Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam160
Toplam Ziyaret773798
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Avanos’a Bir Türkü Bir Öykü:


 AVANOS'A BİR TÜRKÜ BİR ÖYKÜ


 

         
  

Yusuf Seyfi

 

İbrahim Çöl



İbrahim Çöl, 1327 (1911) yılında Köşektaş Köyü’nde doğdu. Yaylacı lakabı ile anıldı. 1989 yılında Hac ziyaretinden önce Avanos’a gelerek Rukiye’yi buldu. Kendi deyimi ile Rukiye ile helalleştikten sonra Hacca babam Yusuf Seyfi ile birlikte gitti. Durumu babama orada anlattı. 2003 yılında köyünde, 92 yaşında öldü. 

Türkü Ahmet Uçar tarafından bana aktarıldı. Kendisine bu bakımdan çok teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Olayın çok kısa özetini babam Yusuf Seyfi anlatarak benim bu araştırmayı yapmama neden olmuştur. Buradan ellerinden öpüyorum.



Hüseyin Seyfi


09. Nisan 2012 
1929 yılı kıtlık zamanı. Orta Anadolu’ya yıllardır neredeyse bir damla yağmur düşmez. Halk aç, perişan. Ortalık kasıp kavruluyor susuzluktan. Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlar yiyecek ekmek bulamıyorlar. Çok az bir una ot karıştırıp, kaynatarak onu yiyorlar. Kırlarda kazdıkları toprağın dibinden “çalık” denilen bir kök çıkartıp yiyorlar. Kızılcık kaynatıyorlar. Bulaşıcı hastalıklar alabildiğine yaygın. Bunların başında sıtma ve ince hastalık denen verem geliyor. Giysi diye bir şey yok. Üst, baş yırtık pırtık. İnsanların üstü, başı yamalı. Yamalıklar, aynı yere dikilip yamanıp bir daha giyiliyor, tekrar yırtılınca bir daha yamanıyor. Köylerden, özellikle erkekler yığın yığın göç ediyorlar. Eli, ayağı tutan erkekler geçici de olsa yerlerini, yurtlarını terk ediyorlar. Karın tokluğuna iş aramaya gidiyorlar.

O zamanlar Köşektaş, Avanos’a bağlı bir köy. Bu köyden Yaylacı lakabı ile bilinen İbrahim ÇÖL adında 18 yaşında bir delikanlı 1929 yılında karın tokluğuna bir iş bulmak için yola çıkar. Tıpkı diğer gurbetçiler gibi onunda düşüncesi Konya, Adana gibi uzak yerlerdir. Ayak yalın, yaya olarak başlar yürümeye. Sarılar üzeri Özkonak, Ziyaret Dağı, Köybağı’ndan inerek Kıran üstünden, Hacı Nuri Konağı’nın yanındaki sokaktan Avanos’a iner. Gün akşam olmuştur. Karnı aç, bedeni yorgundur. Aşağı yukarı kırk kilometrelik bir yol gelmiştir. Hava kararmadan bir aşağı, bir yukarı dolaşır durur tek başına. Bir han bulur, bir köşede kıvrılır yatar. Sabah erkenden uyanır. Bir fırın bulur, iki gün orada çalışır. Aşağı mahalleden biri, İbrahim’i alır evine götürür. Kendine çifte çırak tutar. İşte öykümüzde Türk filmi gibi buradan sonra başlar...

Adını sanını tespit edemediğim bu varlıklı kişinin çok güzel, ismi Rukiye olan bir kızı vardır. Rukiye nişanlıdır. Ancak nişanlısı işlediği bir cinayetten dolayı on sekiz yıla mahkum olmuştur. İbrahim sanat ruhludur, duyguludur, biraz da şairdir. Sesi yanıktır, çekicidir. Bu yüzden içi sevgi doludur. Çabuk sever. İbrahim yanında çalıştığı ağanın koyununa, kuzusuna bakar. Başka ağır işlerini görür. İşi bitip karnı doyunca da bir tepenin başına çıkar kendi yaktığı türkülerini söyler. Bu arada mahalledeki kadınlar, kızlar başına toplanır, onun güzel sesini dinler.

Aradan günler geçer. İbrahim, Rukiye’ye tutulur. Rukiye nişanlıdır. Üstelik nişanlısı mahpustur, hem de cinayetten. Ayrıca Rukiye, çalıştığı evin kızıdır. Ancak, gel sen gönüle haber anlat. Sevgi gelişir, büyür tek yanlı bir aşka dönüşür. Bu arada Rukiye’nin, Gülüzar isimli, zeytin gözlü, uzun boylu, uzunca parmakları olan komşu kızı vardır. Gülüzar’da, İbrahim’e tutkundur. Ama İbrahim, Gülüzar’a yüz vermez. Onun gönlünü Rukiye almıştır.

Günlerce, aylarca Rukiye’nin aşkından yanar tutuşur. Saf ve temiz bir duygudur bu. Öyle bir duygu ki, sabahlara kadar gözüne hiç uyku girmez. Görmediği zamanlar çılgına döner, kendini dağlara, kırlara atar. Kayalarda Rukiye’nin hayalini görür. Bir tıkırtı duysa Rukiye geliyor sanır. Rüzgarın esintisi Rukiye’nin fısıltısı gibidir. Sanki kulağına sesler gelir. Kah Köybağı’na, kah Ziyaret Dağı’na çıkar. İğde kokularını içine çeker. Ceviz yapraklarında Rukiye’nin tenine dokunur. Kerem ile Aslı örneği Rukiye ile birlikte olmak için neler vermek istemez ki... Rukiye, hafif sarışın, yüzü çilli, çakırca gözlüdür. Uzun boylu sayılır. Bembeyaz dişleri vardır. Gözleri güler, derin ve etkili bakışlıdır. Bu yüzden belki de İbrahim Çöl çabuk etki altına girmiş, çabuk yanıp tutuşmuştur. Açlığını da kıtlığını da unutmuştur İbrahim.

Kızılırmak kıvrıla kıvrıla akar. Doğudan gelir, batıya gider. Avanos ırmağın akış yönünün sağında kalır. Çoğu kayadan oyma evlerdir. İnsanlar kaya içlerinde yaşar çoğunlukla. Tepenin etrafındaki evler birbirine geçmelidir. Evin birinden diğerine alt tünellerden geçebilirsiniz. Ayrıca ırmak kenarından Kıran’a doğru sağa, sola ayrılan tüneller mevcuttur. Buralarda taş kemerli evler üst üste binmiştir. Roma ve Bizans döneminden kalma mağradan evler halen ev ve ahır olarak kullanılır. Evlerin yapılarına hiç dokunulmamıştır. Yukarıdan gelen su birikintileri açık tünellerden ırmağa aktığı için kayalarda nem söz konusu değildir. Bu yüzden yüzyıllardır ayakta kalabilmişlerdir.

Kızılırmak suyu berraktır. İbrahim sık sık iner ırmak kıyısına. El yıkar, yüz yıkar, kana kana içer, içinin ateşini söndürmeye çalışır. Ama ateş sönecek gibi değildir. Rukiye’yi kaçırmayı düşünür zaman zaman. Bu fikirden geri vazgeçer. Yanında çalıştığı ekmeğini yediği birinin üzülmesini istemez.  Günler böyle geçerken Rukiye’nin babası işin farkına varır. İbrahim’i çağırır ve kapıdan kovar. Bunun üstüne İbrahim Çöl, ölünceye kadar bu aşkı unutmaz ve türküler yakar;


Avanos dedikleri küçük kasaba
Gün inerken otururlar hesaba
Sana derim sana, sevdiğim güzel
Kavlimizi düşmanlara yazsana.

Elleri testili suya gidenler
Bahçeye koydum güllü fidanlar
Elleri kitaplı dua edenler
Bizim derde çare yok mu hocalar.

Haşarı da deli gönül haşarı
Ah ettikçe çakır gözler uçarı
Bir gecelik konuk olsam yaylana
Çağırınca gelir misin dağlara.
       
Irmak kenarında yayılan kızlar
Seyrana çıkmışlar gelinler kızlar
Muhannet mahpusun yolunu gözler
Bekleme be zalim mahpus yolunu
Takar terkime alır giderim.

Kara taşlar Avanos’un ziyneti
Düşmana uğrasın verem illeti
Bize derler Çöloğlu’nun milleti
Takar terkime alır giderim.



İbrahim Çöl, 1327 (1911) yılında Köşektaş Köyü’nde doğdu. Yaylacı lakabı ile anıldı. 1989 yılında Hac ziyaretinden önce Avanos’a gelerek Rukiye’yi buldu. Kendi deyimi ile Rukiye ile helalleştikten sonra Hacca babam Yusuf Seyfi ile birlikte gitti. Durumu babama orada anlattı. 2003 yılında köyünde 92 yaşında öldü.

Türkü Ahmet Uçar tarafından bana aktarıldı. Kendisine bu bakımdan teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. Olayın çok kısa özetini babam Yusuf Seyfi anlatarak benim bu araştırmayı yapmama neden olmuştur. Buradan ellerinden öpüyorum.                    

Hüseyin  SEYFİ ( ÖĞRETMEN), Yerel bir gazeteden alınmış bir makale. Gönderen: Hasan Yıldız...




Yorumlar - Yorum Yaz
Urgan

Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL