Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam33
Toplam Ziyaret688028
İnanç ve Ahlak


İnanç ve Ahlak
Ahmet Altan

“EĞER HİÇBİR CEZA OLMASAYDI GENE DE SADECE ALLAH'IN RIZASINI KAZANMAK İÇİN ONUN YOLUNDA YÜRÜR MÜYDÜN, SADECE SENİ YARADANI UTANDIRMAMAK İÇİN O'NUN SANA ÖĞRETTİĞİ AHLAKA UYAR MIYDIN?”

Sanırım ben dine, dindarlarımızın en azından bir kısmından daha fazla önem atfediyorum.

Çocukların dini öğrenmesinde değil, dini öğrenmemesinde asıl tehlikenin yattığı kanaatindeyim.

Asıl “eksik dindarlığın” çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

Marksizm’i bilmeyen solcu da, dinini bilmeyen dindar da beni hep korkutur, ikisi de büyük bir “kendini beğenmişliğe”, kendisine benzemeyeni küçümsemeye ve faşizme götürür insanı.

İster inançlı olun ister benim gibi bir inançsız, Allah’ın insan zihninde ve ruhunda yerleştiği yerin büyüklüğü, O’nun söylediklerinin hayattaki karşılığı, ahlakı, dürüstlüğü, vicdanı, adaleti insanlara anlatması ve insanlardan her şeyden önce bunları talep etmesi, ışığının hep buraları aydınlatması, gidilecek yol olarak bunları göstermesi, gösterişi günah kabul etmesi dinin önemini gösterir herkese.

İnançsız biri bu değerleri reddedebilir mi?

Bu konularda inançlı olanla olmayanın farkı, inançlıların bu yolda büyük bir kudretin desteğiyle yürüdüklerine inanmalarının onlara verdiği manevi güçtür.

Bu, bir toplum için önemlidir.

Dinin birinci basamağı Allah’la kul arasındaki ilişkidir benim için.

O basamak sağlam değilse ondan sonrakiler gitgide çürükleşir.

Allah’la kul arasındaki ilişkiyi belirleyen asıl soru da şudur bence, “Eğer hiçbir ceza olmasaydı gene de sadece Allah’ın rızasını kazanmak için onun yolunda yürür müydün, sadece seni yaradanı utandırmamak için O’nun sana öğrettiği ahlaka uyar mıydın?”

Bu soruya “evet” diyecek hiçbir dindar kendi çıkarı için yalan söyleyemez, buna “evet” diyen hiçbir dindar başkalarının acılarına arkasını dönemez, buna “evet” diyecek hiçbir dindar gösterişe sapamaz, tevazudan uzaklaşamaz, adaletsizlik karşısında sessiz kalamaz.

Bu kadarını bilebilmek için din âlimi olmaya gerek yok, bu kadarını ben bile biliyorum.

Dine göre Allah’tan öncesi yoktur, kâinatta ne varsa O’ndandır, kâinatta ne varsa O’nun yarattığıdır.

Eğer dindarlar çocuklarına dini her yönüyle öğretse, onlara “tasavvuftan” bahsetse, “her insanın” kıymeti, Allah’ın yeryüzüne kendi kudretinden yansıttığı “fanilerin” her birinin kutsal değeri o çocuklar tarafından bilinir, bu bilgiyle dindar olur, bu bilgiyle o “yolda” yürür.

İnancın temeli “korku” değil, kendisini yaradana duyulan büyük sevgi, minnet ve bağlılık olur.

İnsan sevdiğine kendini beğendirmek ister, din senin için bir “Allah sevgisi” olduğunda korktuğundan değil, sadece O’na kendini beğendirmek, O’nun yakınında durabilmek için O’nun söylediklerine uyarsın.

O vakit, “öz” senin için her türlü şekilden daha büyük önem kazanır.

Bu “sevgideki” samimiyet sana büyük bir güven verir.

O samimiyetin O’nun tarafından görüleceğini bilirsin.

En büyük korkun “samimiyetten” uzaklaşmak olur.

Bu samimiyetten uzaklaştığında O’nun sevgisini kaybedeceğinden korkarsın ki bence bir dindar için cehennemden daha büyük korku bu “sevgiyi” kaybetme korkusu olur.

Dindarlar “Allah korkusu” dediklerinde ben “cehennem korkusunu” anlamam, ben “O’nun sevgisini kaybetme korkusunu” anlarım.

Kendisini, kendini yaradana böyle yakın hisseden birinin davranışları nasıl olur peki?

Bu sevgisini “herkese” gösterip, herkese kanıtlamaya mı uğraşır yoksa bu “sevginin” O’nun tarafından görüleceğine duyduğu güven ve olgunlukla mı davranır?

Ben, “cevapları” bırakın sadece bu “sorularla” yetiştirilecek dindarların bile vicdandan, dürüstlükten, adaletten bir nebze sapamayacaklarına eminim.

Bu konuları konuşmayı seviyorum ben, ortada görünür hiçbir neden olmasaydı da bunları konuşmak isterdim, din âlimleri bana bilmediklerimi anlatsın isterdim.

Ama bütün bunları konuşmamızı gerektiren “nedenler” de var.

Bu nedenlerden en önemlisi bugün ülkemizde “dindarların” iktidara sahip olmaları.

Ayrıca “dindarlıklarının” görünmesine de beni şaşırtacak kadar çok önem veriyorlar.

“Görünmezi görene” inanan birinin “görünürlüğe” bu kadar önem vermesi de beni hep şaşırtıyor.

Bundan da önemlisi bana her an, her yerde “dindarlığını” göstermek isteyen, dindarlığını bir flama gibi yüzüme doğru sallayan insanların “inançlarının” gereğini gerçekten yapıp yapmadıkları.

Dindarlığını insanların gözüne bu kadar soktuğunda insanlar da “sen gerçekten dindar mısın” diye sorma hakkına sahip olur.

“Yoksa günahların en büyüğünü işleyip dini başka gerçekleri saklamak için mi kullanıyorsun?”

Bakın, dün dindarların on yıldır yönettiği bu ülkede genç insanlar, başbakanın önünde pankart açtıkları için “sekiz yıl” hapse mahkûm oldular.

Sadece pankart açmışlardı.

Bu ceza, vicdana, adalete, dürüstlüğe uygun mu?

Bir başkasına değil kendinize söyleyin, bu ceza sizin vicdanınızı hiç mi yaralamıyor?

Kürtajı yasaklamak isteyen, “doğmamış çocukların hayatlarını” önemseyen insanlar, “doğmuş” olanların hayatlarını bu kadar rahat mahvedebilir mi?

Samimiyete uygun mu bu davranış?

Çocuklarımıza dini gerçekten iyi öğretseydik, dindarlık gerçekten “Allah korkusuna” dayansaydı, dindarların yönettiği bir ülkede genç çocuklara bu ceza reva görüldüğünde bu ülkenin dindarları bunu sessizlikle mi karşılardı?

Diyelim ki benim bunu sormaya hakkım yok.

Ama sizin kendinize bunu sormaya hakkınız var.

AHMET ALTAN /  08.06.2012

Şiirlerle Şenlendik - 45. Bölüm

ŞİİRLERLE ŞENLENDİK - 45. BÖLÜM

"Şiirlerle Şenlendik" adlı yazı dizimizin 45. bölümünü
siz ziyaretçilerimize sunmanın kıvancını yaşıyoruz!
kosektas.net

Şair Dr. Salim ÇELEBİ

19 Şubat 2016, Cuma

Şiirlerle Şenlendik, 45 - Hayatın Anlamı

İlkokulda öğrenmiştik canlılarla cansızlar arasındaki farkı: Cansızlardan farklı olarak canlılar; doğarlar, ürerler (yerlerine yeni nesil bırakırlar) ve ölürler. Canlıların doğumu ve üremesi konusunda yetişkin her birey az buçuk fikir sahibi. Ölüm ve sonrasındaki yaşam konusunda ise, ileri sürülenler muhtelif. Ölüp de geri dönen olmadığı için; kaynağı ne olursa olsun, söylenenler sadece öngörülerden ibaret. Rivayet muhtelif yani.

Ölüm sonrası gibi soyut olaylarla değil de hayatın gerçekleriyle daha çok yüzleşmemiz gerekiyor. İster istemez şu soru geliyor akla: Hayatın anlamı nedir: Para mı? Kariyer mi? Şöhret mi?

83 yaşında olmasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun olan Kezban hanım için; hayatın anlamı ne?

6 ay önce ayrıldığı eşini, sokağın ortasında vurarak öldüren, 2 çocuk sahibi 24 yaşındaki Hakan Karadağ için; hayatın anlamı ne?

Kadınlar tarafından vurulup öldürüldüğü zaman cennete gidemeyeceğine inanan ve rastladığı her Alevi’yi öldüren Işid militanı için; hayat ne anlam ifade ediyor?

Ayetullah Humeyni olduğuna inanan bir akıl hastası için; ne olabilir hayatın anlamı?

Karın doyurarak hayatta kalmak dışında, bir anlamı olmalı hayatın. Şekillenerek dönem dönem değişebilen ve kişiye, ”ben de varım” dedirtebilen bir anlam.

“Bana ne?” diyerek, kendisini toplumsal olaylardan soyutlayan birey…

“El ile gelen düğün bayram” felsefesiyle, sesini çıkarmayan yurttaş…

Örgütlenmeden ürküp, korkan kamu çalışanı…

Rant uğruna doğanın tahribatına seyirci kalanlar…

Sömürüye, savaşa ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmeyenler…

Sorum sizlere: Nedir hayatınızın anlamı?

Bu hayat bir kez sunuldu bizlere: İkincisi veya tekrarı yok. Yarın çok geç olacaktır her birimiz için. Mesleğimiz dışında anlam katmalıyız hayatımıza: Doğamız, kendimiz ve diğer insanlar için.

Bir anlamı olmalı hayatın; evet, bir anlamı…

GİDERAYAK

Giderayak işlerim var bitirilecek,

                          giderayak.

Ceylanı kurtardım avcının elinden

ama daha baygın yatar ayılamadı.

Kopardım portakalı dalından

ama kabuğu soyulamadı.

Oldum yıldızlarla haşır neşir

ama sayısı bir tamam sayılamadı.

Kuyudan çektim suyu

ama bardaklara konulamadı.

Güller dizildi tepsiye

ama taştan fincan oyulamadı.

Sevdalara doyulamadı.

Giderayak işlerim var bitirilecek,

                         giderayak

                                   Haziran 1959


Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima