Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam96
Toplam Ziyaret711317
Cadı Kazanı

Amerikalı oyun yazarıArthur Miller” tarafından 1953 yılında yazılan Cadı Kazanı”, 1692 yılındaki “Salem Cadı Duruşmaları”ndaki olayları araştıran tarihi bir dramadır. Miller, Amerika'daki, 1940'lı yılların sonunda başlayıp 1950'li yılların sonuna değin süren, “McCarthycilik Dönemi”ni teşhir etmek için Salem Cadı Duruşmaları’nın kirli ortamını kullanır, 1950'lerdeki kitlesel histerinin tehlikeleri ve masum hayatların yok edilmesi konusunda uyarıcı ip uçları verir.

Cadı Kazanı, Massachusetts Eyalei'nin 
Salem kasabasında, bir grup genç kızın bir ormanda, toplum tarafından büyücülük olarak algılanan bir şeyi dans eşliğinde yaparken yakalanmasını konu alıyor. Cezalandırılmaktan korkan kızlar, kimi kasaba sakinlerini büyücülük yapmakla suçlamaya başlarlar ve bu da çılgınca suçlamalara ve tutuklamalara yol açar.

Örneğin, saygın bir çiftçi olan John Proctor, eşi Elizabeth'in cadılık yaptığı gerekçesiyle suçlanmasından histeriye kapılır. Ne ki sonunda kendisi de cadılık yapmakla suçlanır, kızların yalanlarını ifşa etme girişimlerine rağmen, suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırılır.

Oyun, kitlesel histeri, korkunun gücü, gerçeğin önemi ve kontrolsüz otoritenin yaratacağı kaos temaları araştırıyor. Karakterlerin karşılaştığı ahlaki ikilemleri ve cadı yargılamalarının toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini canlı bir şekilde tasvir ediyor.

Cadı Kazanı, genellikle bireylerin yeterli kanıt olmadan komünist olmakla suçlandığı Amerika Birleşik Devletleri'ndeki McCarthycilik Döneminin bir alegorisi olarak görülüyor. Miller, cadı ve McCarthy davalarını, o dönemde Amerikan toplumuna hakim olan korku ve şüphe iklimini eleştirmek için bir metafor olarak kullanıyor.

Oyunun kilit karakterlerinden biri olan John Proctor, bireysel vicdanın ve adaletsizliğe karşı duruşun sembolü olarak hizmet veriyor. Yalan yanlış itiraflarda bulunmayı reddetmesi ve gerçeği ortaya çıkarma çabası, yaklaşmakta olan tehlike karşısında bile ahlaki bütünlüğün önemini vurguluyor.

Oyun aynı zamanda kitlesel histeri temasını ve bunun masum hayatların yok olmasına nasıl yol açabileceği temalarını da irdeliyor. Kızların ilk suçlamaları kasaba halkı arasında zincirleme bir korku ve paranoya reaksiyonuna neden oluyor ve bu durum herkeste herkesin delil olmadan suçlanabileceği endişesi yaratıyor.

Dahası Miller, kontrolsüz otoritenin ve adalet sisteminin manipülasyonunun tehlikelerini tasvir ediyor. Yargıçların sahte tanıklıkları teşvik etmeleri, yargıyla çelişen kanıtları göz ardı etmeleri, mahkeme sistemini yozlaşmıştır. Adalet sistemine yönelik bu eleştiri, gücün kötüye kullanılması ve yasal sürecin önemi hakkında çoğu soruları gündeme getiriyor.

Genel olarak Cadı Kazanı, her çağda geçerli olan temaları araştıran güçlü ve düşündürücü bir kurgu. Kitlesel histerinin sonuçlarının, bireysel bütünlüğün ve gerçeğin öneminin yankı uyandıran tasviri, Cadı Kazanı’nı vazgeçilmez bir edebiyat eseri haline getiriyor.

Britannica l English Literature

Başkent Berlin - Lütfullah Çetin

ALMANYANIN ESKİ VE YENİ BAŞKENTİ BERLİN

Spree ve Havel ırmaklarının sarmaladığı bir ova üzerinde bulunan Almanya’nın eski ve yeni başkenti Berlin’de, yaşamı anlamlandırmak, güzelleştirmek
ve kolaylaştırmak için ihtiyaç duyulan her şey mevcut.

LÜTFULLAH ÇETİN



01.2013., Cumartesi l Almanya'nın Eski ve Yeni Başkenti Berlin l Lütfullah Çetin

Yıllık izinini geçirmek için Almanya’dan Türkiye’ye gitmiş hırpani kılıklı birine, “Almanya’nın başkenti Berlin’de gezilip görülecek yerler nerelerdir?” diye bir soru yöneltseniz, kendinden emin bir şekilde “Hiçbir yeri abi!” der ve Berlin ve Almanya hakkında demediğini bırakmaz; iç karartacak ve sizi karamsarlığa itecek bir yığın laf eder. Aslında biraz sabretseniz, o kimsenin, yıllardır Almanya’da yaşıyor olmasına rağmen, Almanya’dan bihaber olduğunu anlarsınız.

Oysa, Spree ve Havel ırmaklarının sarmaladığı bir ova üzerinde bulunan Almanya’nın eski ve yeni başkenti Berlin’de, şu dünyadan gelip geçerken, yaşamı anlamlandırmak, güzelleştirmek ve kolaylaştırmak için ihtiyaç duyulan her şey mevcut.

Sahip olduğu çok sayıdaki müze ve sanat galerileri ile her yıl milyonlarca ziyaretçinin akınına uğrayan Berlin’de, sadece “Museuminsel” (Müzeler Adası) adlı bölgede, beş ayrı müze bulunmakta ve bu müzelerin her biri dünyanın eski ve yakın tarihine ışık tutmaktalar. Kentin iki ayrı bölgesinde inşa edilmiş açık hava müzelerinden “Holocaust Denkmal“ (Holokost Anıtı) Nazi Döneminde Avrupa’da yaşanan ırkçılık dehşetini hatırlatmakta, “Bernauer Strasse” (Bernauer Caddesi) ise, 1961 yılından itibaren Berlin’deki hayatı neredeyse durdurma noktasına getiren duvar üzerinden, doğudan batıya yapılan kaçışlar sırasında yaşanmış zorluk ve acı kayıpları sergilemekte.

Kentin tam orta yerinde yer alan ve ortasından “Grosse Stern” (Büyük Yıldız) adlı büyük bir bulvar geçen 160 hektar büyüklüğündeki “Tierpark” (Hayvan Parkı) adlı yeşil alan Berlin’in oksijen deposu. İçerisinde beş ayrı kıtaya özgü, 8.000 civarında, 900 çeşit hayvanı barındırdığı söylenen Tierparkın içerisinde ve çevresinde Cumhurbaşkanlığı sarayı (Schloss Bellevue), Başbakanlık konutu (Kanzleramt) ile Federal Meclis Binası (Reichstag) bulunmakta. Tierparkın tam orta yerinde ayrıca, I. Dünya Savaşı’na dek Almanya’yı yönetmiş prens, kral ve imparatorların heykellerinin sıralandığı, 60 metre yüksekliğinde, bir Zafer Anıtı (Sieges Saeule) bulunmakta.

Tüm tarihi boyunca sayısız savaşlar ve talanlar yaşamış, Otuz Yıl Savaşı sonrası yerle bir edilmiş, I. Dünya Savaşı’nda büyük hasar almış, II. Dünya Savaşı sırasında yoğun bonbardıman ve zorbalığa maruz kalmış, daha sonrasında da dörde bölünmüş bu kent, her defasında da yeniden ayağa kalkmayı başarmış.

1961 yılında, kente hükmeden müttefikler arasında artan gerginlik sonucu, doğu ve batı sınırı boyunca örülen utanç duvarının (Berliner Mauer) 1989 yılında yıkılmasıyla birlikte, yeniden yapılanma projeleri çok hızlı bir şekilde uygulanarak, kentin görünümünü ve kent insanının yaşamını değiştirecek yaygınlıkta yapılar yapılmış, bölünme sonrası batıya nazaran oldukça geri kalan doğu tarafı kalkındırılarak batı tarafının seviyesine ulaştırılmış.

Yeniden birleşme yılı olan 1989’dan beri Federal hükümetten alınan büyük miktardaki para yardımlarının yerinde kullanılması, ulaşım sorununu kökten çözdüğü gibi, kenti daha gösterişli kılmış. Federal hükümetten sağlanan bu yardımlar, kentin adeta göz bebeği durumundaki “Brandenburger Tor” (Brandenburg Kapısı) adlı anıttan tutun, kentte bulunan tarihi binaların tümünün tamiri, Berlin İstasyonu (Hauptbahnhof)’nun inşası ve ulaşım ağının örülmesi için harcanmış.

Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” diyerek diyalektik değişimi farketmiş ilk düşünür Karl Marx başta olmak üzere, kente sayısız mimari kazandırmış mimar Karl Friedrich Schinkel, filozof Hegel, Berlin belediye başkanlığı da yapmış Almanya eski başbakanı Willy Brandt, Türk mimar Doğan Kuban ve daha birçok düşünür ve sanatçıya ev sahipliği yapmış bu kentteki düzen, tertip, temizlik ve ulaşım kolaylığını, ne Paris, ne Londra, ne de Madrid’de görebilirsiniz. Kentin her bir köşesi pırıl pırıl, kentteki ulaşım ise hızlı, güvenli ve konforlu. Toplu taşıma araçlarına biniş ve inişler tamamıyla engelsiz. Bir noktadan diğer bir noktaya gitmek için beklenen taşıtın gelmesi en fazla iki üç dakika sürmekte. Yer altından (U-Bahn - Metro), yer düzeyinden (Bus & Strassenbahn – Otobüs & Tramvay) ve yer üstünden (S-Bahn – Hafif Raylı Tren) yapılan taşımacılık, ulaşımı hızlı, rahat ve kolay kılmakta. Berlin'den Almanya'nın diğer kentlerine olan ulaşım ağı ise, kent içi ulaşımda olduğu gibi, dünyada benzeri olmayan bir zenginlikte. Berlin’in Almanya’nın diğer kentleri ve dünyayla olan bağlantısını üç karayolu, üç demiryolu, üç havayolu koridoru ve iki suyolu sağlamakta.

Berlin’in meydanlarını ve o meydanlarda geçirilecek zamanın hoşluğunu anlatmaya ise kelimeler kifayetsiz kalır. “Branderburger Tor” (Brandenburg Kapısı) anıtı önündeki Pariser Platz (Paris Meydanı), Potsdammer Platz (Potsdamm Meydanı) ve Alexander Platz (Alexander Meydanı) adlı alanlar trafiğe kapatılarak tamamen yayalara ayrılmış. Günün her saatinde tıklım tıklım insan kaynayan bu meydanlar, helal - haram takıntınız yoksa, bir fincan Glühwein (şeker ve baharat karıştırılarak ısıtılmış şarap) eşliğinde bir Bratwurst (sosis) yiyerek açlık gidermek ve orada karşılaşacağınız insanlarla sohbet etmek için en elverişli mekanlar.

Bir gün olur da Berlin’e gitmeye karar verirseniz, gezinizi Noel’e denk gelecek şekilde ayarlamanız, Adlon Hotel’de konaklayarak Alman mutfağının leziz yemeklerini Alman şarapları eşliğinde tatmanız, sabahları erkenden, akşamları da yemekten sonra Tierpark’ta yürüyüş yapmanız, Grosse Stern Bulvarı’nı bir kez olsun baştan sona yürümeniz, Federal Meclis Binasının kubbesine çıkarak Berlin’i tepeden seyretmeniz, Brandenburger Tor Anıtı ve çevresinde hoş vakit geçirmeniz, Alexander Platz’a her gün uğramanız, Holocaust Mahnmal ve Bernauer Strasse’deki açık hava müzeleri ile müzeler adasındaki eski ve yeni müzeleri ziyaret etmeyi unutmamanız tavsiye olunur.

Berlin’i en iyi, iyi bir Berlin aşığı olan, Berlin’in bir önceki belediye başkanı Klaus Wowereit tanımlıyor:

"Immer in Bewegung, arm, aber sexy – Berlin ist alles, was man braucht!"

"Hep hareket halinde, yoksul, ama seksi - Berlin ihtiyaç duyulan her şey!"

Lütfullah Çetin l Almanya'nın Eski ve Yeni Başkenti Berlin l 12. 01.2013, Cumartesi


Yorumlar - Yorum Yaz
Köy Enstitüleri


Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı, akıl ve bilimsellikten uzak, körinançlar bütünü halindeki safsatalardan
arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.



Köy Enstitüleri hareketi; Atatürk’ün ortaya koyduğu akıl ve bilimin öncülüğündeki, bilimsel dünya görüşü doğrultusunda, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde, İsmail Hakkı Tonguç’un yaratısı, özel bir pedagojik öğretim metodu içeren, Türk köylüsü ve toplumuna özgü, Rönesans ve aydınlanma hareketiydi.

Türk köylüsü, asırlarca ihmal edilmiş ve ona en ufak hizmet bile sunulmamıştır. Aslında Türk köylüsü zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak, ne yazık ki, Türk köylüsünün bu özelliği, Osmanlı döneminde, değerlendirilememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik güç sayesinde, 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, yoksul kalmış, ancak varlığını Osmanlı İmparatoprluğuna adamaktan geri kalmamıştır.

Osmanlılar, Türk köylüsüne hizmet götürecekleri yerde, Arap – İslam ideolojisinin, kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışmıştır.
Köylülerimiz, hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağımlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden köylülerimiz, altı yüz yılı aşkın bir zamandan beri, hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varamadan, kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar, bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Köylülerimiz, asırlardır; sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulagelmişlerdir.

Asırlardır köylülerimiz, vergi almaya, düşmana karşı savaş alanında kaynak olarak kullanılmaya yönelik canlı bir araçtı. Mutlu olmak şöyle dursun, insanca yaşamaktan uzak, köle gibi kullanılmak ve öyle yaşamak, köylülerimizin ve halkımızın değişmeyan kaderiydi. Dinsel yorumcu ve kadercilere göre, sanki Allah, onlara, ölünceye dek, hep köle gibi bir yaşam biçimi çizmişti.  Zavallı köylülerimize ve halkımıza bu anlayış ve yanlışlar Allah buyruğu olarak gösteriliyordu. Bu buyruk köylülerimize özel olarak Allah tarafından gönderilmiş bir “ilm-i ilahi” olarak kabul ettirilmiş ve köylüler, ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamının mutluluğu ile aldatılagelmişlerdir.
Köy Enstitülerinin öncelikli amacı, köy insanını hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına insafsızca istismar etmesin, köylülere köle ve uşak muamelesi yapamasın diye, köylüye kendi öz haklarına sahip çıkabilecek, demokratik haklarını elde edebilecek bilincin kazandırılmasını sağlamaktı.
Tarım alanında dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci etkinlikleri yapacak köy insanının yaratılması sağlanacaktı. Bu nedenle, kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik feodal sömürüye, yani toprak ağalığına karşı bilinçlendirilmesi zorunlu hale gelmişti. Bu bilinç ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi. Bu nedenle eğitimin, Atatürkçü, akıl ve bilim doğrultusundaki bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınması sağlanacaktı.
Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri yüksek bölümüyle, yirmi bin öğretmeniyle, yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçıları ile Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin eğitimi – öğretimi Köy Enstitüleri eğitim metoduna dönüştürülecekti.
Köy Enstitüleri’nin amaçlarından en önemlilerinden biri de, Türk köylüsünü ve halkını; Arap halkının inanç ve geleneklerine bağlı, Ortaçağ Arap İslam Uygarlığı’nın oluşturduğu, Kuran düzenlemesi ile, Eş’ari’nin akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik, sözde, Allah tarafından (ilm-i ilahi) gönderildiği söylenen Arap ulusçuluğunun yaratmış olduğu kültür ve uygarlığına bağlı olarak yaşamaktan kurtarmaktı. Böylece, Köy Enstitüleri eğitim kuruluşları ile, kendi öz ulusal kültürümüzü oluşturarak, akıl ve bilimin öncülüğünde, kendi uygarlığımızı yaratmaya yönelik amacın yaşama geçirilmesi sağlanacaktı.

Batı tarihinde Fransa’da uygulandığı gibi, ne acıdır ki, Türk köylüsü ve halkına da uygulanmış olarak değerlendirilen Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayı, yani köylünün ve halkın toplumsal gelişmesini engelleme yolu ile devleti daha rahat yönetme düşüncesi, Osmanlı döneminde de yaşanmıştır.
Köy Enstitüleri hareketi ile, köylünün ve halkın üzerinde yaşatılan Obskürantizm ve Obstrüksiyon uygulamasına son veriliyordu.

1950 DP (Demokratik Parti) döneminde de, aynı anlayış uygulanmaya konmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri‘ni kapatmak, Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayının ta kendisidir. Bu uygulama ile köylünün bilinçlenmesi önlenmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’nin etkinliği ile uyanan köylüler, kendi öz haklarına sahip çıkmaya, toprak ağaları ve köylüyü sömürmeye alışmış egemen sınıf ve devlet yöneticilerinin rahatı ve mutluluğu bozulmaya başlayınca, mutlu ve egemen kesim, Köy Enstitüleri’ne karşı cephe oluşturmuşlardır.

Köy Enstitüleri’ni kapatmak için çeşitli iftira ve entrikalar oluşturulmuştur. DP’li bir milletvekilinin Konya ilinin Durlas köyü halkına yaptığı konuşma şu şekildedir:

“Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar. Bu nedenle, kız erkek birlikteliğinden dolayı, fuhuş olayı yaşanmaya başlanmıştır. Biz, DP iktidarı olarak, Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarınızı erkeklerden ayırdık. Onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde topladık. Böylece kızlarınızın namusunu kurtardık.”

DP iktidarı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla birlikte; 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlayan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlayarak, Arap kültür ve uygarlığına yeniden dönüşün yolunu açmış, böylece Türk köylüsü ve halkının uyanışı önlenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Musa Kâzım Yalım,

1950 - 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu.

05. Ocak 2011