Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam46
Toplam Ziyaret711949
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

KÖŞEKTAŞ’TAN PORTRELER

Dr. Salim Çelebi

2 - Ali Yılmaz ve Bam Teli

 Ali Yılmaz
Bizim Nasrettin Hocamız

Fotograf - Nazmi Ceyhan 


Komşumuzdu Ali Emmi.

Nereden türediğini bilmiyorum, “Samcak” derlerdi lakabına.

Evimizin önünden geçen yolun (köyümüzün ortasından geçen yol) hemen altında “basma”mız, onun da altında Ali Emmilerin evi vardı.

Bu evin 20 metre kadar altında da yani Öz’e giden yolun sol tarafında bir de odası vardı Ali Emmi’nin. Gündüzleri ve akşamları eş, dost ve arkadaşlarıyla oturma odası olarak kullanılır; geceleri de orada uyurlardı son eşi Saniye Bacıyla.    

Az da olsa Saniye Bacıdan önceki eşini de tanırım.

Ali Emmi, herkesin sohbet etmekten haz duyduğu ender ve ilginç insanlardan biriydi.

Ali Emmiyi, komşumuz olmasından öte, evimiz yıkılıp yeniden yapılırken (1957,1958 yılları) üstteki evlerini 1yıl kadar bize vermeleri ve alttaki odada oturmaları nedeniyle çocukluğumdan itibaren tanırım.

Orta boylu, yapılı, yuvarlak yüzlü ve yüzüne çok yakışan bir sakalı vardı.

İkinci oğlu Ata, (Adını Atatürk’ten almıştır) çocukken geçirmiş olduğu “çocuk felci” hastalığı nedeniyle yürüme engelliydi.

4 -5 yaşlarındaydım. Evimizin önünde bir kalabalık vardı ve Mehmet amcam (Çelebi) fındık koymuştu cebime, bakkaldı zaten. O anda, orada bulunan insanların bana karşı ilgileri her zamankinden daha fazlaydı. “Bir acayiplik var, ama ne?” diye düşünürken, sezinlemiştim olacakları: Sünnet olacaktım! Başladım Öz’e doğru koşmaya. “Dur, kaçma!” diye düştüler mi peşime!  

Habire koşuyordum ama çok şanssızdım: Sol tarafımda Mahmut amcamın bahçe duvarı, sağ tarafımda öğretmenim Yahya Doğan’ın bahçe duvarı vardı ve tam karşıdan da Ata geliyordu. Arkadan, “Tut, yakala!” çığlıkları atılıyordu. İki elini yana açtı Ata. Sağa yeltendim, kaçamadım; sola yeltendim, kaçamadım ve kıskıvrak yakaladı beni.

Gerisi malum...

Yıllar sonra Kayseri’de okuyacaktık ve gerek İbrahim’in ve gerekse benim velimiz olacaktı Ata Ağabey.

Dama oynardık Ali Emmi ile. Pillerin içinden çıkan kömürle, orta çeşmenin başındaki veya evin önündeki düz bir taşın üstüne; çiziverirdik 16 kareden oluşan bir alanı. Dama taşı olarak, birimiz küçük doğal taşları; diğerimiz ise kiremit kırıklarını kullanırdık.

Kiremit kırıklarını daima Ali Emmi alırdı. “Benimle dama oynamak neymiş size göstereceğim! Bu kırmıtları burnunuza sokacağım!” derdi.

Genellikle biz yenerdik, ama bazen de yenilir ve kaçardık.

Nargile içerdi Ali Emmi. Bildiğim kadarıyla köyümüzün tek nargile içeniydi. Daha önceden temizlenmiş olan nargilenin cam haznesine suyu doldurur, marpuçlarını takar, tömbekiyi özenle sarar ve küllenmiş kömür ateşini koyardı üzerine.

Ali Emminin, odanın dışında, üşenmeden ve keyifle yapmış olduğu bu hazırlık; görenlere davetiyeydi aslında. “Nargile içeceğim, gelin, sohbet edelim.” demekti. Görenler de zaten anlarlardı bunu.

Babam, İbrahim Şen, Kâzım Yalım, Ali Uçar... doluşurlardı Ali Emminin odasına.

Çok iyi bilirlerdi, hassas olup ta kızdığı ve küfrettiği noktaları.

Sohbetin konusu ne olursa olsun, evirir çevirir ve Ali Emminin hassas olduğu konuya getirirlerdi. Komşumuz olması nedeniyle, zaman zaman böyle sohbetlere katılma fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum.

Bizim eski nüfus kâğıtlarımız çok yapraklıydı ve “İli” hanesinde Kırşehir yazardı.   

1950’li yıllarda Mecliste üç parti vardı: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi. Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Kırşehirli olduğu için, Kırşehir ilinde tüm oylar ona verilirdi. Bizim köyümüzdeki oyların da %90’ını alırdı Bölükbaşı. Bu durum, Demokrat Partinin hoşuna gitmediği için; Kırşehir ilini ilçe yaptı ve bu nedenle de ilçemiz Hacıbektaş Nevşehir’e bağlandı.

Daha sonraları parti genel başkanlığından ayrılan  Bölükbaşı, partisini başka ellere teslim edince; ne yapsın Ali Emmi kızmasın da?

“Ah, ah! Akıl mı var bende. Keşke ellerim kırılsaydı da ona oy vermeseydim!” diye bağırırdı avaz avaz.

Köyümüz dışında ilk okuyanlardan biri de Ali Emminin oğlu Hilmi Ağabeydi.

Nevşehir’de okutmaya çalışmış 1940’lı yıllarda oğlunu.

Savaş yılları...

Tüketimin karneye bağlandığı yıllar...

Hitler Faşizminin sınırlarımıza kadar dayandığı seneler...

Parasının azalmaya başladığı bir gün, mektup yazarak Ali Emmiden para istemiş

Hilmi Ağabey :        

Mektup, “Babacığım, evvela selam eder anamın ve senin ellerinden öperim.” diye başlıyormuş ve  “... acil olarak 10 liraya ihtiyacım var babacığım, mutlaka gönder; göndermezsen hayatım tehlikede!” diye bitiyormuş.

Mektubu birkaç kez okuduktan sonra, almış eline kâğıt ve kalemi ve oğluna şu mektubu yazmış Ali Emmi: “Evvela gözlerinden öperim oğlum. Mektubunda; acele 10 lira göndermemi, eğer göndermezsem hayatının tehlikeye gireceğini yazmışsın.

Yavrum, bu parayı gönderirsem bu sefer de benim hayatım tehlikeye girecek. İyisi mi senin hayatın tehlikede olsun!”

Yıllar önce yaşadığı bu gibi olayları, kendi biçemiyle, sanki o gün yaşıyormuş gibi ballandıra ballandıra anlatırdı Ali Emmi.

En son, ölümünden 10 ay kadar önce gördüm; bir zamanlar nargile içtiği ve tadına doyumsuz sohbetlerin yapıldığı odasının önünde.

Felçliydi ve yürüyemiyordu: Sadece ağlaştık.






1 Yorum - Yorum Yaz
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951