes alamıyorum... Nefes alamıyorum...
Göz kapaklarımı tutamıyorum.
Yanağıma annemin gözyaşı düştü...
Bu kocaman hastaneye dün gelmiştik.
Bugün 9 Ekim Pazartesiymiş.
Biraz önce çok kalabalık bir grubun konuştuklarını duymuştum.
Hepsi benim hakkımda konuşuyorlardı ve
Birileri diğerlerine bir şeyler anlatıyordu.
Gözümü tekrar açıyorum
Kapının yanında birisi babama bir şeyler soruyor,
Bir şeyler anlatıyor,
Hiç AŞI yaptırmadınız mı?
Hayır...
Peki KUŞPALAZI diye bir hastalık duydunuz mu?
Evet...
Duymaya çalışıyorum,
Anlamaya çalışıyorum
Doktorun babamla ne konuştuğunu tam duyamıyorum ama...
Anladığım kadarıyla eğer AŞI olsaymışım,
Şimdi bu kadar hasta olmayacakmışım.
Gözlerim kapanıyor...
Açamıyorum.
Etrafımda gene birileri var galiba birisi diğerlerine yine benden bahsediyor.
"Tenzile ERDOĞAN
6 yaşında kız
Bağlarda oturuyor
Evleri sağlık Ocağına sadece 75 metre uzaklıkta"
Gözlerimi açmaya çalışıyorum ama...
Artık göz kapaklarım hiç kalkmıyor
Nefes alamıyorum anne...
Beni duyabiliyor musun?
Ben senin yanımda olduğunu hissediyorum ama,
Sesim çıkmıyor herhalde...
Sen beni duyamıyorsun anne
Bana cevap vermiyorsun
Nefes alamıyorum...
Sanki birileri boğazımı sıkıyor
Uzakları görüyorum
Çok uzakları
Bulutlar,
Bulutlar var orada ama,
Ben neden nefes alamıyorum?
Annem elimi her zamankinden daha sıkı tutuyor
"Tenzile yavrum dayan... n’olur!
Yavrum n’olur dayan" diyor...
Onun hıçkırıklı sesini duyuyorum ama,
O benimkini duyamıyor,
Zaten cevapta veremiyorum artık ...
Kendimi çok kötü hissediyorum...
Nefes alamıyorum...
Çok canım acıyor,
Uykum geliyor...
Uyumak istiyorum ama,
Uyanamayacakmış gibi hissediyorum kendimi
Ama yine de uyanmak istiyorum
Annemi dışarıya çıkarıyorlar
Anne, beni bırakma!
Lütfen, annemi çıkarmayın!
Beni duymuyorlar
Elimi bıraktı,
Üşüyorum ...
Nefes alamıyorum...
Göz kapaklarım kalkmıyor
Çok uykum var...
Neden annemi çıkarıyorlar?
Neden beni düşünmüyorlar
Nedenini bilmiyorum ama,
Zaten beni düşünseler,
Ben bu kadar hasta olmazdım.
Annemin AŞI olmam gerektiğini bilmediğimden eminim,
Eğer bilseydi ne pahasına olursa olsun,
O bana bu AŞI’yı yaptırırdı.
Ya babam...
Babam da bilmiyor muydu aşı olmam gerektiğini...
Sağlık ocağındaki hemşireler neden bana AŞI yapmadılar
Benim bu kadar hasta olacağımı onlar da bilmiyorlar mıydı ?
Onlarında çocukları benim kadar hasta olsaydı,
Eminim ki onlar da annem kadar üzülürlerdi.
Neden birileri anneme benim aşı olmam gerektiğini söylemedi ?
Annemin bu kadar üzüleceğini düşünmediler mi ?
Ya da.. ya da..
Kim biliyordu?
AMA BEN AŞI OLMAM GEREKTİĞİNİ BİLMEDİĞİMDEN EMİNİM.
Ben bilseydim,
Benim elimde olsaydı,
Uykum gel...

22.05.2002


*Leyla Bayazıt Ahmet Uçar'ın kızıdır.



 
 
 
 
 
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL