Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam27
Toplam Ziyaret709392
Hippiler ve Yippiler

Yol kenarında çiçek satan genç bir Hippi kız l Oklahoma l ABD l 1973

“Hippi” kelimesi, İngilizce’de “güncel olan”, “modaya uygun” anlamına gelen “hip” kelimesinden türetilmiş. 1950'lerde San Francisco, Los Angeles ve New York gibi metropollerdeki bohem sanatçıları temsil eden, onlara ilham veren “Allen Ginsberg”, “Jack Kerouac” gibi, sıradan anlatı değerlerini, alışılmış yaşam tarzlarını reddeden, geleneklere karşı duran, özgürlükçü düşünce ve ifade tarzını benimseyen entelektüel kimseler, Hippi diye adlandırılmış. 

Hippi terimi daha sonra, büyük ölçüde, o dönem, “San Francisco Chronicle” adlı bir gazetede köşe yazarlığı yapan “Herb Caen”in, köşe yazılarında Hippilere ve yaşam tarzlarına sık yer vermesi sayesinde, 1967 yılından itibaren, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve İngiltere de dahil olmak üzere, diğer tüm ülkelere yayılmış.

Hippi hareketi kısmen, ABD'nin Vietnam Savaşı'na katılmasına ve savaş boyunca işkence, tecavüz ve toplu infaz gibi sayısı belirsiz savaş suçu işlemiş olmasına muhalefet olarak ortaya çıkmış olsa da, “Hippiler”, "Yippiler" olarak bilinen aktivist yandaşlarının aksine, siyasetle pek meşgul olmamışlar, bir küstahlık olarak gördükleri hayatı istedikleri şekilde yaşamayı tercih etmişler.

“Yippiler” (Yippies) olarak adlandırılan “Uluslararası Gençlik Partisi” (YIP), Amerikan gençliği odaklı, savaş karşıtı, radikal ve devrimci bir hareket olarak, 31 Aralık 1967'de kurulmuş. Anti otoriter bir gençlik hareketi olan Yippiler, 1968'de bir domuzu ("Ölümsüz Pigasus") Amerika Birleşik Devletleri Başkanı adayı olarak göstererek, sosyal statükoyla alay etmişler.

‘Yippie'lerin bir akıma üyeliği ya da hiyerarşisi olmamış. Hareket, 31 Aralık 1967'de, New York'taki bir apartman dairesinde yapılan bir toplantıda Abbie HoffmanJerry Rubin, Nancy Kurshan ve Paul Krassner adlı aktivistler tarafından kurulmuş. Kendi anlatımına göre Yippi ismini, Hippi isminden esinlenerek olsa gerek, Paul Krassner icat etmiş. Neden Yippi? diye soranlara; Basın 'Hippi'yi yaratır da, biz 'Yippi’yi yaratamaz mıyız?" demiş.

Bilgi: Hippiler ve Yippiler, Encyclopedia Britannica’dan edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tanımlamadır!


kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunım Sayfası

Bir Yudum Köşektaş

 
BİR YUDUM KÖŞEKTAŞ
 
 

Şifahilikten kurtulup kanıtsallığa ulaşmak için bu tür yazılı belgelere ihtiyaç var!
Görünürde olanın ve bilinenin ötesine geçerek, Köşektaş ve insanına yönelik bilgileri gün ışığına çıkaran Hüseyin Seyfi öğretmenimize, belge niteliği
taşıyan bu yazısı için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net
  
HÜSEYİN SEYFİ

28 Mart 2014, Cuma

Köşektaş, Kapadokya dairesi içinde, Avanos’a 35, Hacıbektaş’a 20 km. uzaklıkta şirin bir köy.
Henüz beş altı yaşındayım. Evimizin arkasında, bir karış tozu olan yolda, yaşıt birkaç çocuk birlikte oynuyoruz. Önce derinden, sonra gittikçe yaklaşan metalik bir gürültüye dikkat kesiliyoruz. Gürültü şiddetini artırınca korkmaya başlıyoruz. Bu sırada, benden iki yaş büyük ablam, nereden aklına geldi bilmiyorum, “Teççel meççel”, “Kaçın, teççel meççel gelmiş.” diye bağırınca, her birimiz, bir tarafa dağılıyoruz. Ben, doğru samanlığa kaçıyorum. Kalbim, küt küt vuruyor. O sırada ablam yetişiyor. Bu kez de, “Kardeşim, dünya batıyor. Önce çocukları götürecekmiş teççel meççel, sonra da büyükleri.”

