Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam153
Toplam Ziyaret789732
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ


SANAT, FELSEFE VE BİLİM YAZILARI


Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.


24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Ankara`da vereceği bir konferans için hazırlamış olduğu 4 bölüm ve 33 sayfadan oluşan, sanatsal ve bilimsel değeri oldukça yüksek bu yazıyı köyümüz sitesine armağan etmiş olmasından ötürü sayın Musa Kâzım Yalım`a şükranlarımızı sunar; katkılarının salt bu yazıyla sınırlı kalmamasını, sürekli olmasını umut eder; dünyamızın en fedakâr varlıkları olan öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlarız!  kosektas.net

24 Kasım Öğretmenler Günü
III, IV
Musa Kâzım Yalım
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu

III. Çağdaş Öğretmenin Özellikleri

-    “Milletleri kurtaracak yalnız ve ancak öğretmenlerdir.”

Öyleyse, öğretmenler, eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı, bilimsel dünya görüşüne kesin sahip çıkmalıdırlar.

-    Öğretmenlik bir meslek değil; insan ruh ve bedenine biçim veren bir ustalık mertebesidir. Bu açıdan bakıldığında öğretmenler, Allah’ın yeryüzündeki en kutsal yardımcılarıdır.

-    Büyük bir eğitimci; öğretmenler için şunu söylüyor: Tanrı beyin verir, insanlığa, en yararlı hale siz getirirsiniz.

-    Tanrı kalp verir, onu insanlık sevgisiyle dolu ve duyarlı hale siz getirirsiniz.

-    Tanrı kulak verir, doğruyu siz işittirirsiniz.

-    Tanrı göz verir, doğruyu siz gösterirsiniz.

-    Öğretmen, insanı, insanlaştıran ve insan yaratma sanatının sanatkarıdır.

-    Öğretmen, bilim ve güzel sanatlarla ilgili eğitime, önem vermelidir. Çünkü insanı, insanlaştıran bilim ve güzel sanatlardır. Eğer bir toplumda suç işleme oranı fazla ise, o toplumda bilim ve güzel sanatlara önem verilmiyor demektir. Eğitimin bilimsel temeli çocuklara cesaret vermektir. Onun için, öğretmen korkutucu değil, cesaret verici olmalıdır.

Öğretmen; bilimsel ve sanatsal değerleri yaratanların  yaratıcısıdır.

Eğer Tanrı, gökten yere inip te, bir meslek seçseydi muhakkak öğretmen olurdu. Zira öğretmenlik bir Tanrı sanatıdır. (Eflâtun)

Öğretmen, yeryüzünde Tanrı’nın ve peygamberlerin biricik yardımcısıdır. Bu bakımdan öğretmenlik kutsal bir görevin sorumluluğunu taşımaktadır.

Bilimsel bilgiye (deneysel bilgiye) ve güzel sanatlara dayalı çağdaş uygarlığımızın büyük gelişmeleri; bilim insanlarının, politikacıların, sanatkârların, bilim ve sanat üretenlerin değil, öğretmenlerin eseridir. Yani bilim ve güzel sanatlara dayalı çağdaş uygarlığın kahramanları yaratıcı öğretmenlerdir. İşte bu nedenledir ki, öğretmen, “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda bir kişilik (şahsiyet) oluşturmalıdır ki, içinde yaşadığı toplumu çağdaş dünyaya taşıyabilsin. Eğer öğretmen kendi hür benliğini duymamış toplum veya doğa tarafından esir edilmiş; varlığı ile yokluğu arasında aynı şey haline gelmiş; her işini Tanrı’ya ya da oluruna bırakmış, kadere boyun eğmiş ve mistik bir ruhun sahibi ise; öğretmenin bilgisi, ahlakı, sanatı ve sihhati ne olursa olsun, kendine özgü bir kişilik veya şahsiyet ortaya koyabilir mi? Bir kişilik veya şahsiyet sahibi olabilmek için, öğretmen veya insan kendi hür benliğini yaşamın gerçekleriyle karşılaştırmalı, böylece bilimsel ve sanatsal yeni ve üstün bir yaşam sistemini güçlü bir sezişle görüp söyleyebilmeli ve yapacağı eylemlerle yaşamı ileriye doğru değiştirmeli, yüceltmeli ve durmadan yaratmalıdır. Bu bakımdan her yeni ve ilk bir hayat bir yaratmalar silsilesinden (zincirinden) ibarettir. Ve her yaratma olayı, bir kişiliğin ve şahsiyetin eseridir.

Bir öğretmen, dünyadaki sosyal, siyasal, kültürel, bilimsel ve sanatsal gelişmelere daha çabuk ayak uydurabilmesi için kendini ve toplumu ileriye doğru değiştirmeli, yani diyalektik yasaya uymalıdır.

Öğretmen, metafizik dinsel dünya görüşüne dayalı körinanç ve hurafelerle örülü Ortaçağ Uygarlığının içinde değil; bilimsel dünya görüşünün içinde yer almalıdır ki, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı olabilsin.

Öğretmen sürekli araştırma ve inceleme yapmalı ve onun sonuçlarını yayınlamalıdır. Öğretmenin bu konudaki etkinliğini devlet desteklemelidir.

Öğretmen, “kadere boyun eğmemelidir; eğer kadere boyun eğerseniz, kader sizi kendi halinize bırakır; ona isyan ederseniz elinizden tutar.”

Öğretmenliği bir meslek gibi değerlendiremeyiz. Çünkü o meslek değil; toplumun ve bireylerin kişiliğini yaratan ve geliştiren kutsal bir değerdir.

-    Bir doktor, meslek yaşamında belki 50-100 hastasını tedavideki yanlışlıkla kaybetmiş olabilir;

-    Bir mühendis, bir apartmanı yanlışlıkla inşa edip, içinde oturan sakinleri bir anda yok etmiş olabilir.

-     Ama bir öğretmenin eğitim ve öğretimdeki yanlışlığı, bir toplumun toptan yok olmasına neden olabilir.

Çoğu İslam düyasının öğretmen ve eğitkenleri, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı bilimsel dünya görüşünü içeren milli bir eğitim sistemi yaratamadıkları için emperyalist güçlerin tutsaklık zincirinden kurtulamamışlardır. Genelde İslam dünyasının öğretmenleri, yanlış yönlendirildikleri için “aklı inançtan; bilimi dinden bağımsız kılamadıklarının cezasını çekmektedirler.”

Eğitim ve öğretimin çağdaş özelliği, “aklın inançtan; bilimin dinden bağımsızlaşmasıdır.” Yani eğitimde, “aklı inançtan; bilimi dinden” ayrı olarak ele almaktır.

Eğitimi, inanca bağımlı ve metafizik dünya görüşünün güdümünde ele almak, aklın özgürlüğüne ve aklın yaratıcılığına el koymak ve aklın yaratıcı gücüne zincir vurmaktır.

Aklın ve bilimin, inançtan bağımsızlığını sağlayan bilimsel dünya görüşüne nasıl ulaşıldığına dair olay iyi bilinmelidir. Çünkü; çağdaş dünya bilimle yaratılmıştır.

IV. Öğretmen Çağdaş Görevini Yapmış İse

Bırakınız bilim üretmeyi, bilimin ne olduğunu bilmeyen, bilimi dışlayan, körinanç, hurafe ve bağnazlığın eline teslim edilmiş bir toplum manzarasıyla karşı karşıyayız. Atatürkçülüğe ve O’nun Cumhuriyetine nasıl son verileceğine dair politikalar üretilmeye çalışılmaktadır.

1930’daki Kubilay olayını, Kahramanmaraş, Çorum, Malatya ve Sivas olayları izlemiştir. Bu bağnaz sistemle bilim ve güzel sanatları içeren eğitim-öğretim ters yüz edilmiş, bilim üretmeyle ilgili hiçbir etkinlik göserilememiştir. Okullarımız, deneysel bilim uygulamalarından uzak, ezberci bir sistem içinde bocalayıp durmaktadır.

1950-1980 laiklik karşıtı yaratılan olaylarla, laikliğe indirilen darbe, laiklik anlayışını fena halde hırpalamış, laikliğin gerçek özelliğinin içi boşaltılmış olup, artık laiklik yaşamaz olmuştur.

Örneğin; Türkiye’de, demokrasi ve laiklikle ilgili bilimsel doğrultuda görüş bildiren düşün insanlarının hemen hepsinin yaşamına son verilmiştir.

İşte böyle bir anlayış içinde, bilimsel ve sanatsal eğitim-öğretim, metafizige dayalı “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmıştır. Bu nedenle, Atatürk'ün yaşama geçirdiği “bilimsel dünya görüşü” artık yaşanmaz olmuştur. Halkın bilgilenmemesi ve hiçbir şey bilmemesi için “öbskürantizm”; halkın uyanışını ve gelişmesini engellemek için de “obstrüksiyon” gibi bağnaz kurallar uygulanır olmuştur. Halkın daha kolay yönetilmesi için, bu yöntem Fransa’da, Louis’ler döneminde uygulanmıştır.

Ülkemizde, 1950’den beri halkın Ufku, daima kapalı ve karanlık tutularak, yaşamını kadere bağlayan Ortaçağ anlayışına bağlı bir toplum oluşturulmuştur. Bu nedenle bilim alanında patentiyle ses getirecek bilim insanlarımızı yetiştiremedik.

Bugün öğretmen, böyle bir toplum içinde yaşamaktadır. Öğretmenin yapacağı iş, toplumun kaderini deneysel bilim ve güzel sanatlar doğrultusunda değiştirmektir. Çağdaş öğretmenin birinci görevi içinde yaşadığı toplumu çağdaşlaştırmaktır. Öyleyse öğretmenin “bilimsel dünya görüşüne” sahip çıkması yaptığı kutsal görevin gereğidir.

Öğretmen, içinde yaşadığı toplumun aynasıdır. Bismarck’ın esir aldığı bir general, Bismarck’a: “Neden sürekli sizin ordular, bizi yeniyorlar?” diye bir soru yöneltince, Bismarck: “Bu soruyu bana değil; Alman öğretmenlerine sorunuz.” diye yanıtlıyor.

Büyük Atatürk, eğitimin ve öğretmenin önemini daha açık bir şekilde ortaya koyuyor: “En önemli nokta eğitim işidir. Eğitimdir ki, bir ulusu ya özgür, bağımsız, ünlü ve yüce bir toplum halinde yaşatır; ya da tutsaklığa ve yoksulluğa sürükler.”

-    Eğer, toplum bilimle barışık, bilimsel akla sahip, her düşünce ve olayları bilime doğru doğru değerlendirme alışkanlığı kazanmış ise;

-    Yaşamına, “bilimsel ve sanatsal dünya görüşüne” göre yön vermiş ise;

-     Yaşadığımız toplum düzeninde “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce sistemi” yaratılmış laik ve demokratik yaşam biçimi yaşama geçirilmiş ise;

-     Toplumun bireyleri deneysel bilim ve güzel sanatlara ilgi duyuyor ve destekliyor ise;

-     Devletin, eğitimi-öğretimi üstlenmesi sağlanmış ise;

-     Toplum içinde yaşayan bireyler, yeteneklerine göre eğitilip, yeteneklerine göre iş bulabiliyorlarsa;

-     Toplum, arı ve öz Türkçe ile konuşabiliyorsa;

-     Diyalektik bilimsel dünya görüşü ve Atatürkçülük gerçekten hayata geçmiş ise;

-     Toplumda, (aklı inançtan, bilim, dinden bağımsızlaştırma) gerçekleştirilmiş ve aklın eğemenliği, aklın yaratıcılığı, aklın özgürlüğü sağlanmış ise;

-     Laik ve demokratik bir toplum düzeni yaratılarak, inanca yönelik, dinin devlet ve toplumsal bir sorun olmadığı, dinsel inancı, bireylerin özgür iradesine bırakan ve eğitimin dinsel dünya görüşünün güdümünden kurtarılarak laik ve bilimsel eğitimin eğemenliğini sağlayan bir toplum ve devlet düzeni oluşturulmuş ise; öğretmen ulusal görevini yerine getirmiş demektir; yok eğer öğretmen bunları yaşama geçirmekte aczin içine düşmüş ise öğretmen ulusal görevini başaramamış demektir. Bu duruma göre öğretmenin ülkemizdeki ulusal görevini başarıyla yerine getirdiği söylenemez.

(Fransız yazar ve sosyologun sözleri)

Türk toplumu, Ortadoğu’da İslam dünyasının içinde yer almaktadır. İslam dünyası emperyalist ülkelerin tutsaklığının altındadır. Bunun nedeni, İslam dünyasının deneysel bilimi dışlamış olmasıyla aklın egemenliğine değil; Arap-İslam ideolojisine bağlı, Arap Ulusculuğunun ortaya koyduğu körinanç, hurafe ve tarikatlara dayalı inancın egemenliğine girilmiştir.

İşte bu yüzden, İslam dünyası, bilim keşfeden ulusların tutsaklığından bir türlü kurtulamamaktadır.

Bizim, İslam dünyasından farklı bir yanımız olmadığına göre, öğretmenlerimizin kendine düşen ulusal görevi tam olarak hayata geçirdiğini söylemek mümkün değildir.  

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bilimsel ve güzel sanatlarla ilgili değerlere dayalı “bilimsel dünya görüşü” tehlikeyle karşı karşıyadır.

“Akıl ve bilim yok, Tanrısal irade vardır.” Felsefesi ve Ortadoğu halkları ve İslam dünyasının durumu yürekler acısıdır. Onlar, bilimi ve “bilimsel dünya görüşünü” önemsememenin cezasını çekmektedirler. Asırlardır bu böyle devam etmektedir. 

İslam dünyası, emperyalistlerin elindeki tutsaklık zincirini bir türlü kıramamaıştır. Çünkü bilime yönelmedikleri için.

Yaklaşık insanlığın var olduğu günden beri bugüne kadar varlığını sürdürmeye çalışan, metafisik düşsel felsefeye dayalı körinanç, hurafe, tarikatlar ve mezhep ayrılıklarının oluşturduğu “metafizik düşsel dünya görüşü” Atatürk'ten sonra egemenliğini tekrar sürdürmeye hazırlanıyor.

Oysa, Batı dünyasında “bilimsel dünya görüşü” çığ gibi gelişmiş, bilime ve güzel sanatlara dayalı çağdaş dünyayı yeniden ihya etmek için sürekli mücadele veriliyor.

Batı dünyasında, öğretmen, yazar, şair, sanatçı ve düşünürler metafizik düşsel dünya görüşüyle; bilimsel dünya görüşlerinin analizi yapılarak halk aydınlatılmış, “bilimsel dünya görüşünün” çağdaş bir yaşam felsefesi olarak benimsenmesiyle “metafizik düşsel  yaşam felsefesinin”, yaşam sahnesinden çekilmesi sağlanmıştır.

Zaten, metafizik ve düşsel düşünceler üzerinde deneysel etkinlikle bilimsel değerler ortaya koymak katiyen mümkün değildir. Şimdiye kadar metafizik düşünce üzerinde hiçbir yapılamamıştır. Bilim elde etmek için deney, düşsel metafizik üzerinde değil, madde üzerinde yapılır.

Batı dünyasında, Rönesans ve Aydınlanma Çağında “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce ortamının, yaratılışıyla; aklın egemenliği, aklın yaratıcılığı ve aklın özgürlüğü sağlanmıştır.

Aklın egemenliğiyle, laiklik, hayata geçmiş olup, Batı insanının, dinsel baskılardan kurtulması sağlanmıştır.

Batı insanı, bilimsel değerleri rahatça anlama ve anlatma olanağına kavuşmuştur.

Aydınlanma dönemini aydınlatan öğretmen, yazar, şair ve sanatçı; Rönesansı yaratan bilim kahramanları gibi çalışmışlar, bilim ve aydınlanma uğruna ölümden bile korkmamışlardır.

Batı dünyasının yazar, şair ve düşünürlerinden Jean Meslier, Lamettrie, Diderot, Moliere, Voltair gibi ünlü düşünürleri, dünya görüşlerinin analizini yaparak çağdaş dünyanın yaratılışında etkili olmuşlardır. Yani “bilimsel dünya görüşünün” yaratılmasını sağlamışlardır.

Ama, ülkemizde; Atatürk gibi büyük bir liderin fikir öncülüğünde, 20 bin Köy Enstitülü öğretmen ve Cumhuriyet döneminin ilk öğretmenleri, Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yaklaşık yüzden fazla “yazar, şair ve sanatçı” ; Batıdaki yazar ve öğretmenler gibi, dünya görüşlerinin analizlerini yaparak bilimsel dünya görüşünün anlaşılması ve aklın özgürlüğü, aklın egemenliği için mücadeleye girememişlerdir.

Başta Köy Enstitülerinin yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçı olmak üzere tüm çağdaş yazarlar ve düşünürler, köy yaşamını dile getirmekten öteye geçememişlerdir. Onlar, ancak yazarlık duygularını ve yazarlık merakını gidermek için köy yaşamını bir malzeme olarak kullanmışlar, fakat halkımıza bilimsel ve dinsel dünya görüşlerinin analizini yaparak “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda halkımızı aydınlatmaya yönelmemişlerdir. Onun için, bugün şeriat düzeninin yaşama geçmesini heyecanla beklemeye koyulduk. Kuran kursları, imam hatip okulları ve İlahiyat Fakülteleri kendi dünya görüşü doğrultusunda bir hayli yol almışlar ve aydın kesimden çok daha başarılı olmuşlardır.

Evrensel İslam dini insan öldürme makinası haline getirilmiştir. Yani İslam engizisyonu yaratılmıştır.

1930 Şeyh Mehmet isyanından bugüne kadar uzanan zaman içinde çok yol alındı. Malatya, Çorum, K. Maraş ve Sivas olayları, onların yarattığı laiklik karşıtı gerici karşı devrim hareketiydi. 1950 – 1980 Laiklik karşıtı gerici devrim zihniyetinin yarattığı ortam, körinanç ve hurafeye dayatılmış Ortaçağ İslam Uygarlığı heveslilerinin önünü aydınlatıcı bir güç oluşturmuştur.

Sözün kısası, Osmanlı döneminden aktarılma, körinanç, hurafe, tarikatlar ve mezhep ayrılıklarına dayalı dinsel inanç, Atatürk’ün özenle kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni de etkisi altına almış bulunmaktadır. Osmanlılar’dan kalma, Osmanlı hayranı körinanç ve Ortaçağ zihniyeti şimdi tekrar filizlenmiş gelişip güçlenmek için bağnaz bir ortamın oluşturulmasını sağlamışlardır.

Öğretmenin, ekonomik bakımdan, istenilen düzeye ulaştırılamadığı için, öğretmen, tutucu (bağnaz) zihniyetlerle istenilen mücadeleyi verememektedir diyorlar.

  • Şu gerçeği unutmamalıyız. Kapitalist sömürücü emperyalist sistemin içinde kamuya hizmet verenlerin ücreti zam da yapılsa, reel ücreti hiçbir zaman değişmez. M. Ö. 2000 yılında emekçilere ödenen ücret ne ise, şimdi de odur.

Bu gerici ve insani olmayan çağdışı sistemde çalışan ve emekçilerin ekonomisi “ücret köleliğidir.” Kapitalist sömürü düzeni “ücret köleliği” üzerine kuruludur. Ücret köleliği insanın insanı sömürüsüne yönelik düzenin değişmez yasasıdır. Bu yasa bozulduğu zaman, ekonomik güçlerin ve sömürgenlerin kendi düzeni de bozulur.

