Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam6
Toplam Ziyaret694366
Frankenstein
"Frankenstein"ı okumak için bilinmesi gereken her şey.

Videoyu rahat izlemek ve videodaki altyazıyı rahat okumak için video ekranını büyültünüz! Videodaki Türkçe altyazıyı etkinleştirmek için ayarlar düğmesine tıkladıktan sonra gözükecek olan dil seçenek listesinden Türkçe'yi seçiniz.

"Mary Shelley" tarafından yazılan ve ilk kez 1818'de yayınlanan "Frankenstein" yaratılış, hırs ve Tanrı’yı oynamanın sonuçlarını araştıran klasik bir roman. Roman, alışılmışın dışında bir bilimsel deneyde garip ama duyarlı bir yaratık yaratan genç bilim insanı Victor Frankenstein'ı konu alıyor. Roman, bilimsel gelişmelerin ahlaki ve etik sonuçlarını araştırıyor ve insan ile canavar arasındaki sınırları sorguluyor.

"Frankenstein", Robert Walton adlı bir Arktik kaşifin mektupları aracılığıyla sunulan, anlatı içinde anlatı olarak ortaya çıkıyor. Walton, trajik hikayesini paylaşan Victor Frankenstein'la karşılaşıyor.

Zeki ama hırslı bir bilim insanı olan Victor, bir deney yoluyla vücut parçalarını bir araya getirip canlandırarak bir yaratık yaratıyor. Ancak, yarattığı yaratığın görünümünden dehşete düşen Victor, onu terk ediyor. Reddedilen ve izole olan yaratık, kendi varlığıyla boğuşuyor ve sonunda intikam peşinde koşuyor.

Hikaye ilerledikçe Victor, eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşiyor. Arkadaşlık arayan yaratık, zulüm ve ötelenmeyle karşılaşıyor ve insanlığa olan kırgınlığını körüklüyor, Victor'un yakınlarının ölümüne yol açan bir dizi trajik olay meydana geliyor.

Roman bilimsel sorumluluk, bilgi arayışı ve yaratılışın ahlaki sonuçları konularını ele alıyor. Toplumsal normlara meydan okuyor ve yaratıcı ile yaratım arasındaki karmaşık ilişkiyi araştırıyor. "Frankenstein", bilimsel yeniliğin etik sınırları ve toplumsal reddedilmenin bireyin üzerindeki etkisi üzerine düşünmeye teşvik ediyor.

Yaratığın ahlaki gelişimi ana tema haline geliyor. Doğası gereği mi kötü niyetli, yoksa kötü niyetliliği toplumsal reddedilmeden mi kaynaklanıyor? Shelley, kendi zamanında yaygın olan determinist görüşlere meydan okuyarak, çevrenin ve beslenmenin bireyin karakteri üzerindeki etkisine ilişkin soruları gündeme getiriyor.

Hem Victor hem de yaratık derin bir izolasyon yaşıyor. Victor bilimsel çabalarını sürdürmek için kendini izole ediyor ve bu durum onun fiziksel ve duygusal açıdan gerilemesine yol açıyor. Toplum tarafından ötelenen ve izole olan yaratık şiddete yöneliyor. Shelley, izolasyonun umutsuzluğa ve düşmanlığa yol açtığını öne sürüyor.

Yaratığın görünümü ve toplumun onu ötelemesi Shelley'nin bilinmeyene ya da 'öteki'ne duyulan korku hakkındaki yorumunu yansıtıyor. Roman, okuyucuları önyargının sonuçlarını ve dış görünüşe göre yargılamanın sonuçlarını düşünmeye davet ediyor.

Walton'un mektupları ve Victor'un anlatımı dahil olmak üzere birden fazla anlatının kullanılması hikaye anlatımına katmanlar katıyor. Olaylara farklı bakış açılarına olanak tanıyor, öznelliği ve tekil anlatıların güvenilmezliğini vurguluyor.

"Frankenstein", bilimsel gelişmelerdeki etik ikilemleri keşfetmesi ve insanlığın durumu hakkında gündeme getirdiği kalıcı sorular nedeniyle güncelliğini koruyor. Shelley'nin çalışması, okuyucularda yankı uyandırmaya devam eden, bilimsel ve ahlaki seçimlerin sonuçları üzerine eleştirel düşünmeye davet eden, uyarıcı bir hikaye görevi görüyor.

Britannica l English Literature

Türkiye'de bilim anlayışı ve dilbilim

Popper, insanı insan yapan, adına “dil” dediğimiz çok yönlü ve karmaşık mekanizmanın niteliğini ve günlük yaşamdaki işlevliliğini, kendi bünyesindeki dilbilgisi, sesbilgisi, sözdizimi, anlamlılık (semantik) yapılarıyla, somut ve şeffaf matematik - fizik işlemleri gibi, bir yandan saat gibi tık tık çalışan düzenli bir sisteme, öte yandan, algılanması güç soyut ve bulanık kara bulutlara benzetiyordu. Başlığı “Dil, bir saat ve karabulutdur” şeklinde olan konferansını, “Tüm fizik ve matematikçiler dilbilimci olma özlemindedir. Her dilbilimci de fizikçi veya matematikçi olma özlemindedir” (!) sözüyle konuşmasını bitiriyordu.

Evrensel bilim, “karabulutları” asırlardır anlamaya ve açıklamaya çalışıyor. Günümüzde, Sylviane Herpin, insanın yazılı-sözlü iletişiminde oluşan kara bulutların dokuz renk tonu arasındaki farklılıkları

1. Düşündüğünüz,

2. Söylemek istediğiniz,

3. Söylediğinizi sandığınız,

4. Söylediğiniz,

5. Karşınızdakinin duymak istediği,

6. Duyduğu,

7. Anlamak istediği,

8. Anladığını sandığı,

9. Anladığı,

şeklinde belirleyerek, yanlış anlamak ve anlaşılmak için en azından dokuz ihtimal bulunduğunu ileri sürüyor.

Yazılı-sözlü iletişimin bünyesinde böylesine tuzakları barındırması, bir yandan dilbilimin ne kadar önemli bir bilim alanı olduğunu ortaya koyuyor, öte yandan ülkemizde dilbilimin bir bilim alanı olarak zaman içinde nasıl algılandığının, diğer bilim alanları arasında bilim anlayışımız çerçevesinde hangi konuma yerleştirildiğinin enine boyuna irdelenmesini zorunlu kılıyor.

Geçmişe bakarsak, 1966 yılına ait Türk Dili Araştırmaları Yıllığı’nda Amerikalı dilbilimci Robert B. Lees’in (“Turkish Harmony and the Phonological Description of Assimilation”) adı altında İngilizce olarak yayımlanan bir makalesinin önsözünde derginin yazı kurulu tarafından bu makaleyi Türkçeye çevirip yayımlayamadıklarından ötürü okuyuculardan özür dileyen şöyle bir yorum yapılmaktadır:

“Bu yazının sahibi Prof. Robert Lees, 1961 yılında Amerika’daki Indiana Üniversitesi’nin Ural ve Altay Dilleri yayın serisinde “The Phonology of Modern Standard Turkish” (Çağdaş Türk Dili Sesbilimi) adlı 76 sayfalık bir kitap yayınlamıştır. Bu defa da bize, ricamız üzerine “Turkish Harmony and the Phonological Description of Assimilation” başlığını taşıyan değerli bir yazı göndermiştir. Yepyeni bir dilbilim dalı olan fonolojinin terimleri bizde henüz işlenmemiş olduğu için, yıllığımıza bunun Türkçeye çevirisini koyamadık, ancak İngilizce aslı ile yetinmek zorunda kaldık. Bundan ötürü İngilizce bilmeyen okurlarımızdan özür dileriz.” (s. 279-297)

Böylesine talihsiz bir önsöz, Cumhuriyet ile birlikte dil çalışmalarının yoğunlaşmasına ve hatta Dil Devrimi’nin gerçekleşmesine rağmen, o yıllardan itibaren makalenin yayımlanmış olduğu 1966 yılına kadar ülkemizde dilbilimin bir bilim alanı olarak yeterince tanınmadığını ve “bilim” anlayışımızda, özellikle sosyal ve beşeri bilimler alanında, daha da önemlisi Türk dili ve kültürü incelemelerinde, gereğince uygulama alanını bulamadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Şöyle ki :

Her şeyden önce, fonoloji (sesbilim), dilbilimin yepyeni bir dalı değildir. İnsan dilinin yazı ile ifade edilmesinden itibaren dilin “ses düzeni” ile ilgilenen bu bilim alanındaki ilk adımların ta eski Hindistan’da M.Ö 460-520 yıllarında yaşamış Sanskrit dil uzmanı Panini’nin Sanskritçe Fonolojisi adlı eseriyle atıldığı söylenir. Sesbilimin asırlar boyunca gelişme gösterdiği de bilinir. 19. yüzyılda Polonyalı Baudouin de Courtenay, İsviçreli Ferdinand de Saussure gibi dilbilimcilerin çalışmalarıyla sesbilim “Genel ve Kuramsal Dilbilim”in vazgeçilmez bir dalı haline gelmiştir. 20. yüzyılda Prag Ekolü’nün öncülerinden Nikolai Trubetzkoy’un 1939’da yayımlanan Principles of Phonology (Fonolojinin Temel İlkeleri) adlı ünlü eseri ile ve yine bu ekolün önemli dilbilimcisi Roman Jacobson’ın araştırmaları ile birlikte, 1940’lı yıllarda ve 1950’li yılların başında Amerika’da dilbilimci Bloomfield, İngiltere’de Daniel Jones adlarıyla anılan sesbilim ekolleri doğmuştur. Nihayet 1960’lı yıllarda, o zamana kadar “yapısalcılık” (structuralism) ve daha sonraki yıllarda “işlevsellik”(functionalism) yöntemleriyle ele alınan dilbilim çalışmaları Amerikalı dilbilimci ve matematikçi Noam Chomsky ve Morris Halle’ın ortaya attıkları “üretici sesbilimi” modeli sesbilim incelemelerine yeni boyutlar getirmiştir.

Bu bağlamda, yukarıda sözü edilen Amerikalı dilbilimci Robert B. Lees’in The Phonology of Modern Standard Turkish (Çağdaş Türk Dili Sesbilimi) adlı kitabı ve “Turkish Harmony and the Phonological Description of Assimilation” (Türkçe’de Ses Uyumu ve Ses Kaynaşmasının Sesbilgisel Betimlemesi) makalesi “üretici sesbilim” modelinin Türk dili ses düzenine uygulanmasıdır. Diğer taraftan, daha da önemli olarak, “üretici sesbilimi” modelinin uygulandığı gibi insan dilinin “sözdizimi” ve “dilbilgisi” alanlarına da “dönüşümsel-üretici dilbilgisi” (Transformational Generative Grammar) modelinin uygulanmasıyla insanoğlunun tüm dillerinin ortak ve evrensel yapıları olduğunu iddia eden “evrensel dilbilgisi” (universal grammar) adlı kuram ortaya çıkmıştır.

Bu da sadece dilbilim alanında değil aynı zamanda genel olarak bilim anlayışında, fen, sosyal ve insani bilim alanlarında adeta bir devrim yaratmıştır. Nitekim,“yapay zekâ” (artificial intelligence) çalışmaları ve bugün günlük hayatımızın kaçınılmaz bir parçası olan bilgisayar ve “bilişim” (information technology) faaliyetleri için bu devrimin çağımızdaki uzantılarıdır diyebiliriz.

Robert B. Lees’in makalesinin yayınlanmış olduğu 1966 yılından 21 yıl sonra, Türk dili ile ilgili üstün çalışmalarıyla tanınan değerli dilbilimci merhum Prof. Dr. Doğan Aksan’ın 1987 yılında Hacettepe Üniversitesi tarafından Türkiye’de ilk defa düzenlenen 1. Dilbilim Sempozyumun’dan önce Milliyet Gazetesinde yayımlanan makalesinde yer verdiği şu ilginç sözlerinin bu çerçevede altını çizmemiz gerekiyor: “Aşağı yukarı iki yüzyıldan beri Batılılaşma çabası içindeyiz. Eğitim -öğretim aşamasında milyonlarca genç nüfusu bulunan, dış dünya ile ilişkilerini sürekli olarak artırmaya çalışan yurdumuzda, ileri ülkelerde yerini çoktan edinmiş, dalbudak salmış olan dilbilimin yeterince tanındığını, uygulama alanını bulabildiğini söyleyebilecek durumda değiliz. Anadili eğitimi ve yabancı dil öğretimi alanlarını içeren uygulamalı dilbilimden başlayarak bütün dil ve edebiyat incelemelerine, iletişim sorunlarına, oradan reklamcılığa kadar uzanan çağdaş dilbilim bugünkü niteliğini ancak XX. yüzyılda kazanmıştır, birçoklarınca yeni bir bilim sayılır. Ancak filoloji ve felsefe çalışmalarıyla tarihin çok eski dönemlerine uzanan bir temel üzerine yerleşen bu alan bugün öylesine önem kazanmıştır ki, XX. yüzyılı ‘dilbilim çağı’ olarak niteleyenler vardır. Öte yandan ünlü dilcimiz Şemsettin Sami’nin daha 1887’de yayımladığı “Lisan” adlı kitabıyla bu bilimi tanıttığını, önemini vurguladığını da göz önünde tutmalıyız.”

Prof. Dr. Doğan Aksan’ın yukarıda sözünü ettiğimiz makaleyi yazmasından 25 sene sonra bugün, Türkiye’de akademik çevrelerde dilbilim çalışmalarının hız kazandığını, bu alanda önemli bilimsel yayın, yüksek lisans ve doktora araştırma tezlerinin yapıldığını ve ilgili diğer akademik faaliyetlerin gerçekleştiğini ve değerli dilbilimcilerin yetiştiğini görüyoruz. 1980’lerde Berker Vardar’ın, 1990’larda Ahmet Kocaman’ın dilbilim ve dilbilgisi kavram ve terimleri ile ilgili olarak hazırladıkları sözlükler önemli çalışmalardır. Aynı zamanda, bugün YÖK tarafından “sosyal, beşeri ve iİdari bilimler temel alanı” çerçevesinde “dilbilim” adı altında belirlenmiş bir anabilim alanı da bulunmaktadır.

Geleneksel olarak “dilbilim”, yukarıda da belirtildiği üzere, “kuramsal dilbilim” ve “genel dilbilim” başlıkları altında, insanoğlunun sahip olduğu “dil” mekanizmasını kuramsal düzeyde tek bir dile bağlı olmaksızın insan dilinin yapısal ve işlevsel özelliklerini değişik dillerden örnekler vererek inceler. Başka bir deyişle, dil betimlemesini içeren “genel dilbilim” ve dil kuramını irdeleyen “kuramsal dilbilim” genel olarak belli bir dile indirgenilmeden, ama kuramları doğrulayabilmek için çeşitli dillerden de tanımlama örnekleri verilerek, dil-kültür, dil-düşünce, dil-toplum, dil-edebiyat, dil-iletişim, söz-eylem, dil- öğrenim ve edinim ilişkileri çerçevesinde “insan dili”nin evrensel niteliğini, işlevliliğini, kavramsal ve yapısal niteliklerini, bunların “dil yapısı”nın (sözdizimi, ses düzeni, anlamlılık yapısı, dil bilgisi yapılarının) özellikleri doğrultusunda ne olup olmadığını displinlerarası bilim yöntemleriyle çeşitli kuramlar oluşturarak araştırıp tanımlamaya çalışır.

Bugün iki devlet üniversitemizde (Ankara Üniversitesi DTCF ve 9 Eylül Üniversitesi) lisans düzeyinde “Genel Dilbilim” bölümü mevcuttur. Mersin ve Hacettepe üniversitelerinde de “İngiliz Dilbilimi” adı altında lisans programları bulunmaktadır. Hacettepe, Ankara, Mersin, Boğaziçi ve 9 Eylül üniversitelerinde yüksek lisans ve sıraladığımız diğer üniversitelerde de (Mersin ve Hacettepe dışında) doktora programları yürütülmektedir.

Ancak ne var ki, tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, ülkemizde “dilbilim”in bir anabilim alanı olarak gereğince algılandığını, yeterince tanındığını ve dolayısıyla doğru bir şekilde uygulandığını henüz söyleyebilecek durumda değiliz. “Dilbilim”, bugün ülkemizde algılanıp uygulanmasının aksine, İngilizce-Fransızca-Almanca-Türkçe dilbilimi, dil eğitimi, çeviribilim, mütercim-tercümanlık, Batı dilleri ve edebiyatı gibi tek bir dil ve kültür alanı ile sınırlı bir bilim alanı değildir.

Tüm dünya üniversitelerinin bilimsel araştırma ve eğitim faaliyetlerinde “dilbilim” bir temel alan bilimi olarak Doğan Aksan’ın seneler önce belirttiği gibi öylesine dalbudak sarmıştır ki, toplumdilbilim (sociolinguistics), ruhdilbilim (psycholinguistics), uygulamalı dilbilim (applied linguistics), sesbilgisi ve sesbilim (phonetics and phonology), antropolojik dilbilim (antropological linguistics), dil kullanım bilimi (söz-eylem çözümlemesi, söylem çözümlemesi) (pragmatics), anlam bilim (Semantics), dil felsefesi (linguistic philosophy), edebi dilbilim (literary linguistics), dilbilim tarihi (historical linguistics), nörodilbilim (neurolinguistics), bilgisayar dilbilim (computational linguistics), bilişim (information technology) ve hatta dilbilim mühendisliği (linguistic engineering) gibi alan-dalları oluşmuştur.

Görülüyor ki, “dilbilim”, tıp, hatta mühendislik alanlarına kadar dal budak sarmış olmasının yanı sıra, tüm Sosyal ve İnsan Bilimlerinin temelini oluşturmaktadır. Ancak, ne yazık ki, bugün yukarıda sözünü etmiş olduğumuz dilbilim dallarının YÖK tarafından belirlenmemiş olması, dilbilimin ülkemizde gereğiyle tanınıp gelişememesine ve uygulama alanında özellikle sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, işletme, basın-yayın, iletişim bilimleri, edebiyat, felsefe, psikoloji, antropoloji gibi diğer akademik alanların bünyesinde veya yanında yerini bulamamasına neden olmaktadır.

Sonuç olarak, bilinmektedir ki, insan dili, insanoğlunun tüm sosyal, kültürel, psikolojik ve iletişim gereksinimlerine yanıt verir. Bu bağlamda, “dilbilim” insanoğlunun niteliğini ve onun içinde yaşamış olduğu toplumu tanımak bakımından hiçbir akademik kuruluşun vazgeçemeyeceği temel bir bilim alanıdır.

Bu nedenle, ülkemizde YÖK ve TÜBİTAK nezdinde ve üniversitelerimizde dilbilim anlayışının gereğiyle algılanarak uygulama alanlarını geliştirmek Türk bilim düşüncesinin çağdaş bir temel üzerine oturması açısından büyük önem taşımaktadır.

Prof. Dr. Sinan Bayraktaroğlu

  
1305 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Sefiller

Victor Hugo'nun "Sefiller"i adalet, kurtuluş ve insanlık durumu temalarını inceleyen klasik bir roman. Devrim sonrası Fransa'nın arka planında geçen hikaye, aralarında eski mahkum Jean Valjean ve acımasız Müfettiş Javert'in de bulunduğu çeşitli karakterlerin hayatlarını konu ediyor. Zengin anlatımı ve sosyal yorumuyla roman, ahlakın karmaşıklıklarını ve daha iyi bir toplum arayışını araştırıyor.

"Sefiller", Victor Hugo'nun onlarca yıla yayılan ve 19. yüzyıl Fransa'sındaki çeşitli karakterlerin hayatlarını araştıran destansı bir romanı. Hikaye, şartlı tahliyeyi bozan ancak kefaretini nezaketle bulan eski bir mahkum olan Jean Valjean'ın etrafında dönüyor.

Romanda aynı zamanda fuhuşa zorlanan anne Fantine ve Valjean'ın hayatıyla iç içe olan kızı Cosette de tanıtılıyor. Müfettiş Javert, katı bir adalet duygusuyla amansızca Valjean'ın peşine düşüyor.

Anlatı ilerledikçe Paris'teki Haziran İsyanı gibi tarihi olayların içinden geçiyor. Aşk, fedakarlık ve adil bir toplum için mücadele temaları romana nüfuz ederek "Sefiller"i insan doğasının ve toplumsal normların güçlü bir incelemesi haline getiriyor. Hugo'nun sosyal yorumlarıyla birleşen karmaşık olay örgüsü, derinliği ve duygusuyla okuyucuları büyüleyen ilgi çekici bir doku yaratıyor.

"Sefiller" derin sosyal yorumları, karmaşık karakter gelişimi ve karmaşık ahlaki temaların araştırılması nedeniyle bugün olmuş hala tutkuyla okunuyor. Dikkate değer yönlerden biri, Victor Hugo'nun devrim sonrası Fransa'da hüküm süren toplumsal adaletsizlikleri tasvir etmesi. Roman, sert ceza sisteminin, zengin ile fakir arasındaki büyük uçurumun ve işçi sınıfının mücadelelerinin bir eleştirisi niteliğinde.

Hugo'nun karakterleri toplumun farklı yönlerinin simgesi ve her biri insanlığın bir yönünü temsil ediyor. Jean Valjean, sert bir eski mahkumdan tutkulu bir yardımsevere uzanan yolculuğunda, kurtuluş olasılığını ve şefkatin dönüştürücü gücünü somutlaştırıyor. Müfettiş Javert ise adaletin esnek olmayan arayışını temsil ediyor ve hukuk sistemindeki ahlaki ikilemleri vurguluyor.

Romanın yapısı, ara ve ayrıntılı açıklamalarıyla Hugo'nun topluma panoramik bir bakış sunma yönündeki daha geniş amacını yansıtıyor. Örneğin, Waterloo Muharebesi ile ilgili ara açıklama, hem tarihsel bir ara bölüm hem de baskıya karşı daha geniş bir mücadele için bir metafor görevi görüyor.

Hugo kitabında ayrıca dini ve felsefi unsurları da bünyesinde barındırıyor, geleneksel ahlaki değerleri sorguluyor ve ilahi lütfun insanın kurtuluşundaki rolünü araştırıyor. İdealist devrimci Marius'un tasviri, toplumsal yapıların birey üzerindeki etkisini tasvir ederek anlatıya katmanlar katıyor.

"Sefiller", zaman ve kültürler arasında yankı bulma yeteneği nedeniyle edebi bir şaheser olmayı sürdürüyor. Romanın kalıcı geçerliliği, adalet, aşk ve daha iyi bir toplum arayışı gibi eskimeyen temaları keşfetmesinde yatıyor ve bu onu düşündürücü ve kalıcı bir edebiyat eseri haline getiriyor.

Britannica l French Literature