04 Mayıs 2012
Hırvatistan’ın Dubrovnik kenti, bir zamanlar çok sık makiler ve gür meşe ormanlarıyla kaplı olduğu söylenen, 412 m yükseklikteki Srd (söylenişi Sırc) adlı bir tepenin hemen altbaşında, Lokrum adasına sadece 700 m uzaklıkta ve denize sıfır bir noktada yer almakta.
Sert kayalıkların üzerinde büyüyen bir kent görünümü ile insanı büyüleyen Dubrovnik, büyük bir olasılıkla, İliryalılar zamanında, o zamanki adıyla Epidaurum, şimdiki adıyla Cavtat adlı yerleşim bölgesinden, soyulup yağmalandıktan sonra, sürgün edilen insanlar tarafından, İ.S VII. yy başlarında kurulmuş.
Hırvatlar tarafından; Aziz Vlaho’nun avuçlarındaki mücevher, Avrupa Medeniyetleri içerisinde evrensel ruh yüceliğinin sembolü, özgür düşüncenin, insansal ilkelerin, bilimsel, kültürel ve sanatsal refahın devamlılığı, Hırvatistan’nın dünyaya açılan penceresi olarak tarif edilen Dubrovnik’in insanın dikkatini çeken en büyük özelliği, bin yıllık tarihi süresince, çok az bir nüfusa sahip olmuş olmasına rağmen, sınırları içerisinde yaşayan insanlara maddi ve manevi refahı sağlamış ve hemen hemen her alanda seçkin ve yaratıcı insanlar yetiştirmiş olmayı başarmış olmasıdır. Dubrovnik sınırları içerisinde yetişmiş birçok bilim ve sanat insanı, bilimsel, kültürel ve sanatsal alanlardaki başarılarıyla Hırvatistan’ın tarih ve kültürünü yaratmışlar. Mimarlık, Astronomi, resim sanatı, müzik, şiir ve bilimle uğraşan Dzora Drzic, Mavro Metranovic, Ruder Boskovic, Dzivo Frano Gundulic gibi insanlar, Dubrovniklilerin tarihine zenginlik ve renk katmışlar.
Dubrovnikliler, varolmanın, özgür kalabilmenin, kültürel ve sanatsal düşünmenin bedelini, çok pahalı da olsa, ödemekten hiçbir zaman kaçınmamışlar. Varlıklarını sürdürebilmek, özgür kalabilmek için, Venedikliler ile Osmanlılar tarafından istenen vegi ve haracı kuruşuna varana dek ödemişler. Varoluş ve özgürlük ilkelerini, “Non bene pro toto libertas vendirur auro” (Özgürlük, dünyanın bütün altınları karşılığında bile satılmaz!) olarak belirlemişler ve bu ilkelerine yüzyıllar boyu sadık kalmışlar.
17. yüzyılın ortalarında yaşadığı yıkıcı depremden sonra tamamen yıkılan kentte sadece iki ila üç bin arasında insan hayatta kalabilmiş, çok sayıda el yazması, sanat eserleri ve diğer paha biçilmez varlıklar tamamen yok olmuş. Depremin yarattığı yıkım, yıkılan kentin tamamen terkedilmesi ve başka bir yerde yenisinin yapılması düşüncesini bile doğurmuş. Ançıp, tüm bu düşüncelere rağmen, yıkılan kentin onarılması düşüncesi daha ağır basmış ve onca olanaksızlığa rağmen kent restore edilerek baştan sona yenilenmiş.
1991-1992 yılları arasında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan savaşta kent büyük bir bombardımana maruz kalmış. Sırc Tepesi’ne konuşlanan Sırplarla Karadağlılar kente onbinlerce bomba yağdırmış, bir çok binayı yerle bir etmişler. Savaşın hemen sonrasında gerek UNESCO, gerekse Avrupa Birliği ülkeleri Dubrovnik için büyük kaynaklar akıtmış ve kent tamamen yeniden yapılandırılmış.
Dubrovnik, sabahtan akşama dek su kenarında güneşlenmek, açık büfe önünde yemek sırası beklemek, “kahve ve pasta hazır!” ve benzeri duyuruları dinlemek ya da gidip geldikten sonra eşe, dosta; “Biz, Dubrovnik’e tatile gittik!” diye böbürlenmek için gidilip gelinecek bir kent değil! Tüm bunların aksine, Pile Kapısı‘ndan kentin içine girerek Star-i Grad'daki tarihi dokuyu yaşamak, tamamen yayalara ayrılmış sokaklarda gezmek, daracık sokakların sunduğu serinliği ve dinginliği tadmak, Aziz Vlaho Kilisesi’nin, Knez Sarayı’nın, Büyük ve Küçük Onotario Çeşmeleri’nin, Orta Çağ Şovalyesi Orlando'nun Sütunu’nun, Saat Kulesi’nin, özgürlüğün büyük şairi Ivan Gundulic'in Anıtı’nın eşsiz mimarilerini özümsemek ve en önemlisi de, savaş, cehalet ve zorbalığın hüküm sürdüğü karanlık Orta Çağ yıllarında, sınırları içerisinde barındırmış olduğu onca az nüfusa rağmen, dünya çapında bilim insanları, resim sanatçıları, Barok ustaları yetiştirmiş olan, bilim, sanat ve özgürlük aşığı Ragusalılara hayranlık ve saygı duymak için gidilip görülmesi gereken bir kent!