Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam41
Toplam Ziyaret810655
İskenderiyeli Hypatia

 Aydınlıkla Karanlık Arasında

Agora, bilim ve felsefenin dünyayı ne denli ileriye taşıdığını, dinin, din çatışmalarının dünyayı ne denli geriye, karanlığa götürdüğünü kanıtlıyor.

Agora

M.S. 4. yüzyılda ölüm, korku, yıkım, din çatışmalarının dorukta olduğu bir zamanda bilim ve felsefeyle uğraşan fizikçi Hypatia’nın savaşımı etkileyici bir anlatımla karşımızda. 

Alejandro Amenábar’la Mateo Gil’in özgün senaryosundan yola çıkılan tarihi dram, M.S. 391’de Roma İmparatorluğu çökerken Mısır eyaletindeki İskenderiye Feneri ve dünyanın en büyük kitaplığı İskenderiye Kitaplığı parlak dönemini yaşıyordu. Kitaplık hem kültürü hem de dini simgeliyordu.

Roma İmparatorluğu’nun bir parçası olan İskenderiye’de İskenderiye Müzesi’nin yöneticisi Theon’un kızı filozof, astronom, fizikçi Hypatia öğrencilerine Platon’un öğretilerini aktarır. İmparatorluk ikiye bölününce Parabolani keşişleri Hristiyanların ahlak polisi  olurlar. Dini ve sosyal kargaşa gittikçe yoğunlaşmaya başlar, Hypatia Antik Dünya’nın  bilgeliğini korumak amacıyla büyük savaşım verir.

Hristiyanlar Yahudi mahallesini basarlar, Yahudiler İskenderiye’den sürülürler. Felsefeye ve bilime inandığını açıklayan Hypatia dinsizlik, büyücülük ve cadılıkla suçlanır. Sürgünlerin, din çatışmalarının, önyargının sürdüğü bir dönemde felsefeye ve bilime inanan yürekli bir bilim kadınının çarpıcı öyküsü günümüz gerçekleriylede birebir örtüşüyor.

İskenderiye kentini yeniden yaratırken yönetmen Amenabar, On Emir (1956),  Ben-Hur (1959), Firavun (1966) filmlerinden yararlanmış. Yedi Goya ödüllü, 2009 Cannes  Film Festivali’nin açılış filmi bilim ve felsefenin dünyayı ne denli ileriye taşıdığını, dinin, din çatışmalarının dünyayı ne denli geriye, karanlığa götürdüğünü kanıtlıyor.

Agora

Yönetmen: Alejandro Amenábar

Oyuncular: Rachel Weisz, Max Minghella, Oscar Isaac, Michael Lonsdale, Rupert Evans, Ashraf Barhom, Sami Samir/ 121 dakika, As Sanat.

İsteyenler buraya tıklayarak Agora filmini izleyebilirler.

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


Bağlar Bellenirken - Hüseyin Seyfi




Köşektaşlı öğretmen Yalçın Yalım tarafından çizilmiş bir resim.
Öğretmen Yalçın Yalım'ın çizmiş olduğu resimlere
bu bağlantı aracılığıyla ulaşabilirsiniz!
kosektas.net

BAĞLAR BELLENİRKEN


Şimdi bağlar harap, bahçeler yok. Kırk yıldır yaşlı ağaçlar insan sesine hasret. Dayanıp ayakta kalabilenler direnmeye çalışıyor. Geriye kalanlar kurumuş.

HÜSEYİN SEYFİ

16 Şubat 2017, Perşembe l Bağlar Bellenirken l Hüseyin Seyfi

Bahar mevsiminde bile tarlada, bağda, bahçede çalışmaktan dolayı terledikçe bol su kaybeder beden. Su kaybettikçe susuzluk hissi artar. Pınardan, çeşmeden alınan su, tarlada sıcağın altında biraz beklerse “ılıktır” ne kandırır, ne de doyurur. En yakın pınardan soğuk suyun, tazesinin doldurulması gerekir.

Bağda, bağ belleyen babamın bir işareti ile Sivri’de, büyük bir derenin içindeki Necati’nin pınarına koşar, çanak sürahiyi daldırırdım pınara. Suyun basıncından dolayı, sürahinin ağzı foş foş ses çıkartır ve bir süre sonra da sesi kesilirdi. O zaman anlardım sürahinin dolduğunu. Pınarın soğuk suyundan elimi yüzümü serinletir elimde sürahi ile dereyi tırmanırdım. O mevkide,  susam, ada çayı, papatya, menekşe, kuzu kulağı, dede sakalı, çalı gülleri ve sarı hardal hatırlayabildiklerim. Hepsi de bahar kokusu salar çevreye mis gibi. Keklikler öterdi derelerde. Bir de, “hep büyük kuşu.” Aslında öten ibibikti. Lakin, bir masal anlatılırdı bu kuş hakkında. O yüzden hep büyük olarak bilirdik. Masal kısaca şöyleydi;

Sıcak bir yaz günü, uzun yollardan gelen bir yolcunun bostan tarlasının kenarından geçerken içi yanar susuzluktan. Canı bostan çeker. Tarla sahibinden bir bostan ister. Bostan tarlasının sahibi bostanlardan hiç birine kıyamaz yolcuya vermek için. Küçük bir bostan vermek ister, ama bostanların hepsi büyüktür. “Hep büyük, hep büyük” der yolcuya. Ve kıyıp da  bir bostan veremez  yolcuya. Yolcu beddua eder. Hep büyük kuşu ol der. Masal bu ya,  adam, o an kuş olur. Başlar hep büyük, hep büyük diye ötmeye. Bildiğimiz ibibik kuşu. Hani, şu ibibikler öter ötmez ordayım şarkısına konu olan kuş. Kim ne derse desin kuşun ötüşü bahar kokusu getirir bana. Bilmem, belki de gençliğimin esintisidir.

Bağın ortasındaki zerdali ağacının altında yemek yerdik. Yemek, yufkanın arasında bulgur pilavı ile torba içinde koyun yoğurdu olurdu. Sabah kahvaltıda ise yufka ile sadeyağı içinde pişirilmiş yumurtaydı.

Cıvıl cıvıldı bağlar. İnsan sesleri, kuş sesleri birbirine karışırdı. Bağ bellemek sadece erkek işi değildi. Aynı zamanda kadınlar ve kızlar da çalışırdı. Hatta kızlar ırgat bile olurdu. Bir bağda genç erkekler çalışırken diğerinde de kızlar çalışırdı. Karşılıklı türkü bile söylerlerdi. Erkekler ve kızlar birbiriyle konuşmazlardı, konuşurlarsa laf söz çıkar ayıplanırdı. Karşılıklı ayna tutulur, türkü söylenirdi. Erkeklerin günlüğü on, kızlarınki yedi buçuk liraydı altmışlı yılların ortasında.

Gün batarken eve dönülür, gün sıcaksa evin dışında kapı önüne kurulurdu sofra. Yere kilimler serilir, duvara yastıklar dayanır açık havada yenilirdi akşam yemeği. Oysa gün boyu açık havada kalınmıştı akşama kadar. Ama evin içi sıkıcı gelirdi yine de. Akşam yemeğinde çorba, patates, dolma mantı, bulgur pilavı, sahanda yumurta, erişte gibi şeyler olurdu. Köfte zahmetli yemekti. Ayrıca et gerekirdi köfte yapmak için. Nohut ve fasulye kış yemekleriydi. Irgat fazlaysa ve o gün bağ belleme işi bitmişse horoz kesilebilirdi.

O yıllarda köyümüz henüz elektrikle aydınlanmıyordu. Gaz lambasıydı evleri aydınlatan. Ay doğduğu zaman sokaklar ay ışığı ile aydınlıktı. Çocuklar, “it kuyuya düştü, kemikçi kömürcü” oynardı.

El feneri veya gemici feneri ile çıkılırdı dışarı.  Köyün en kalabalık olduğu zamandı. Henüz göç hızını almamıştı. Pat sat giden vardı Almanya’ya. Onlar da tek başlarına bekar olarak gitmişlerdi.

Çok değil, birkaç yıl sonra göç hızlandı. Köyden çıkan nasıl ve nereye çakarsa çıksın, bir daha sürekli olarak köye dönmedi. Kim bilirdi Almanya, Fransa yurt tutulacak, Ankara Mamak’ ta bir gecekonduda bir ömür tüketilecekti. İki yılda üç yılda veya düğünde bayramda gelinirse köye bir iki defa.

Göç başlayıp köyler boşaldıkça her alanda değişim hızlandı. Sosyal ilişkilerden tutun günlük yaşama, insan karakterine, kullanılan eşyalara kadar her şey değişti. Öyle bir an geldi ki kırlar, bağlar, bahçeler değişti, kullanılmaz oldu çoğu yerlerde. Her şey ekonomik değeri ile ölçüldü. “Çarşıdan pazardan alır, daha ucuza mal ederim” düşüncesi bağda bahçede doğal güzelliği ve doğal tadı bitirdi.

Şimdi bağlar harap, bahçeler yok. Kırk yıldır yaşlı ağaçlar insan sesine hasret. Dayanıp ayakta kalabilenler direnmeye çalışıyor. Geriye kalanlar kurumuş.

Boş zamanlarda ara sıra ziyaret ederim onları. Konuşup dertleşiriz. Dedemi anlatırlar, halalarımı. Ben doğmadan ölmüş onlar. Yine de hikayelerini dinlerim. Halı dokuduklarını, yastık dokuduklarını. Sağda solda kalmış bir iki hatıraları ve zamanın ağıtlarını.

Yârimi sarmışlar allı kilime
Ne gelirse onu derim dilime
Gelsem bile ne geliyor elimden
Üç aylarda dolu vurdu gülüme…
Testi alıp ben ineyim çeşmeye
Sahip ister sarı celep koşmaya
Ölüm ona hak mı idi bibisi

Bağlar Bellenirken l Hüseyin Seyfi

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Şiir Tanıtım Köşesi


Resim sanatçısı Özgür Yalım tarafından çizilmiş olan "Yaşamın Katli" isimli bu başyapıt resim severleri, insan doğasının karanlık yönleri üzerinde düşünmeye teşvik eder!
kosektas.net

Ateş ve Buz
Robert Frost

"Kimi der, dünya ateşle son bulacak
Kimi - buzdağına dönecek.
Arzuyu tattığım kadar,
Aklım ateşten yana olanlara kanar.
Ama iki kez son bulacaksa eğer,
Nefret hakkında yeterince bilgim var
Donarak batmak daha görkemli olacak,
Nefret ancak böyle son bulacak."

"Ateş ve Buz", XX. yüzyılın en ünlü Amerikan şairlerinden biri olan "Robert Frost"un bir şiiridir. 1920'de yayınlanan bu kısa ama etkileyici şiir arzu, nefret ve onlarla birlikte insanların yok oluş temalarını işliyor. "Robert Frost", son derece canlı ve özlü bir dil kullanarak dünyanın sonuna dair düşündürücü bir bakış açısı sunuyor.

Şiirin aslı dokuz dizeden oluşuyor, yani az kelimeyle çok şey söylüyor. İlk iki satırda "Robert Frost", "arzu" ve "nefret" kavramlarını dünyanın sonunun potansiyel nedenleri olarak düşünüyor. Ateşi, insanlığı yutabilecek tutkulu ve tüketen bir  istenç olan arzuyu temsil eden bir güç olarak sunuyor. Tersine, buzun insanlığı dondurup kontrol edebilecek soğuk ve yıkıcı bir duygu olan nefreti simgelediğini tasvir ediyor.

"Robert Frost", bu iki yıkıcı gücün potansiyel sonuçlarını tartışıyor. Ateşin yıkıcı gücünün hızlı ve hararetli bir yok oluşa yol açabileceğini, burada arzu yoğunluğunun teşvik görevi gördüğünü öne sürüyor. Öte yandan buzun kademeli ve amansız tahribatı, nefretin derin ve her şeyi tüketen doğasını temsil ediyor.

Son satırda "Robert Frost", gözlemlerini yansıtıyor ve hem ateşin hem de buzun dünyayı yok etme kapasitesine sahip olmasına rağmen, ateşle ilişkilendirilen arzunun daha tehlikeli olabileceğine ve muhtemelen yıkımın nedeni olabileceğine inandığını ifade ediyor.

Genel olarak, "Ateş ve Buz" insanlığın kendi kendini yok etme potansiyeline dair karanlık ve karamsar bir bakış açısı sergiliyor ve okuyucuları arzunun ve nefretin doğası ve bunların sonuçları hakkında düşünmeye bırakıyor.

"Ateş ve Buz" kısa ve açık bir dil kullanarak derin insani duyguları derinlemesine inceleyen, çok beğenilen bir şiir. "Robert Frost"un "arzu" ve "nefreti" temsil etmek için temel imgeleri ("ateş" ve "buz") kullanması şiire bir evrensellik duygusu getirerek okuyucuların kendi deneyimleriyle kişisel bağlantılar kurmasına olanak tanıyor.

Şiirin kısalığı da etkisini artırıyor. "Robert Frost", sadece dokuz satırda insanlığın potansiyel yıkımını özetliyor ve okuyucular üzerinde kalıcı bir izlenim bırakıyor. Şiirin özlü yapısı duygusal yoğunluğunu arttırıyor, çünkü her kelime anlam taşıyor ve genel temaya ve mesaja katkıda bulunuyor.

Üstelik ateş ve buzun yıkıcı güçleri arasındaki karşıtlık, okuyucuları arzu ve nefretle kendi deneyimleri üzerinde düşünmeye sevk ediyor. "Robert Frost"un bu duyguları keşfetmesi, kontrolsüz tutku ve kalıcı düşmanlığın tehlikelerine karşı bir uyarı görevi görüyor.

Dahası, "Robert Frost"un "Ama iki kez yok olacaksa eğer l Nefret hakkında yeterince bilgim var l Donarak batmak daha görkemli olacak l Nefret ancak böyle son bulacak" şeklindeki son cümlesinin muğlak doğası, daha derin bir yoruma davet ediyor. Bu, "Robert Frost"un hem arzunun hem de nefretin dünyayı yok etme potansiyeline sahip olduğunu düşündüğünü, ancak nefretin yıkıcı gücünü kabul edecek kadar iyi anladığını gösteriyor.

“Ateş ve Buz", az sözle çok şey anlatması, arzu ile nefretin derinlemesine araştırılması, okuyucuları insan doğasının karanlık yönleri üzerinde düşünmeye teşvik etmesi bakımından, güçlü ve düşündürücü bir şiir.

Kaynak: Literature English

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası