Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam10
Toplam Ziyaret803079
Film Tanıtım Köşesi


KARA KAFA
(Schwarzkopf)

Yönetmen
Korhan Yurtsever

Oyuncular
Betül Aşçıoğlu l Savaş Yurttaş l Cüneyt Kaymak l Özlem Güler l Macit Flordun l Gülsen Tuncer l Ercan Demirel l Bülent Oran l
Wolfgang Esch l Bahri Ateş

Türk yönetmen Korhan Yurtsever tarafından 1980 yılında tamamlanan Kara Kafa (Almanca: Schwarzkopf), Türk işçilerinin Almanya'ya göçünü konu ediniyor; yalnızlık, siyasi direniş, sendikal örgütlenme ve feminist hareketin hikâyesini anlatıyor. Film, 1980 yılında gösterime sunulduğunda, Türkiye'deki sansür kurulu tarafından "dost ülke Almanya'nın onuruna hakaret ediyor" gerekçesiyle yasaklanır. Yönetmen Korhan Yurtsever, filmin yasaklanmasından hemen sonra Almanya'ya sürgüne gider.

Filmin Konusu: Almanya’da bir metal işletmesinde çalışan Cafer, daha iyi bir yaşam sürme umuduyla, eşi Hacer ile çocuklarını Almanya'ya götürür. Hamile eşi Hacer, bir iş bulur ve çalışmaya başlar, ancak hemen ardından doğum yapar. İşte bundan sonra, hem aile içinde hem de aile dışında sorunlar başlar. Hacer de, Cafer de çalıştığı için, yeni doğan çocuklarının bakımı sorun olur. Çocuğun bakımını sağlamak için, oğul ve kızlarını, Türkiye’ye gönderiyoruz gerekçesiyle, okuldan alırlar, eve kapatırlar. Oğulları genellikle yalnızdır, zamanının büyük bir bölümünü kentte yalnız dolaşarak geçirir. Kızları, yeni doğan kardeşine bakmak için evde kalmak zorunda kalır. Cafer için önemli olan, çocuklarının eğitimi değil, çocuk parasının ödenmesidir.

Çok bir zaman geçmeden Cafer işsiz kalır, zamanın büyük bölümünü kahvehanelerde kumar oynayarak geçirir. Hacer, hem çalışır hem de dernek, sendika çalışmalarında, kadın örgütlerinde aktif rol alır. Hacer ayrıca, çevresinin de etkisiyle, fiziksel ve zihinsel bir dönüşüm geçirir.

Filmin asıl negatifleri 2022 yılında şaşırtıcı bir şekilde yeniden keşfedilip restore edilir. Bu sayede bu tarihi belgeyi sinemaseverlere sunma olanağı doğar.

Kara Kafa (Schwarzkopf) l 1979 l 82 dakika.

Filmi izlemek için buraya tıklayın.

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Bir Yudum Köşektaş

BİR YUDUM KÖŞEKTAŞ



Şifahilikten kurtulup kanıtsallığa ulaşmak için bu tür yazılı belgelere ihtiyaç var! 
Görünürde olanın ve bilinenin ötesine geçerek, Köşektaş ve insanına yönelik
bilgileri gün ışığına çıkaran öğretmen Hüseyin Seyfi'ye, belge niteliği
taşıyan bu yazısı için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net
 
HÜSEYİN SEYFİ

Bir Yudum Köşektaş l Hüseyin Seyfi l 3 Mart 2025, Pazartesi

Köşektaş, Kapadokya dairesi içinde, Avanos’a 35, Hacıbektaş’a 20 km. uzaklıkta şirin bir köy.
Henüz beş altı yaşındayım. Evimizin arkasında, bir karış tozu olan yolda, yaşıt birkaç çocuk birlikte oynuyoruz. Önce derinden, sonra gittikçe yaklaşan metalik bir gürültüye dikkat kesiliyoruz. Gürültü şiddetini artırınca korkmaya başlıyoruz. Bu sırada, benden iki yaş büyük ablam, nereden aklına geldi bilmiyorum, “Teççel meççel”, “Kaçın, teççel meççel gelmiş.” diye bağırınca, her birimiz, bir tarafa dağılıyoruz. Ben, doğru samanlığa kaçıyorum. Kalbim, küt küt vuruyor. O sırada ablam yetişiyor. Bu kez de, “Kardeşim, dünya batıyor. Önce çocukları götürecekmiş teççel meççel, sonra da büyükleri.”

Samanlık karanlık, korkuyorum, teççel meççel ha geldi, ha gelecek. Bereket versin biraz sonra gürültünün gittikçe uzaklaştığının farkına varıyoruz. Derin bir nefes alıyoruz ve korkumuz geçiyor.

Sonradan öğreniyoruz ki, o müthiş gürültüyü çıkaran, köye köprü yapımı için gelen paletli bir dozermiş.

Bu olay, çocuklar olarak bizim teknikle ilk tanışmamız ve teknikten ilk korkumuz oluyor.

Köylüye gelince; onun teknikle buluşması, hatırladığıma göre ya burunlu bir otobüs veya “Gazlı Fordsun.” Belki de onlara göre, az öncesi vardı teknikle tanışmışlığın. Bilmiyorum, askerlikte veya gittikleri şehirlerde.

Gazlı Fordsun da oldukça gürültülü çalışan bir traktördü tıpkı eski kömürlü trenler gibi.

Traktör köye yeni geldiğinde, önündeki bir delikten sokulduktan sonra kıvrılıp döndürülen, ‘L’ şeklinde bir levye ile çalışırken, sonradan traktörün yan tarafında bulunan teker şeklindeki kasnağına sarılan bir urganın onbeş, yirmi kişi ile çekilip, hızla döndürülmesi ile çalışır olmuştu.

Gazlı Fordsun, mavimsi renkte bir traktördü; köylünün teknikle buluşup kucaklaştığı araç. Yani karasaban, pulluk ve motor. Diğer bir deyimle, öküz, at, traktör. Tıpkı bataryalı, pilli, elektrikli radyolar silsilesi ya da taş değirmenleri, su değirmenleri, yel değirmenleri, motorlu değirmenler gibi.

Yıllar altmışlara girince, kağnıların gıcırtısı kesildi. Kırsal kesimdeki ulaşım, at arabaları ile biraz daha hızlandı.

Köşektaş köyü değişiyor, okuma, yazma ve aydınlanma hususunda çevreye fark atıyordu.

Önce ebeveynler, arkasından çocuklar okul için can atıyorlardı. Hangi zorluklara katlanmıyorlardı ki; On bir yaşlarında üç beş çocuk, bir odalı evlerde tek başlarına, yeme içme, temizlik her şey kendilerine, ya bir ilçe merkezinde veya yakın bir ilde. Tüm bu zorluklar okumak uğrunaydı. Sanki aydınlanma kıvılcımı oluşmuştu.

O yıllardaki okuma seferberliğine köylü, iki üç yıl içinde kızları da kattı. Yalnız onlara yaşlı bir bekçi, babaanne veya anneanne refakat ediyordu.

Köy Enstitülülerden veya Öğretmen Okullulardan sonra liseliler. Ve nihayet Üniversiteliler.

Aynı zamanda bir süreç daha çalışıyordu; yurt dışı, özellikle Almanya. Gurbetler, ayrılıklar.

Yalnız kalan, parçalanmış aileler:

Tıpkı teknikle uzaktan tanışıklığım gibi, bir ilki daha yaşadım yüreğim sızlayarak; babam, Almanya kervanına katılmıştı ve ayrılmıştık. Çok sevdiğim babam, ekmek uğruna bizden, elimizden uçup gitmişti; altı kardeşin en büyüğü on dört yaşındayken.

O geri geldi, yani babam. Ya dönmeyen babalara ne demeli? Onların çocukları, onların eşleri? Koca ülke Türkiye’de durum aynıydı. Aileler, ayrı düşen eşler ve çocuklar. Bu durum yıllarca devam etti.

Köylerdeki değişim, bu sıralarda başlamış oldu. Işık geldi, yol geldi. Önce radyo, sonra televizyon. Hiç unutmam babamın Almanya’dan getirdiği kırmızı renkte ‘çanta radyo’ ile günlerce yatağa yatmıştım.

Toprak, kerpiç evler yerine, kiremitli, çatılı evler yapılmaya başlandı. Bunlara, ‘Almancı evleri’ dendi.

Köy çeşmeleri yerine ‘terkos’ suyu içilmeye, tere yağ yerine ‘vita’ yağ yenmeye başlandı.

Okumaya gidenler çoğaldı. Onlar da, köylerine dönmediler bir daha. Öğretmen oldular, polis oldular, hakim, avukat, doktor ve diğerleri.

Yıllar su gibi aktı. Köy boşaldı. Köşektaş Köyü bin beş yüz insandan üç yüze düştü.

Şimdi kalanlar yaşlılar. Çoğu kadın. Tüm çileyi onlar çekiyor. Çekecek çileleri varmış. Dul kaldılar. Çoğunun eşleri çoktan öldü. Gelenleri, gidenleri yok. Yalnız kaldılar. Hiç hayal etmedikleri öyle bir yalnızlığın içine gömüldüler ki. Büyük aileden, çekirdek aileyi yaşayamadan yalnızlığın içine düştüler. Oysa daha kırk beş yıl önce, anneler, babalar, ebeler, dedeler, gelinler, amcalar çocuklar, torunlar hep bir arada yaşamıyorlar mıydı?

Onlar, yani yaşlılar, hepsi de misafir. Yaz mevsimini idare ediyorlar şimdilerde.

Ya kışın? Soğuk. Soba yanacak, yemek yapılacak ve yaşanacak yaşanabildiği kadar.
Çocuklar, gelirlerse düğünden bayrama. Gelinlerin gönlü olursa birkaç saatliğine.

Uzun sözün kısası, yaşlılar zor durumdalar. Hiçbir yere sığamıyorlar. Hasta olup zorunlu kalmadıkça hiç biri, hiçbir yere kımıldamıyor. Sanki söz birliği etmişçesine. Biraz da sitemlice gelen gidenin olmayışına. “Sıkılırız” diyorlar. Bu da, işin bahanesi.

Gelmeyenlerin de haklı gerekçeleri var. Kimi Edirne’de, kimi Hakkari’de. Yine Yurt dışında olanlar çok. Üçüncü kuşak yetişmiş orada. Çoğu memleketini bile bilmiyor.
Bilenler de yılda en fazla yirmi gün. Çoluk çocuk, hepsi ekmek peşinde. Emekli olanlar, ’iki arada, bir derede kalmışlar’ Onlar da dönemiyorlar. Çocuklar, torunlar oradalar.
İçleri özlem dolu olsa bile dönemiyorlar. Bir de bahaneleri var, “Sağlık yönünden burası Türkiye’den rahat” diyorlar. Tüm bunlar değişimin öteki yüzleri.

Köyde kalan yaşlı kadınlar, bilselerdi böyle olacaklar. Kocalarını Almanya’ya, çocuklarını okumaya göndermezlerdi herhalde.

Ne dersiniz?

Değişimin önünde durulmuyor ki. Bakalım, daha ne sürprizler bekliyor…

İlk kez 28 Mart 2014, Cuma günü yayınlanmış bir yazıdır.


Yorumlar - Yorum Yaz
Kitap Tanıtım Köşesi


İsyanın ve Felsefenin Diyalektiği
Merdan Yanardağ

Türkiye’nin önde gelen nitelikli gazetecilerinden Merdan Yanardağ yine şaşırtıcı bir yapıtla karşımızda. Gazeteciliğinin yanı sıra akademik çalışmaları, siyasal ve entelektüel kimliğiyle de tanıdığımız Yanardağ, mesleği nedeniyle olsa gerek, ağır kitapları bile temposu yüksek ve akıcı bir dille kaleme alıyor. Ufuk açıcı eserler üretiyor. Elinizdeki kitap bunun en iyi örneklerinden biri.
 
Siyaset bilimi ve sosyoloji doktoru da olan Yanardağ’ın, gazetecilik deneyiminden süzüp getirdiği ve akademik çalışmaları sırasında kaleme aldığı –ilk kez yayımlanan metinlerden oluşan– İsyanın ve Felsefenin Diyalektiği kitabı, entelektüel ve bilimsel derinliğiyle “parlak bir eser” diye nitelendirilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
 
Yanardağ bu çalışmasında, Türkiye solundaki “Türk olmaktan utanma” kompleksinden İran Devrimi’nden çıkarılacak derslere, sosyalist hareket ile Kemalizm ilişkisinden aydınlanma ve modernite tartışmalarına, Oryantalizmin güncelliğinden “aydın” kavramı bağlamında Mannheim ve Gramsci’ye, Althusser’in Marksizme bakışından Foucault’ya, iktidar-rıza denkleminden Gadamer ve Derrida’ya, Türkiye’de cumhuriyetçi solun kimlik sorunundan Antonio Negri’nin teoriyi yeniden kurma girişimine kadar uzanan geniş bir alanda inceleme ve çözümlemeler yapıyor.
 
Kitap, bilgilendirici özelliğinin yanında, entelektüel ve siyasal ortamda yaşanan liberal ve postmodern zihin kirliliğine karşı teorik bir müdahale eseri olarak da okunabilir.
Hem bu kadar ünlü, hatta “popüler” bir gazeteci olup hem de böyle bir kitap yazmak herkesin harcı değil. Okuyacak ve şaşıracaksınız.

İsyanın ve Felsefenin Diyalektiği

Merdan Yanardağ

ISBN: 9786254184611