Samanlık karanlık, korkuyorum, teççel meççel ha geldi, ha gelecek. Bereket versin biraz sonra gürültünün gittikçe uzaklaştığının farkına varıyoruz. Derin bir nefes alıyoruz ve korkumuz geçiyor.

Sonradan öğreniyoruz ki, o müthiş gürültüyü çıkaran, köye köprü yapımı için gelen paletli bir dozermiş.

Bu olay, çocuklar olarak bizim teknikle ilk tanışmamız ve teknikten ilk korkumuz oluyor.

Köylüye gelince; onun teknikle buluşması, hatırladığıma göre ya burunlu bir otobüs veya “Gazlı Fordsun.” Belki de onlara göre, az öncesi vardı teknikle tanışmışlığın. Bilmiyorum, askerlikte veya gittikleri şehirlerde.

Gazlı Fordsun da oldukça gürültülü çalışan bir traktördü tıpkı eski kömürlü trenler gibi.

Traktör köye yeni geldiğinde, önündeki bir delikten sokulduktan sonra kıvrılıp döndürülen, ‘L’ şeklinde bir levye ile çalışırken, sonradan traktörün yan tarafında bulunan teker şeklindeki kasnağına sarılan bir urganın onbeş, yirmi kişi ile çekilip, hızla döndürülmesi ile çalışır olmuştu.

Gazlı Fordsun, mavimsi renkte bir traktördü; köylünün teknikle buluşup kucaklaştığı araç. Yani karasaban, pulluk ve motor. Diğer bir deyimle, öküz, at, traktör. Tıpkı bataryalı, pilli, elektrikli radyolar silsilesi ya da taş değirmenleri, su değirmenleri, yel değirmenleri, motorlu değirmenler gibi.

Yıllar altmışlara girince, kağnıların gıcırtısı kesildi. Kırsal kesimdeki ulaşım, at arabaları ile biraz daha hızlandı.

Köşektaş köyü değişiyor, okuma, yazma ve aydınlanma hususunda çevreye fark atıyordu.

Önce ebeveynler, arkasından çocuklar okul için can atıyorlardı. Hangi zorluklara katlanmıyorlardı ki; On bir yaşlarında üç beş çocuk, bir odalı evlerde tek başlarına, yeme içme, temizlik her şey kendilerine, ya bir ilçe merkezinde veya yakın bir ilde. Tüm bu zorluklar okumak uğrunaydı. Sanki aydınlanma kıvılcımı oluşmuştu.

O yıllardaki okuma seferberliğine köylü, iki üç yıl içinde kızları da kattı. Yalnız onlara yaşlı bir bekçi, babaanne veya anneanne refakat ediyordu.

Köy Enstitülülerden veya Öğretmen Okullulardan sonra liseliler. Ve nihayet Üniversiteliler.

Aynı zamanda bir süreç daha çalışıyordu; yurt dışı, özellikle Almanya. Gurbetler, ayrılıklar.

Yalnız kalan, parçalanmış aileler:

Tıpkı teknikle uzaktan tanışıklığım gibi, bir ilki daha yaşadım yüreğim sızlayarak; babam, Almanya kervanına katılmıştı ve ayrılmıştık. Çok sevdiğim babam, ekmek uğruna bizden, elimizden uçup gitmişti; altı kardeşin en büyüğü on dört yaşındayken.

O geri geldi, yani babam. Ya dönmeyen babalara ne demeli? Onların çocukları, onların eşleri? Koca ülke Türkiye’de durum aynıydı. Aileler, ayrı düşen eşler ve çocuklar. Bu durum yıllarca devam etti.

Köylerdeki değişim, bu sıralarda başlamış oldu. Işık geldi, yol geldi. Önce radyo, sonra televizyon. Hiç unutmam babamın Almanya’dan getirdiği kırmızı renkte ‘çanta radyo’ ile günlerce yatağa yatmıştım.

Toprak, kerpiç evler yerine, kiremitli, çatılı evler yapılmaya başlandı. Bunlara, ‘Almancı evleri’ dendi.

Köy çeşmeleri yerine ‘terkos’ suyu içilmeye, tere yağ yerine ‘vita’ yağ yenmeye başlandı.

Okumaya gidenler çoğaldı. Onlar da, köylerine dönmediler bir daha. Öğretmen oldular, polis oldular, hakim, avukat, doktor ve diğerleri.

Yıllar su gibi aktı. Köy boşaldı. Köşektaş Köyü bin beş yüz insandan üç yüze düştü.

Şimdi kalanlar yaşlılar. Çoğu kadın. Tüm çileyi onlar çekiyor. Çekecek çileleri varmış. Dul kaldılar. Çoğunun eşleri çoktan öldü. Gelenleri, gidenleri yok. Yalnız kaldılar. Hiç hayal etmedikleri öyle bir yalnızlığın içine gömüldüler ki. Büyük aileden, çekirdek aileyi yaşayamadan yalnızlığın içine düştüler. Oysa daha kırk beş yıl önce, anneler, babalar, ebeler, dedeler, gelinler, amcalar çocuklar, torunlar hep bir arada yaşamıyorlar mıydı?

Onlar, yani yaşlılar, hepsi de misafir. Yaz mevsimini idare ediyorlar şimdilerde.

Ya kışın? Soğuk. Soba yanacak, yemek yapılacak ve yaşanacak yaşanabildiği kadar.
Çocuklar, gelirlerse düğünden bayrama. Gelinlerin gönlü olursa birkaç saatliğine.

Uzun sözün kısası, yaşlılar zor durumdalar. Hiçbir yere sığamıyorlar. Hasta olup zorunlu kalmadıkça hiç biri, hiçbir yere kımıldamıyor. Sanki söz birliği etmişçesine. Biraz da sitemlice gelen gidenin olmayışına. “Sıkılırız” diyorlar. Bu da, işin bahanesi.

Gelmeyenlerin de haklı gerekçeleri var. Kimi Edirne’de, kimi Hakkari’de. Yine Yurt dışında olanlar çok. Üçüncü kuşak yetişmiş orada. Çoğu memleketini bile bilmiyor.
Bilenler de yılda en fazla yirmi gün. Çoluk çocuk, hepsi ekmek peşinde. Emekli olanlar, ’iki arada, bir derede kalmışlar’ Onlar da dönemiyorlar. Çocuklar, torunlar oradalar.
İçleri özlem dolu olsa bile dönemiyorlar. Bir de bahaneleri var, “Sağlık yönünden burası Türkiye’den rahat” diyorlar. Tüm bunlar değişimin öteki yüzleri.

Köyde kalan yaşlı kadınlar, bilselerdi böyle olacaklar. Kocalarını Almanya’ya, çocuklarını okumaya göndermezlerdi herhalde.

Ne dersiniz?

Değişimin önünde durulmuyor ki. Bakalım, daha ne sürprizler bekliyor…

Yorumlar - Yorum Yaz
Köşektaş Hikayeleri
 
Köşektaş'ta altına bakmadık
taş bırakmadık!

Celalettin Ölgün

Tahavit

Kızılağıllı babası seferberlikte şehit olduğundan iki yaşında yetim kalmış. Anası, “Kardeşlerimin yanında büyütürüm!” diyerek, babaocağına, Köşektaş’a getirmiş. Orada büyütüp evlendirmiş. "Çocukluğunun çok sıkıntılı geçtiğini, yetimliğin, garipliğin, kimsesizliğin ne demek olduğunu benden daha iyi bilen çok azdır!", diye anlatırdı.

Gençlik yıllarında, o yıllarda kendini yeniden göstermeye  başlayan, tarikatçılığa heveslenmiş. Nevşehir ve çevresinde "Kadiri Tarikatı" öğretisini yaymaya çalışan Sulusaraylı Hüsamettin Hocaya bağlanmış ve bu yüzden de, o yıllarda köyün bağlı olduğu Topaklı nahiyesi Jandarma karakolunda, diğer yandaşları Hurşit, Kadirin Ali, Mehmet Şeref, Musa Şernaz, Mulla Şeref ve daha birçokları ile çok işkence görmüştü. Hepsi de o yıllarda; aşırı, hem de gösterişli bir biçimde ibadet etmişlerdir. Ömrünün son yıllarında, gerek hastalığından, gerek yaşlılığından dolayı, gerektiği gibi namaz kılamamaktaydı. Namazanı neden daha dikkatli ve düzenli kılmadığını soranlara; “Biz tarikatçılığımızın ilk yıllarında namazın demini aldırdık, kuzum!” diye, kendince savunma yapardı.

Sessiz, kendi halinde birisiydi. Yanık sesiyle kasideler söyler, Ramazan aylarında, camide, orucu karşılama ve uğurlama ilahileri okurdu.

