"Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir!" George Orwell
"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.
"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.
"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.
Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.
Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!
“Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği.
Yaşı 45 - 50'nin üzerinde olup da Köşektaş ve Kızılağıl kökenli olanlar çok iyi bilirler ki, 1970 öncesinde, iki köy arasında şöyle garip bir adet vardı. Dini bayramlarda, bayram namazından çıkan her iki köyün yeni yetme gençleri, iki köy arası bir meydanlıkta karşı karşıya gelirler, bir müddet süren ağız dalaşından sonra “daşlaşırlardı”. Yani gençler, karşılıklı olarak, elleriyle veya örme sapanlarla birbirlerine taşlar atarlar, küfürlerle karışık kaçıp kovalamaca sonrası, sanırım öğle saatlerinde, yorgun ve yaralı bir şekilde, kimin galip geldiği belli olmadan, karşılıklı olarak köylerine çekilirlerdi, taa ki bir sonraki dini bayrama kadar.
Aslında her iki köy arasında çok eskiye dayanan aşiret ve akrabalık ilişkileri vardı. Bir tanesine ilkokul yaşlarında iken, uzaktan korku ile, benim de katıldığım ve canlı tanığı olduğum, ne zamandır sürdüğü belli olmayan bu ilginç adet, bu “arkaik” kültür kalıntısı, sonradan ciddi düşmanlıklara ve yaralanmalara neden olmaya başladı. Hatta, son bir kaçında, işin içine ateşli silah ve yaralanmalar da girince, her iki köyün ortak kararıyla, çok haklı olarak, 1967 veya 1968 yıllarında sona erdirildi. Ancak, özellikle dini bayramların içinde olmasının da kendi içinde taşıdığı tezatlıkla birlikte bir “düşmanlık kültürü” idi.Belki de çok eski bir “arkaik kültür kalıntısı” idi. Veya yöreye özgü bir gelenekti. Her ne olursa olsun, sona erdirilmesi çok yerinde olmuştur.
Bu geleneğin sona erdirilmesinde, o dönemde bütün Türkiye'de ve özellikle Köşektaş'ta da yükselmeye başlayan siyasal bilincin, gençleri ve aydınları etkilemiş olmasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Bu benim kendi yorumum. Aslında bu “daşlaşma kültürü”, bizde ve doğu toplumlarında, hiç eksik olmamıştır. Sürekli düşmanlık üreten bu kültür ve davranışlar biçimi, kimin neye ve niçin düşman olduğunu bilmeden, bilemeden sürüp gidiyor. Toplumun önünü tıkayan, yenileşmenin, gençleşmenin oluşumuna engel her türlü sürer durumdan yana gerici bir kültür veya kültürsüzlüktür. Mevcut durumu korumak için düşmanlıkların olması gerekir veya düşmanlıklar yaratılmalıdır. Bir canlılık da getirmiyor bize, karşımızdakilerinin de haklı olabileceğini söyleyemiyor. Dolayısıyla karşımızdakilerin doğrularını paylaşamıyoruz. İster istemez yalan ve gerçek dışılık üretiliyor sürekli. Yaratıcılık ve üretkenliğin önündeki en büyük engel. Hep biz haklıyız, hep biz doğruyuz. Karşımızdakiler asla doğruyu söyleyemezler. Bu da tekrarı, tekdüzeliği getirmektedir. Tekrardaki kahredici kolaycılığı ve de ezberi. Burada tabiki zekaya yer yok. İhtiyaç da yok zaten. Düşmanlıklara taraf olmanız çok yeterlidir ve de gereklidir. O halde yaşasın düşmanlık! Her şeyi en iyi biz biliyoruz. Karşımızdakiler asla bilemezler. Ama ya biliyorlarsa? Onların doğrusundan mahrum kaldığımızın farkında mıyız? Matematik'te “Pi” sayısı evrensel bir gerçektir! Hayır bu doğru demenin anlamı var mı? Ya da o evrensel doğruyu reddetmenin yol açacağı vahim sonuçlar ne olacak? Karşı taraflarda yaratacağı hasarı hiç düşünmeden sopalar ve taşlar elimizde bekliyoruz. Kimin kafasının gözünün yarılacağı belli olmadan. Önemli olan o taşı atmak ve birilerini yaralamaktır. Acaba bütün dünya mı böyle? Sanmıyorum. O zaman uygarlıklar yaratılamazdı. Dinlerin, inançların, ideolojilerin aksi mesajlarına rağmen. Hiçbir şekilde engel olunamayan çok güçlü bir kolaycılık kültürü. Bir güdü. Sadece taraf olmanız yeterlidir. Başka hiçbir çaba gerekmez. Şöyle düşünenler olabilir. Çıkar çatışması! Ancak aynı çıkarları savunuyor görünen, aynı ortak değerleri paylaşan guruplar içinde veya arasında da olabildiğine göre, çıkarla da çok fazla ilintili değil. O halde nedir bu olgu? Her atılan taşın başka büyük ve kalıcı düşmanlıklar üretmesini istediğimiz bir “bencillik”. Veya altında ezildiğimiz eski bir ortak süper bencillik mi? Ya da ortak bir suçluluk duygusu mu? Geçmişimiz bu kadar kriminal ve kirli mi?
Çok mu ahlakçı bir yazı oldu sevgili dostlar? Neyse çok dikkate alıp da kafanızı karıştırmayın. Üzülürüm sonra! “Daşlaşa daşlaşa” taşlaşacağız nasıl olsa. “İnsana yabancı gelen tüm koşullarda yaşanmış veya yaşanabilecek anlık kayıtlardan bir demet bütün bunlar... Hemen herkesin kendinden bir parça bulabileceği ve yüzüne pussuz bir ayna olabilecek bu denemelerde, çoğu yazarın dört elle sarıldığı “mutlu son”, “acı son” gibi izlerden söz etmek mümkün değil. Gerçekle hayal ürününün birbiriyle örgülendiği, zamansal belirsizliklerle bezeli, okutan, okudukça düşündüren bir çalışma ve bir diğer deyişle, yazarın yıllanmış birikimlerinden küçük ve özel bir seçki bunlar...”
Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.
Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.
(Kaynak: Economist, 2012)
Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?
Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.
Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?
Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.
Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.
Müzik ve kitap
Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?
Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.
Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.
İçi boş turistik propaganda
19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.
Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.
Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.
Büyük ulus kimliği
1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.
Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.
Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.
Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!
Sevgili Okuyucular,
Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.