Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam107
Toplam Ziyaret774053
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Köşektaş Çobanlama

 Kuddusi Şen'in çekmiş olduğu 3 ayrı fotografın birleştirilmesiyle elde edilmiş bir Köşektaş fotografı

Kuddusi Şen'in, 2000'li yılların başında, çekmiş olduğu üç ayrı fotografın birleştirilmeleriyle elde edilmiş bir Köşektaş fotografıdır.
kosektas.net

KÖŞEKTAŞ PASTORALİ

Şair Dr. Salim ÇELEBİ

İnsanın bir zamanlar doğup büyüdüğü yere sevdalanmasının da bir bedeli olsa gerek. En azından o yer ve yöresine yaraşır bir şiir veya yazılar yazması, veya o yer ve yöresini görselleyen fotograflar çekmesi, veyahutta o yer ve yöresine ait bir efsaneyi, yazıya yansıttıktan sonra, kendine has bir hünerle de süsleyip püslemesi gibi...

Köşektaşlı Şair Dr. Salim Çelebi, çoğumuzun hayatının baharını yaşadığı Köşektaş ve Yöresi‘ni, kendine özgü biçem, berrak ve kıvrak dili ile, destansı bir şiirle anlatmış. Baştan sona Köşektaş kokan bu şiiri okudukça,  Köşektaş ve Yöresi'nin akla fikre sığmaz bir güzellikler dünyası olduğunu algılamanız, daha da keskinleşiyor...

Alın size; taşı tozu toprağı, çiğdemi çalığı çiçeği, yiyeceği içeceği yakacağı, balı şekeri kaymağı, buğdayı bulguru hediği, işi gücü ırgatlığı, baharı yazı sıcağı, kışı ayazı soğuğu, varlığı yokluğu kıtlığı; aydınlık yüzlü insanları, özlem ve aşk dolu türküleri ile çok etraflı bir Köşektaş pastorali...

Şu an bu satırların yazılmasına neden olan şiiri bize kazandıran şair Dr. Salim Çelebi’ye, sayfamıza sağladığı renklilikten dolayı çok teşekkür ediyor, şiir alanındaki başarılarının devamını diliyoruz! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Bilgi: Bu şiirin 10 ayrı nüshası, yaşamlarını dünyamızın değişik bölgelerinde bilgisayar ve Internet ortamından yoksun olarak sürdürmekte olan  köylülerimize posta kanalıyla ulaştırılmıştır. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası 

Şair Dr. Salim ÇELEBİ

Çabalama, sen bilemezsin sevgili!

Suçun değil senin, yaşamadın ki oralarda bilebilesin;
iyisi mi okuma sen bu şiiri!
Tuhaf gelir sana ilk kez duyacağın sözcükler,
okuyacakların senin sözlüğünde yok ki!
Otobüste gördün seyahat ederken belki
belki de TV de seyrettin
ama varlığını hissetmedin, hissettirdin!
Sen bilemezsin sevgili,
içi kerpiç, dışı taş
ve kalınlığı yarım kulaçtır evlerin duvarlarının:
Yağız atların kişnediği “Han Duvarları” gibi!
Üstü çatısız
odalarının çoğu kapısız
ve tüm sokakları
doğadan alır sağlamlığını:Toz, toprak ve taş.
Bolluk ve bereketin adıdır
doğduğum köyüm, Köşektaş:
Anadolu’nun, ana dolu köylerinden biri...
Sen anlayamazsın sevgili,
hayran olduğun papatyaların en gözdesi
gülümseyerek göz kırpar,
menekşelerin en moru açar
ve kuzu güdülür kırlarında çiğdem ve çalık toplayarak
üstelik de çıkın belde ve yalınayak!
Her bahar akşamı
sevinçle karşılar köye yaklaşan sürüyü çocuklar
ve kucakta taşınır yeni doğmuş kuzular.
Müjdelenir,
fakat yoktur ki versin kuzu sahibi para:
Birkaç yumurta
veya buğday alınır bir urupla:
Toka, firkete veya sakız alır müjdeyi veren kız;
şeker, bisküvi veya balon alır oğlan...
“Garip” denir yabancıya,
korunur, gözetlenir;
garipleri vardır uzaklarda
hasret çekilir Almancıya!
Kış gelir, köşger gelir;
okuntu gelir, köçek gelir;
bahar gelir, nalbant gelir.
Kunnar atlar
karabaş kuzular otlar
yayılır davar
ballanır arılar
ve koşulur tay.
Yazın bir başkadır kışın bin başka!
Töngü yapılır kurumuş yoncadan,
ekinler gelmiştir artık aşka
özenle bilenir; bıçak, orak, tırpan.
Baharla şaha kalkar tabiat.
Firik ütülür, fiy toplanır;
kangal ve kenger toplanır
ve gelinciklerle süslenir keliler.
Yağmazsa yağmur ve başlarsa kıtlık
inan ki onlar da en az senin kadar öfkelenirler.
Önce açılır bağdaki her bir çubuğun gözü
sonra bellenir boydan boya;
sevgili,
yiyebilmek için üzümü doya doya
örnek almak zorundadır herkes birbirini.
Erotiktir
her akşam taşsız külle ve özenle yıkanır lamba şişesi
ve her zaman konuklara ayrılır
odaların en baş köşesi.
Adıyla çağrılır her bir koyun, tavuk, inek;
yedi renge boyanır koçlar
ve öküz koşulur kağnıya, arabaya at veya eşek.
Evrilir, çevrilir, yoğrulur emek:
Tarlada yığın
meydanda düğün
koyunda yün
ve sofrada öğün olur.
Yaba elde
tınaz savrulur hafif esen yelde,
bir yanda “ceç” bir yanda saman;
kaşınır ve “el aman” der samanı tırmıkla toplayan!
Şayet samanın çoksa ve koyacak yerin yoksa
tek çözümü vardır bunun, loda:
Konik konik
ve üstü toprakla örtük
saman dolu yan yana onlarca oda!
Kış bastırmadan
çorak getirilir at arabasıyla ta yirmi beş kilometre öteden,
serilir dama; lolanır
ve tek tek temizlenir damdaki her bir çörten.
Hayret etme sevgili,
malamat olmamak için konu komşuya
çok çalışmalıdır herkes “birbiri gibi!”
Otuz yıl kadar önce
iki ilkokulu ve bir de ortaokulu vardı
ve her sabah öğrenciler okula
koltuk altlarında kitap ve kerme taşırlardı.
Tezek değil, kerme götürülürdü okula:
Büyükbaş hayvanların doğal dışkısıdır tezek
ve yazıda
sürünün otladığı yerlerden toplanır tek tek.
Oysa büyük başların dışkısından yapılır kerme
ve taşınarak ahırdan geçgereyle; kurtulur, sobada yakılır.
Mıh derler koyun ve keçininkine;
samanla karıştırılır, saçma olur ve tandırı ısıtır:
Yufka, kömbe, bazlama yapılır...
İnan ki sevgili,
ölene dek damağında kalırdı
keşke sen de benim gibi yiyebilseydin giliği!
Şıralarla dolup taşar teştler,
bağ bozumudur mevsim
harlanır ocakta ateşler;
kavuştuğu toprakla
kaynar, pişer ve pekmezleşir şıra.
Sızgıt veya tike denir kavrulmuş ete
ve saklanır, kışın yenir
muhtaç olmamak için muhannete,
bildiğin gibi değil
çok lezizdir sızgıt, çabuk tükenir.
Dam başında
kaymak kurutulur sinilerde, tarhana sapta;
ne getireceği belli olmaz kışın
yokken hiç hesapta
aç ve açıkta kalabilir horanta!
Aylarca sürer kışa hazırlık,
hedik olur kazanda kaynatılan buğday
ve didik didik dövülür sokuda:
Dört delikanlı
karşılıklı ve hep aynı sırayla savururlar tokmağı:
Zedelenir buğday taneleri;
düğürcük olur, bulgur olur, aş olur.
Önce, taşından tek tek temizlenir dövülen hedik
ve sonra da kepeği savrulur.
Her gece
imece düzenler farklı bir evde
ve bulgur çeker genç kızlar:
Ezerler minik iki değirmen taşı arasında hediği,
imeceyle bulgur çekme; önemli günlerdendir
yeni yetmelerin dört gözle beklediği!
Türküler yakılır, mâniler söylenir
ve “kele kız...”la başlayan
deyişlerle
“siniye koyulur” birbirini seven kız ve oğlan:
İlan edilir aşkları
ve kem gözle bakamaz artık o kıza başkaları.
Bahar beklenir kışın
ve heyket anlatır yaşlılar tandır başında:
Isınmak için sımsıkı sarılır dinleyenler tatlığa
çünkü daha aylar vardır
“kör olasıca” dört gözle beklenen ırgatlığa!
Damla damla damıtılır torbada yoğurt
ve yayıkla ayranlaşır,
bağlanmıştır ağzı
zarar veremez yitik hayvanlara kurt.
Bizim orda da baş bağlanır:
Sıkma baş, sarkma baş, takma baş değildir yapılan:
Hani sever de birbirini
tutkudan
közlenir ya kız ve oğlan,
sözlenir ve imlenirler işte.
Ya yaşı küçüktür
ya askere gidecektir
ya da yoktur başlık parası.
Aynayla işaretleşir
ve şavkıyla dertleşir başı bağlılar.
Canın yongasıdır, yiterse mal
dedim ya kurt ağzı bağlanır!
Un öğütülür çuval çuval, ağzı bağlanır.
Mahsulle doldurulur haral, ağzı bağlanır.
Doğurur mal, ağız yenir ve ağızlar ballanır...
Saya donatılır kış ortasında:
Bolluk ve değişim simgelenir, kovulur kötü ruhlar!
Atalarımız söylüyorlar, kökeni sayanın
bin yıl önceki stepleriymiş Orta Asya’nın:
Göç, göçebe, atlar ve kımız.
İlerici, çağdaş ve demokrattır köy halkımız:
Emekle yoğrulur
emeği savunur
emek için savrulur!
Yıllardır süregelen bir töresidir her iki köyün
ve güç gösterisidir gençlerin:
Farklılaşılır bayramda
ve taşlaşılır Kızılağılla!
Komşudur her iki köy,
hem “herikli”’dir oymakları
hem de çarıklıdır ayakları.
Türküler yakılır; özlem dolu, aşk dolu:
“Bir başkadır çeşmesinin su sesi,
Sağ elinde cıngıl, solda helkesi.
Salınması sarhoş eder herkesi,
Ufkunda gül açar her dem KÖŞEKTAŞ.”


Yorumlar - Yorum Yaz
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL