Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam89
Toplam Ziyaret787443
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ

İlkokulumuz ve Arkadaşlarımız - Dr. Salim Çelebi

 
 

 KÖŞEKTAŞ’TA DÖRT MEVSİM

IV-  İLKOKULUMUZ VE ARKADAŞLARIMIZ

Dr. Salim Çelebi


Beni de Köşektaşımızın çoğu insanı gibi Yahya Öğretmen okuttu: Yahya Doğan.

Okulumuzda iki öğretmen vardı 1960’lı yılların başında: Yahya Doğan ve amcamın oğlu Fethi Çelebi.

Birinci ve ikinci sınıfı Yahya öğretmende; üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfı da Fethi öğretmende okumuştuk. Derslik sayısı azdı, birinci ve ikinci sınıflar bir derslikte; diğer üç sınıf da başka bir derslikte ders yaparlardı. Aynı derslikte eğitim gören üç ayrı sınıfa, yetişmek zorundaydı öğretmen!

Bugün bile, kalemtıraşların; Yahya Öğretmenimiz kadar düzgün kalem açacaklarına inanmıyorum.

Yetmişli yılların ikinci yarısında görmüştüm en son Yahya Öğretmenimizi. İstanbul’da, hem akşam lisesinde öğretmen hem de tıp fakültesinde öğrenciydim. Köye gelmiş olduğum bir dönemde yapmış olduğumuz bir sohbette, “Romatizmanın çaresini buldum.” demişti. Nasıl bulduğunu sorduğumda, “Her iki bacağım da yıllardır çok ağrıyordu: O kadar çok ilaç kullandım, fakat hiç biri de kâr etmedi. Önce bir arıdan başladım; sonra, iki, üç, dört, beş... derken kırk arıya kadar çıktım. Yani aynı anda diz kapaklarımı kırk arıya sokturdum. Ne ağrım kaldı ne de sızım.”

İlginç gelmişti bana, araştırdım; gerçekti söyledikleri: Amerika’da, çeşitli eklem hastalıkları için arı zehiri ampulleri vardı. İlkokul birinci veya ikinci sınıfta değildim, ama yine de bir şeyler öğretmişti Yahya Öğretmenim...

Yerli malı haftası düzenlenirdi her yıl okulumuzda: Başta yiyecekler olmak üzere, köyümüzde üretilen her şeyi götürürdük.Yiyecekler masalara yerleştirilir ve tüm köy halkı davet edilirdi okula.

Hoparlör sistemi yoktu köyümüzde, deller (Tellal) çağrılırdı.

İlgili kişi, köyün orta yerlerindeki bir dam başına çıkar ve yüksek sesle okurdu duyuruyu.

Dinleyenler duymayanlara söyler, herkese yayılmış olurdu ilan.

Bizleri kümelere ayırarak ders yapardı Fethi öğretmen. Her küme, dersin sonuna doğru soru sorardı bir diğer kümeye. Bilinemeyen soru sorulduğunda, gurur duyardı soruyu yönelten küme kendisiyle.

Bahar Bayramında geziye giderdik okul olarak. Bir gün önceden annelerimiz kumanyalarımızı hazırlar (Kaynamış yumurta, haşlanmış patates, yeşil soğan...) ve Kayaltı köyüne yakın bir yer olan “Pazarcık”a gidilirdi. Etraf köyler de gelirdi, oradaki mesire yeri olan çayırlığa.

Çeşitli yarışmalar yapılırdı gelen köy ilkokulları arasında.

İlkokul beşinci sınıfta; Saniye, Akkız, Refika, İbrahim Gülmez, Murat Güneş, Mehmet Çelebi, Baki Cesur, Tayyar Altıntaş, Şenol Şeref, Ali Ölgün, Talip Akdemir, Yücel Yıldız, Abidin Erdem ve Yüksel’le aynı sınıftaydık.

Ertan Akdemir bizden bir sınıf gerideydi ama iyi arkadaştık onunla.

Çalışkan bir öğrenci sayılırdım, ama şu anda düşünüyorum da içimizde en zeki öğrenci Murat Güneşti.

Bir de İbrahim Gülmez’i hiç unutamam: Bâli Amcanın oğlu İbrahim, saflığın, dürüstlüğün ve emeğin sembolü olmuştur benim için hep.

1967 veya 1968 yılında, evlerinde yangım çıkmıştı da tüm köylü söndürmüştük!

Çok iyi arkadaşlarımdan biri de Ali Ölgündü. Çok üzülürdüm ayaklarının durumuna. Çabuk sinirlense de çok temiz bir yüreği vardı. Umarım emekli olmuştur; Kırşehir Devlet Hastanesinde çalışıyordu yanılmıyorsam.

İlkokulumuzun tam karşısında Elvanların evi vardı. Elvan’ın küçük kız kardeşi Fahriye, en büyük topu olan arkadaşımızdı. Bayılırdık onun büyük topu ile oynamaya. Hınzır, her zaman vermezdi canımızın çektiği topu!



Yorumlar - Yorum Yaz
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak