Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam101
Toplam Ziyaret770438
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

Köşektaş Köyü'ne Ortaokul Binası İnşa Etme Uğruna Yürütülmüş Çalışmalar

***Köşektaş Köyü'ne ortaokul binası inşa etme ereğiyle, 1975 yılının aralık ayında başlatılan, 1976 yılında sonuçlandırılan çalışmaların kimi safhalarını içeren yazıdır!***

Köşektaş Köyü benim anılarımda önemli bir yer tutar, çünkü orada yaşadığım her bir anı, ömrümü oluşturan karelerin birer parçalarıdır. Onları unutmam, yaşamımdan silip atmam söz konusu olamaz!

1968 yılında kurulan „Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin“ yöneticileri her ne kadar takdire şayan çalışmalar başlatmış ve yürütmüş olsalar da, yaşadıkları maddi sıkıntılar nedeniyle, ortaokul binasının inşasını başlatamamışlardı. Ortaokul binasının inşası için gerekli olan tüm hazırlıklar tamamlanmış, hatta temel atılmış, ancak bina yapımına başlanamamıştı.

O yıllarda, 1970`li yılların ortalarında, Köşektaş Köyü İlkokulu, her yıl kırkın üzerinde mezun veriyor, mezunların tümüne yakın oranı, orta öğrenimlerini devam ettirebilmek için, çevre il ve ilçelere akın ediyorlardı. Zaten kıt kanaat geçinebilen çoğu aileler, çocuklarının ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettirebilmeleri için, çevre il ve ilçelerden, birer - ikişer odalı evler kiralıyor, kiraladıkları o evlere yüksek oranda kira ödüyor, bu da yetmiyor, bir öğretim yılı boyunca, sürekli git - gel yaparak, köy dışında okuttukları çocuklarına yiyecek, içecek ve yakacak taşıyorlardı.

Ailelerinin maddi durumu elvermeyen çocuklar ise, ne kadar yetenekli, ne kadar becerili olurlarsa olsunlar, ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettiremiyorlar, ilkokulda aldıkları eğitimle yetinmek zorunda kalıyorlardı. Bu hem kendileri hem de ülkemiz için telafisi olmayan bir kayıptı.

Sorunun kaynağı belliydi. İhtiyaç olmasına rağmen, Köşektaş’ta orta eğitim veren bir kurum yoktu. Bu durum, köy halkını olduğu kadar, beni de rahatsız ediyordu. Bu nedenledir ki, gerek düğün ve cenaze merasimlerinde, gerek cuma hutbelerinde, bu sorunu sürekli canlı tutmaya, köy halkının duyarlılığını artırmaya çalıştım.

Sorunun çözümü de belliydi. Yaklaşık yedi - sekiz yıl önce, nice emek sarfedilerek kazılmış temel bizi bekliyordu. Yapılması gereken, köy halkını, özellikle de yurtdışında bulunan Köşektaşlı kardeşlerimizi güdüleyerek, yeni bir başlangıç yapmaktı. Zaten çok sürmedi. Zamanla hayallerimiz bir bir gerçekleşmeye, bu uğurda yürüttüğümüz faaliyetler, köy halkının büyük bir çoğunluğu nezdinde kabul görmeye başladı.

Bugün gibi hatırlıyorum. 1975 yılının aralık ayıydı. Öğle namazını henüz yeni kıldırmıştım. Cami kapısında Seyit Çavuş (Cesur)’la karşılaştım. Selamlaştıktan, hal hatır ettikten sonra, köy halkının ilkokul binasında toplantı halinde ve bir karar alma aşamasında olduğunu, benim de orada beklendiğimi ifade etti. İkimiz de, vakit kaybetmeden, ilkokula yöneldik. İlkokula vardığımızda, büyük bir kitle toplantı halinde idi. O zamanki dernek yönetiminde olan kimi arkadaşlar, daha okul girişinde bana yönelerek; inşasına devam etme kararı alınan ortaokul binası için ihtiyaç duyulan paranın tedarikini sağlamak amacıyla bir kişiyi görevlendirerek Almanya'ya gönderme kararı aldıklarını, görevlendirilecek o kişinin seçimle belirleneceğini, seçimde yarışacak adayların köy halkının önerisi doğrultusunda önceden belirlendiklerini, belirlenen o adaylar arasında benim de bulunduğumu ilettiler.

Köy halkının bana karşı göstermiş olduğu güven beni hem cesaretlendirmiş hem de gururlandırmıştı. Beni böylesi şerefli bir göreve layık gördüklerinden dolayı oradakilere teşekkür ettikten sonra; mesleğim icabı icra etmem gereken bir görevim olduğunu, bu sebepten dolayı yurtdışı görevinin, zaman sorunu olmayan, başka bir kardeşimiz tarafından üstlenilmesinin daha uygun düşeceğini söyledim. Ancak, oradaki kitle tarafından yapılan yoğun ısrar sonrası, aday olmayı ve seçime katılmayı kabul ettim. Daha sonra seçim için gerekli olan işlemler tamamlandı, kapalı oylama yapıldı. Yapılan kapalı oylama sonrası şahsıma verilen 105 oy gereği, dernek yönetimi tarafından Almanya'ya gitmek için görevlendirilmem gerekirken, kimi dernek yönetim kurulu üyelerinin öne sürdükleri şu gerekçe buna engel teşkil etti: “Gidemez, çünkü dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı yok!”

Bu gelişme üzerine, dernek yönetimdeki diğer arkadaşlar, dernek tüzüğünde yaptıkları bir değişiklikle, dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı edinmemi sağladılar. Yapılan ikinci oylamada, şahsıma verilen 104 oy gereği, aynı oylamada 94 oy alan Mehmet Tandoğan'la birlikte, Almanya'ya gitmek ve yardım toplamak maksatıyla görevlendirildim.

Tüm bu olup bitenlerden sonra, bir yandan pasaport için gerekli evrakların tedarikini sağlamaya başladım, bir yandan da Hacıbektaş İlçe Müftülüğü’ne müracaat ederek, yurtdışına çıkabilmek için, müsaade istedim. O yılların Hacıbektaş ilçe müftüsü sayın Bekir Özcan, bunun ancak yıllık izin hakkımı kullanarak ve yerine getirmekle yükümlü olduğum imamlık görevimi, yurtdışında bulunacağım zaman dilimi süresince, aksatmadan devam ettirebilecek bir vekil göstermem koşuluyla mümkün olabileceğini bildirdi. O yıllarda köyde bu görevi üstlenebilecek Mustafa Özdoğan vardı. Bu durumu kendisiyle konuştum, bir karara bağladım. Mustafa Özdoğan, yurtdışında bulunacağım zaman süresince, imamlık görevini üstlenecek, böylece köy cemaatı imamsız kalmayacaktı. Ben bu işlerle meşgul olurken, dernek yönetimi de mühür, makbuz gibi yardım toplamak için gerekli olan araç ve gereçlerin teminini sağlamaya çalışıyordu.

O günlerde, (Ocak 1976), yol arkadaşım Mehmet Tandoğan’ın eniştesi Mehmet Bozkurt arabayla Almanya’ya dönecekti ve yanında bizi de götürecekti. Bu durum bizim için bir fırsattı. Çünkü, Almanya'ya gitmek için, yol ücreti ödemeyecektik.

1976 yılının ocak ayı idi. Artık pasaport, mühür ve makbuzlar hazırdı. Yola çıkmamız için hiçbir engel kalmamıştı. Arkadaşlarla helalleştik, Mehmet Bozkurt ile birlikte Almanya’ya doğru yola çıktık. Çıktık ama, yolculuk boyunca geri çevrilme korkusu bizi bir türlü terk etmedi. Bulgaristan’ı sorunsuz geçtikten sonra, o yıllarda Yugoslavya’nın, günümüzde Slovenya Cumhuriyeti’nin Kranj Bölgesi’nde bulunan ve aynı zamanda Slovenya Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ljublujana kenti üzerinden, Jesenice (Yugoslavya tarafı) / Villach (Avusturya tarafı) hudut kapısına gece çok geç vakitte vardık. Yugoslavya – Avusturya Hudut Kapısı orta yükseklikten oluşan dağların göbeğinde ve yüksek bir noktada idi. Şiddetli ve dondurucu bir soğuk vardı. Jesenice’yi sorunsuz geçtik. Ancak Avusturya’ya girişte bizi eğlediler, arabadan inmemizi istediler. Yapılan sorgulama sonucu, Avusturya’ya girişimiz uygun görülmedi ve geri çevrildik. Korktuğumuz başımıza gelmiş, Avusturya hudut kapısından geri çevrilmiştik. Donup kalmıştık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Edilen bir yığın masraf, katedilen onca yol, çekilen eziyet ve zahmetten sonra geri dönüşü bir türlü kabullenemiyor, çaresizlik içinde kıvranıyorduk.

Neden sonra Almanya’ya, Ljublujana üzerinden, demir ya da hava yoluyla geçme kararı aldık. Dışarıda kuru ve dondurucu bir soğuk vardı, durulacak gibi değildi. Hemen arabaya bindik ve sürdük. Kısa bir yolculuktan sonra Ljublujana’ya vardık. Mesai saatinin başlamasıyla birlikte, Almanya’ya bilet satın almak için, önce demir, sonra da hava yolları bilet satış noktaların müracaatta bulunduk. Ancak her iki noktadan da Almanya için bilet satın alamadık. Her iki kurumun da gerekçesi: Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan kendilerine iletilen bir talimat doğrultusunda, kurum olarak, Almanya istikametine turist taşımama kararı aldıklarını ve bu nedenle de bize bilet satamayacakları yönünde idi. O yıllardaki yoğun işçi akınını durdurabilmek için, Alman Dışişleri Bakanlığı bu yönde bir önlem almayı gerekli görmüştü ve bu nedenle giriş kapılarında yapılan kontroller sıkılaştırılmıştı.

Hangi kapıya yönelsek yüzümüze kapanıyordu. Çaresiz, bitkin ve üzgündük. Geri dönmekten başka seçeneğimiz kalmamıştı. Ancak köye nasıl varacaktık, kime ne diyecektik, bilemiyorduk. Mehmet Bozkurt’la ağlaşarak vedalaştık. O arabasıyla Almanya’ya yöneldi, biz kalacağımız otele. Ljublujana’daki bir otelde geceledikten sonra, ertesi gün, saat 11:00 sularında, demir yoluyla İstanbul’a hareket ettik.

Saklanmaz bir gerçektir ki, Avusturya sınırından geri çevrilişimiz, kimileri tarafından sevinçle karşılanmıştı! Bu bizi yıldırmamış, ancak üzmüştü!

Aradan çok bir zaman geçmedi. Birkaç hafta sonra, (Mart 1976), dernek yönetimi almış olduğu bir kararı bana iletti: ’’Almanya vizesi için müracaatta bulunmak amacıyla, gerekli evrakları temin ederek, Ankara’ya gitmem talep ediliyordu.’’

Konuyu dernek yönetimiyle enine boyuna konuştuktan ve bir karara bağladıktan, gerekli evrakları tedarik ettikten sonra, Hacı Mehmet Akdemir ile birlikte, Ankara’ya doğru yola koyulduk.

Ankara’ya vardığımızda, o yıllarda Ulus Polis Karakolu’nda görevli olan Ertan Akdemir’in Mamak’daki evine misafir olduk, orasını ikamet gösterdik. Vize ve otobüs bileti için, o yıllarda Türkiye - Almanya arasında transit yolcu taşımacılığı yapan Bosfor Turizm Şirketi’ne, başvuruda bulunduk. Hemen ertesi gün, Almanya’ya gidebilmem için gerekli olan vize de, otobüs bileti de hazırdı. Tüm bu işlemler için Bosfor Turizm Şirketin’i tercih etmiştik. Çünkü Ali Osman’ın Hasan (Hasan Dündar) da aynı şirket otobüsüyle, aynı gün ve aynı saatte, Almanya’ya hareket edecek ve böylece bana arkadaşlık edecekti. Böyle uygun görmüş, böyle kararlaştırmıştık. Artık tüm hazırlıklar tamamdı. Köye dönüp hareket gününü beklemeye başladım.

Hareket günü gelip çattığında, Ali Osman’ın Hasan ile birlikte, Ahmet Ağa’nın Bekleme (Uçkuyu)’den, Kayseri otobüsüyle Ankara’ya, oradan da Bosfor Turizm Şirketi’ne ait bir otobüsle Almanya’ya hareket ettik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Maribor (Avusturya) ve Salzburg (Almanya) sınır kapılarını sorunsuz geçtik.

Önce Münih kentine vardım. Münih ve çevresinde bulunan Köşektaşlılar tarafından büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım. Zaman kaybetmeden yola koyuldum, Münih’ten sonra Mainz’e vardım. Münih’de olduğu gibi, Mainz’de de büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım.

Merkez olarak Mainz’deki Cam Firması’nın Hayımı’nı belirledik. Çünkü orada çok sayıda Köşektaşlı ikamet etmekteydi. Orada yapmış olduğumuz ilk toplantıda: ’’Madem ki dernek yönetimi böyle bir karar aldı ve sizi buraya gönderdi, biz elimizden geleni yapmaya hazırız! Almanya’daki Köşektaşlılar olarak, kimseye el avuç açmadan, bu işi kendimiz başaracağız!’’ şeklinde bir karar alındı. Bu karar Almanya’daki tüm Köşektaşlılara ulaştırıldı.

Toplantıda alınan bu karardan sonra, yapılacak yardımların umulandan yüksek olacağını sezinledim. Köyle irtibata geçerek, ihale işini bir an önce halletmelerini önerdim. Bu önerim üzerine ihale, ben daha Almanya’da iken, Gülşehir’in bugünkü (2009) belediye başkanı sayın Erol Ünlüsoy’a verildi. Binanın inşaasına ise, ben döndükten hemen sonra başlandı.

O yıllarda yurtdışında bulunan Köşektaşlılar, yeni kurulan dernek ve yaptığı çalışmalardan haberdar olduklarından, gerekli hazırlık ve tedariki yapmışlardı. 1976 yılı, Osman Şeref’in işsiz olduğu yıldır. Almanya’da bulunacağım süre boyunca, Almanya’nın çeşitli kentlerinde yaşayan Köşektaşlılara beni arabasıyla Osman Şeref ulaştıracaktı. Almanya ziyareti bu şekilde tertip edilmiş, bu şekilde de uygulanmıştır!

Osman Şeref’le Almanya’yı kent kent dolaştık. Mainz’den sonra Köşektaşlıların yaşadığı diğer kentlere yöneldik. Stuttgart, Dortmund, Duisburg, Köln ve çevrelerinde bulunan tüm Köşektaşlılara ulaştık. Köşektaşlılar, ortaokul namına verdikleri yardımlara ek olarak, yakıt giderlerini karşılamak amacıyla, Osman Şeref’e ek yardımda bulunuyorlardı. Yukarıda da belittiğim gibi, Osman Şeref işsizdi ve yakıt giderlerinin bir türlü karşılanması gerekiyordu. Zaten yakıt giderlerinden başka bir giderimiz de yoktu. Köşektaşlıların kaldıkları hayımlarda eğleşiyor, onların pişirdikleri yemeklerden yiyor, onların içtikleri içeceklerden içiyorduk. Bu nedenle de, barınma-yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, bir kuruş bile harcamıyorduk.

Mesafe olarak Mainz’e hayli uzak olan ve az sayıda Köşektaşlının yaşadığı Hamburg ve diğer kıyı kentlere gitmeyi uygun görmedik. Bu kentlerde yaşayan Köşektaşlılara haber göndererek, yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmalarını önerdik. Bu önerimiz sonrasıdır ki, kendilerine Almanya’da ulaşamadığımız Köşektaşlılar yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmışlardır.

Son durağım Frankfurt’tu. Frankfurt’taki Köşektaşlılar beni, beklemediğim bir eda ile ağırladılar, uçak biletine varana dek temin ettiler, sade bir törenle uğurladılar.

Özel bir havayolu şirketinin Charter uçağıyla İstanbul’a, İstanbul’dan, Türk Hava Yolları’nın iç hatlar uçağıyla, Ankara’ya geçtim. Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan kiraladığım bir taksi ile Ankara Terminali’ne, oradan da otobüsle Ahmet Ağa’nın beklemeye vardım.

İnanılır gibi değildi. Otuz sekiz gün sonra toplanan meblağ, tamı tamına, 101.000 DM (Deutsche Mark) idi! Bir ara, Fransa’ya gitme kararı da almştık, ancak; “Ne olur, ne olmaz, sınırda sorun çıkabilir, bu da bize pahalıya mal olur.” kuşkusuyla vazgeçmiştik.

Yaklaşık kırk gün sonra beklenenden fazlasını elde etmiş olmanın verdiği keyifle varmıştım Köşektaş’a. Almanya’da biriken 101.000 Alman Markının bir kısmını, 4,50 TL karşılığında bankaya, bir kısmını da, 5 TL karşılığında Kızılağıllı Hacı İbrahim’e bozdurmuştuk. Yüklü bir meblağ birikmişti. Bu nedenledir ki, aslında üç derslik olarak tasarımlanan ortaokul binasının planını altı derslik olarak değiştirmiş ve uygulamaya sunmuştuk. Tüm masraflar karşılandıktan sonra, bir miktar daha para artmıştı. Artan o parayla, o dönemin Nevşehir İl Bayındırlık müdürü sayın Hamdi Tüfekyapan’ın desteğini de alarak, Karşı Mahalle’deki Sağlık Ocağı binasının yapımını gerçekleştirmiştik.

Yine o yıllarda, Ali Kea’nın Bayram (Karatekin) ve köy halkının desteğiyle, ek bir birikim sağlamış, sağlamış olduğumuz o ek birikimle minareyi yaptırmış, mezarlığın etrafını tel örgüyle çevirtmiş, imam evinin de tamiratını yaptırmıştık.

1976 yılında, ortaokul binasının inşaatı henüz devam etmekte iken, sık sık Ankara’ya gitmiş, ortaokulda eğitim ve öğretime daha o yıl başlanması için temaslarda bulunmuştum. O yıllarda Nevşehir milletvekili olan sayın Hüsamettin Başer’in bu konuda bana yardımı dokunmuş ve bu uğurda sarfettiğim çabalarımın hiçbiri boşa gitmemişti.

İzleyen günlerde sade bir açılış töreni düzenlemiş, Köşektaş Köyü Ortaokulu’nun açılış töreni için o yılların Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’i, İl Millieğitim Müdürü sayın Yılmaz Atalay’ı, Köşektaş’a davet etmiştik. Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’in açılış konuşmasının hemen başında bana dönerek söylemiş olduğu şu sözler hâlâ belleğimde:

"Bir din görevlisinin bu tür çalışmalarla içinde yaşadığı topluma faydalı olması takdir edilmesi gereken bir davranıştır! Üstün gayretiniz, özverili çalışmalarınız ve başarınızdan dolayı sizi tebrik ediyorum!"

Daha sonra törende hazır bulunan öğretmen arkadaşlara dönerek:

"Bir köy imamının elde etmiş olduğu başarıyı görmekteseniz. Bu davranış hepinize örnek olsun!" diyerek konuşmasına devam etmişti.

Köşektaş’a ait anı ve hatıraları unutmak ne benim için, ne eşim için, ne de çocuklarım için mümkündür. İstenmeden yaşanmış kimi olumsuzluklar olmuş olsa da, biz hiç kimseye kırgın ve dargın değiliz. Tüm Köşektaşlıları saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.

Nuri Biçer l Köşektaş Köyü İmamı

Fotograflar: - Köşektaş Köyü Ortaokul Binası l Cengiz Şen l 2006 - Köşektaş Köyü Sağlık Ocağı Binası l Cengiz Şen l 2006

*Yazıntı ve bireşim: Lütfullah Çetin, 2009

  
609 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012