Kapitalist düzende, demokrasi; güçlünün her türlü çıkarlarından başka bir şey değildir.

Öğretmen, İslam dünyasının, hiyerarşik kaderci ekonomik düzenini, köylü ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda değiştirmedikçe başta öğretmen ve diğer tüm emekçilerin mutlu yaşaması düşünülemez.

Sonuç olarak öğretmenin mücadele alanı  daha da genişlemiştir:

  • İlk önce eğitimi – öğretimi; güzel sanatları ve deneysel metoda dayalı doğrultuda birleştirerek tamamıyla devletin ele almasını sağlamak.
  • Sonra da eğitimin, zeka çeşitlerine ve yeteneğe göre biçimlenmesini sağlamak.
  • Sınavların, egemen sınıfların ve güçlerin kültüründen değil; yeteneklerin saptanmasına yönelik olmasını sağlamak.
  • Bilimsel ve sanatsal eğitime dayalı, yetenek çeşitleri göz önünde tutularak, iş ve zekanın bütünleşmesine yönelik “iş içinde, iş vasıtasıyla, iş için eğitimin” bütün okullarda uygulanır hale getirilmesine yardımcı olmak.
  • Köy Enstitüleri eğitim sisteminin, Meksika’da uygulandığı söylenmektedir.
  • Köy Enstitüleri, laikliğin ve demokrasinin ve aklın egemenliğinin uygulandığı bir eğitim kuruluşudur. Tekrar canlandırılmaya değer.
  • Eğitimi – öğretimi, Pazar meta olmaktan kurtararak öğrencileri ve velileri sömürülmekten kurtarılmasını sağlamak eğitimin ve eğitimcinin birincil görevi olmalıdır.

ÖZET OLARAK

Bugün içinde yaşadığımız çağdaş dünyayı oluşturan “Bilimsel Dünya Görüşü” öyle kolayca yaratılmış bir dünya görüşü değildir.

Hıristiyanlığın ve genelde tüm dinlerin, bilim dünyasına karşı açmış olduğu savaşta kazanılan utku, bilim kahramanlarının yılmayan mücadelesi sonunda elde edilmiştir.

Sonuçta, bilim dünyası; başarıya ulaşmış ve metafizik felsefeye dayalı, “Düşsel ve Dinsel Dünya Görüşüne” karşı “Bilimsel Dünya Görüşünü” oluşturmuştur.

Bundan sonra, başta, Batı dünyasında, sonra da tüm çağdaş dünyada yeni bir anlayış , yeni bir felsefeyle eğitim – öğretim olmak üzere devlet ve toplumsal yaşam bütün yönleriyle “bilimsel dünya görüşüne” göre biçimlenmiştir.

Bilimsel ve santsal başarının sonunda en önemlisi, “özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce ortamı” oluşturulmuş, buna bağlı olarak da Batı dünyasındaki bilimsel devrimle “ibadet ve inanç” bireylerin özgür iradesine dayalı, laik ve demokratik sistemin gereği din yasal ve toplumsal bir konu olmaktan çıkmış, bireylerin “hür iradesine” bırakılmıştır. Yaratılan bu ortamla, aklın özgürlüğü, aklın yaratıcılığı ve aklın egemenliği sağlanmıştır.

Öğretmenlerimizin, yürümekte olduğu yolların, kimler tarafından ve ne şekilde aydınlatıldığını bilmek, öğretmenlik bilincinin kesin güçlenmesini sağlayacaktır.

Çağdaşlaşmanın, “bilimsel dünya görüşüyle” mümkün olduğuna inanmak, öğretmenin bilincinin temelidir...


Not: Bu yazının ilk iki bölümünü okumak için aşağıdaki bağlantıya bir kez tıklayınız:

Öğretmenler Günü I, II





0 Yorum - Yorum Yaz
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak