Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam61
Toplam Ziyaret711964
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

 

Necdet Cengiz Şen Tarafından Mayıs 2008'de çekilmiş Bir Köşektaş Fotografı


LÜKS HAYAT
HACI ÇÖL

Aşağıdaki anlatısıyla insanı klasik köy hayatına imrendiren, geçmişle bugün arasında yaptığı mukayeselerle yaşam biçiminin ne oranda değişmiş olduğuna dikkat çeken öğretmen Hacı Çöl'e, bu anlamlı çalışması için çok teşekkür ederiz!

kosektas.net


Köye yakın bir yerde yaşamama rağmen her gidişimde “Hoş geldin!” denilmesinin mahcubiyetini yaşarım. Uzun süredir gitmiyormuşum, üç beş yıl aradan sonra köyü ziyarete gitmişim, hissine kapılırım. Yaz ayları köyün en güzel zamanlarıdır. Başka yerler sıcaktan çekilmezken, köyde hoş bir serinlik vardır.
           
Yurt dışından veya gittiği şehirlerden emekli olan hemşerilerimiz yeniden köye dönüş yapıyorlar. Babadan kalma evlerini tamir ettirip, imkanı varsa yenisini yaptırarak gençliğinde süremediği sefasını bundan sonra sürmek niyetiyle. Havası güzel, suyu bol, yolu, kanalizasyonu olan bir köyde kim yaşamaz ki. Köyde yaşayıp boş da durulmaz. Yüksek avlu duvarıyla çevrili bahçemizde sebze de yetiştiririz. Babadan, dededen kalma beş-on dönüm tarla boş duracak değil ya. İcara da vermeyiz. Muhanete muhtaç olacak değiliz çok şükür. Alırız bir traktör, takımlarıyla birlikte. Eker dikeriz tarlayı, bağa bahçeye de gideriz. Pazara gitmeye, işimizin çıkabileceği yerlere gitmek için araba da alınır. Uydu anteni, interneti, güneş enerjisi derken bayağı konforlu bir hayat oldu. Oldu olmasına ama bir yavanlık var hayatın tadında. Yirmi beş otuz yıl önceki tatları bulamıyorum galiba, oysa her şeyim var...İşlerimi kendim yapıyorum, karışanım yok, görüşenim yok…
           
Yirmi beş otuz yıl önceye geri dönelim. Yukarıda sayılan olanakların bir çoğuna sahip değildik. Uzun sayılabilecek bir ırgatlık mevsimi yaşanırdı. İnsanlar işlerinde birbirlerine yardım ederlerdi. İşler imece ile yapılırdı. Tarladan sap gelecek, patos çekilecek, tınas atılacak hep birlikte yapılırdı. Birlikte çalışmak adeta bir zorunluluktu. Ama hoş bir zorunluluk. Harman yeri dayanışması çok zevklidir. Komşu harmandan yaba istersin,onlar sizin tırmığınızı götürür, rüzgarın esmesi hep birlikte beklenir. Sarılar’a çorağa gidilir. Koyunlar kırkılır, o dönemde hemen her evde koyun vardı. Koç boyanır. Bağ bozulur, pekmez kaynatılır. Herkesin özel arabası yoktu .Şehre gitmek için erkenden kalkıp dolmuş beklemen gerekirdi. Tabi dolmuşçuları küstürmemeye çalışarak (hepsini rahmetle anıyorum). İşlerin bir çoğu omuz zoruyla yapılırdı ama birlikte çalışarak üstesinden gelinirdi. Yani daha komün bir hayat vardı o zamanlar.
           
Ardan yıllar geçti. Teknoloji gelişti, insanlar her imkana kavuştu. Artık işerini daha kolay, daha rahat ve tek başına yapar oldular. Yaşam biçimi değişti insanların. Sıkılmaya başladılar, yeni sosyal ilişkilere ihtiyaç duydular. Köy odalarının yeniden canlandırılması biraz da bu ihtiyaçtan kaynaklandı. Geçenlerde bir Almancı emeklisi, kaynak makinesi alacağından söz ediyordu. Köyde kaynakçının olduğunu söylediğimde, “Olsun, bulusun evde, lazım olur.” dedi. Parası vardır alabilir, kimse de karışamaz. Yılda bir veya iki kez yapacağı kaynak işini kaynakçıya yaptırsa sosyal ve ekonomik olarak ne kaybeder, ne kazanır hiç düşündü mü acaba?
           
Çağa ayak diremek, getirdiklerinden yararlanmamak olmaz. Hatta insan her şeyin en iyisine, en güzeline layıktır. Ama gelinen zaman bizi kendi yalnızlığımızla baş başa bırakıyor. İnsan, sosyal ilişkileriyle insandır. İyileşen yaşam koşullarımız sosyal ilişkilerimizi sınırlayarak, kendi iç hapishanelerimizi inşa ediyor. 


 




0 Yorum - Yorum Yaz
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951