1928 – 1936 yılları; etkisini en fazla Orta Anadolu’da gösterdiği söylenen, kıtlık yılları olarak bilinir. Üç – beş yıl süren kuraklıktan ot bile bitmemiş. Ekilen ekin bitmediği gibi, köylünün elindeki hayvanlar, yayılacak ot bulunamadıklarından, birer ikişer telef olmuş, ölüp gitmişler. Ege Bölgesi’nde durum farklı olmalı ki; eli iş tutanların çoğu İzmir, Aydın, Balıkesir gibi kentlere çalışmak için giderek, evlerini geçindirmeye çalışmışlar.

Birçok Köşektaşlı gibi, Tahavit’te, İzmir’e çalışmaya gitmiş. İş bulmuş, bulamamış, ama daha çok boş kalmış. Çalışmaya giden tüm gurbetçiler gibi, bitin, pirenin ve her türlü mikrobun kol gezdiği hanlarda sırtına sarıp götürdüğü yorgana sarılır yatarmış. Doyurucu bir iş yok ki, yeterli yesin, iyi beslensin. Böylesi bir ortamda yaşarken ıslanmaktan mı, yetersiz beslenmeden mi, yoksa başka bir nedenden mi, hastalanmış, öksürmekten çiğeri yırtılma noktasına gelmiş. Ateş, kusmalar, halsizlik. Bakıma ve tedaviye ihtiyacı var ama, kim bakacak, hangi parayla kim tedavi ettirecek? İzmir’e birlikte gittiiği Köşektaşlı yol arkadaşları kendi ekmeklerini kazanma çabası içindedirler. Biraz da babası Kızılağıllı olduğundan yabancı gibidir. Köhne bir han köşesinde çekilmez bir hale gelen hastalığı, yalnızlığı ile baş başa kalmıştır. Hana yatmaya gelenlerin acıyıp verdiği yiyeceklerle yaşamaya çalışmaktadır. Köyüne dönecek ne gücü, ne parası vardır.

Handa üç aydan fazla kaldığından hancı da bıkmıştır ama hiç uğramayan, arayıp sormayan köylüleri kadar da acımasız değildir. Hancı ile han sakinleri öldü ölecek diye beklerlerken, Belbaraklı Cansızın Veli gelmiş, durumunu görmüş, acıyarak ilgilenmiş. Trenle köyüne dönerken, Tahavit İbrahim’i de yanına alarak evine kadar getirmiş.

Tahavit, İzmir’de kaptığı hastalığı, hiç iş göremez bir şekilde, beş - altı yıl boyunca çekmiş, ancak altı yıl sonra askere gidebilmiş. Aynı hastalıktan kaynaklanan rahatsızlıkları ise bir ömür boyu taşımıştır.

Cansız’ın Veli, Köşektaş’a her gelişinde uğrar, “Daha ölmedin mi?” diye takılırdı.

Tahavitle karısı Gafer, her nedense, tarlada ekin biçerken, kavga etmişler. Kavga, sözlü atışma, bağrışmalarla bir müddet sürmüş. Tahavit, yerden bir taş alıp karısına doğru fırlatmış. Sonra bakmış, taş kötü gidiyor, bir tehlike yaratacak gibi. Arkasından bağırmış, “Kaç, kaç taş geliyor!”

Hile-i Şer'iye: Türkçe tanımı; şeriata hile karıştırmak olmalı. Halkımız, katı ya da uygulamada zorlandığı dinsel kuralları yumuşatmayı her zaman bilmiştir.

Erlikte çalınan dıbıdık duyulmamış olmalı ki, vaktinde kalkılamamış. Tan yeri attı atacak, ortalık hafiften ağırıyor. İmsak vaktinin sonu; ak ve kara iplik ayırt edilinceye dek olduğundan, Tahavitler, acelece kalkıp, pencerenin perdesini kapatmış, sırtlarını pencereye dönerek, erlik yemeğini tezce yemişler. Pencereden sızan  aydınlık görülüp de oruç mu sakatlanacak?
Tahavit: İbrahim Ölgün. Ölümü: 1986.
Hurşit: Hurşit Cesur
Cansızın Veli: Veli Cansız, Belbaraklı. Ölümü: 1970.
Gafer: Sultan Ölgün. Ölümü: 1994.
Erlik: Sahur.
Dıbıdık: Sahurda davul yerine çalınan teneke.
 
Bilgi: İlk kez 8 Nisan 2004 tarihinde yayınlanmış bir yazıdır.

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası