Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam103
Toplam Ziyaret770440
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

Köşektaş Köyü'ne Ortaokul Binası İnşa Etme Fikrinin Doğuşu
  • KÖŞEKTAŞ KÖYÜ'NE ORTAOKUL BİNASI İNŞA ETME FİKRİNİN DOĞUŞU
• BİNA İNŞA ETME UĞRUNA YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR
• YÜRÜTÜLEN ÇALIŞMALAR ESNASINDA YAŞANAN ÇATIŞMALAR


_____________MEHMET DOĞAN_____________

 

Köyümüzde 1968 yılında muhtarlık yapmış sayın Mehmet Doğan'ın bir döneme ait olan anılarını içeren bu yazı, sayın Mehmet Doğan'ın bizzat kendi anlatımı esnasında tutulmuş olan kısa yazıntılar ve bu kısa yazıntılarla yapılan bireşim sonucu genişleyerek aşağıdaki halini almıştır!

Bu yazı genişletilerek daha da içeriklendirilebilir. Bu konuda bilgi ve belge
sahibi köylülerimizin bizimle iletişime geçmelerini rica ederiz!
kosektas.net

 

Köşektaş Köyü'ne Ortaokul Binası İnşa Etme Fikrinin Doğuşu l Bina İnşa Etme Uğruna Yürütülen Çalışmalar l Yürütülen Çalışmalar Esnasında Yaşanan Çatışmalar l Mehmet Doğan l 5 Nisan 2008 l Burhaniye

Köye ortaokul yaptırma fikrinin ortaya atılmasındaki amaç, köylünün halklaşma bilincini ön plana çıkararak, köydeki eğitim süresini beş yıldan sekiz yıla çıkarmak ve böylece, yerinde verilecek eğitim ve öğretimle, Köşektaş Köyünü daha da aydınlatmaktı.

Bu fikri ortaya atanlar, o yılların Nevşehir Valisi Eşref Ayhan ile Nevşehir Milli Eğitim İl Müdürü, Köy Enstitüsü mezunu Musa Eroğlu beylerdi. O yıllarda, Nevşehir ili sınırları içerisinde bulunan herhangi bir yerleşim birimine bir ortaokul binası inşa edilmesi düşünülüyordu. Bunun için en uygun yerleşim birimi, Eşref Ayhan bey için de, Musa Eroğlu bey için de, Köşektaş Köyü idi. Çünkü Köşektaş Köyü halkı, ilkokul sonrası eğitime olağanüstü ölçüde önem veriyor, bu alanda diğer yerleşim birimlerine oranla açık ara önde gidiyordu.

1968 yılıydı. Katip İhsan (Yıldız), kendi isteğiyle muhtarlıktan ayrılmış, yerine kısa bir süre Feti Çelebi vekaleten bakmış, daha sonra yapılan seçimde muhtar seçilmiştim. Muhtarlığımın henüz ilk günleriydi. Nevşehir valisi sayın Eşref Ayhan tarafından tahsis edilmiş resmi bir araçla, köydeki evimden apar topar alınıp, Nevşehir Valiliği’ne götürüldüm. Vali Eşref Ayhan makamında bana; “Kuracağımız bir dernek ve önden yatıracağımız 10.000 TL ile köyümüzde bir ortaokul binası yaptırma projesi başlatabileceğimizi, diğer tüm giderlerin Milli Eğitim Bakanlığı’nca karşılanacağını, gerek bina yaptırmak için yürüteceğimiz çalışmalarda, gerekse binanın yapımında, valilik olarak bizi destekleyeceklerini” söyledi.

Tüm bu söylenenleri iştimek beni oldukça sevindirmişti. Ancak, kuşku duyduğum ve karamsar olduğum kimi hususlar vardı. Onları vali beye mutlaka iletmeliydim. Aksi takdirde, ileride içinden çıkılmaz sorunlarla karşılaşabilirdik.

Vali bey söyleyeceklerini söylemiş, söz sırası bana gelmişti. Bu konudaki önceliği köyümüze vermiş olmalarından dolayı kendilerine teşekkür ettikten sonra; böylesi bir görevi seve seve üstlenip köy halkını bu konuda ikna etmeye çalışacağımı, ancak talep edilen ön ödemenin bir hayli yüksek olduğunu ve o günkü koşullarda 10.000 TL gibi bir miktarı bir araya getirmenin büyük bir sorun teşkil edeceğini, oysa bu miktarın 5.000 TL olması durumunda işin üstesinden gelebileceğimizi belirttim.

Vali Eşref Ayhan bu önerimi istinasız kabul etti ve ilave etti: "Derneği kurduktan ve 5.000 TL tedarik ettikten sonra tekrar bize geleceksiniz. Biz valilik olarak [MEB] nezdinde, Köşektaş Köyü’ne bir ortaokul binası yapılması için girişimlerde bulunacağız. Tüm işler bizim takibimzde olacak. Gerekli çalışmaları bir an önce başlatın ve katettiğiniz her mesafeyi bize bildirin!"
Köye döner dönmez muhtarlık heyetini oluşturan arkadaşlarımla bir durum değerlendirmesi yaptım.

Yıl 1968
Muhtar
  Mehmet Doğan

Heyetteki Üyeler

H. Mehmet Yıldız Eşref Çelik Selim Şahman H. Bey Gökduman Sadık Şen Mehmet Güneş

Heyetteki arkadaşlarla aramızda hiçbir fikir ayrılığı mevcut değildi. En büyük kaygımız işin mali yönüydü. Çünkü o yıllarda köydeki mali vaziyet hiç iç açıcı değildi.

Vakit geçirmeden işe koyulduk. Koyulduk ancak, her iş sandığımız kadar kolay değildi. İşin maddi yanı bir tarafa, ortaokul binası yapımına muhalif olanlar ve onların kışkırtıp üzerimize saldığı bir yığın insanla mücadele etmek zorundaydık.
Muhalif grup, bina yapımını önlemek için her yola başvurmaktaydı. Özellikle cuma namazı çıkışında, sürekli taciz ediliyorduk: “Şunlara bir bakın! Çocuk okutacağız diye ne zahmetli, ne pahalı bir işe talip olmuşlar. Aklınızı mı bozdunuz; insan böylesi zahmetli, hem de bu kadar çok para isteyen bir sorumluluk üstlenir mi?
Bu ve benzeri sataşmalarla diğer insanları etkilemeye ve muhalefeti güçlendirmeye çalışıyorlar, bunda da bir hayli başarılı oluyorlardı.

Karşı kampanya köyün hemen hemen her yerinde sürdürüldüğü gibi, köy odalarında da sürdürülmekteydi. Biz, ortaokul binasının inşa edilmesinin, muhalif grup ise edilmemesinin daha doğru olduğunu savunuyor, savunmalar şiddetli tartışmalara, tartışmalar da sık sık ağız kavgalarına dönüşüyordu.

Bununla da kalınmıyor, muhalif gruptakilerden kimileri tarafından şiddetin çözüm yöntemi olarak benimsenmesi, kışkırtılan insanların üzerimize salınması, aramızdaki zaten çok cılız olan iletişimi olumsuz yönde etkiliyordu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen işe koyulduk. İlk iş olarak, ortaokul binası yaptırma projesini yürütecek bir dernek kurmak için kolları sıvadık. Derneğin kurulup faaliyet yürütebilmesi için en az on altı kişinin imzası gerekiyordu. Ancak, günler, haftalar, hatta aylar süren uğraşlar sonrası, bula bula on beş kişi bulabildik.

Aralıksız çalışmamıza, sürekli kulis yapmamıza rağmen, ihtiyaç olan son bir kişiyi bulamıyorduk. Bir tarafta köye ortaokul binası yapılacakmış yapılmayacakmış umurunda olmayanlar (özellikle de ortaokul çağında çocuğu olmayanlar), bir tarafta kişisel ihtiras içinde olanlar, diğer tarafta asıl muhalifler tarafından yürütülen olumsuz propogandadan etkilenmiş insanlar vardı ve kimseyi ikna edemiyorduk.

Bu durum köydeki muhalifleri oldukça sevindirmişti. Destek olmak şöyle dursun, salt yapım işi engellensin diye, olmadık iftiralar ve riyakarlıklarda bulunuyorlar, kışkırttıkları insanları üzerimize gönderiyorlardı.
Bu tür gelişmelerin ne denli üzücü ve istenmeyen olaylar olduğunu belirtmek sanırım gereksizdir. Ancak bugün için keşke yaşanmasaydı demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.

Zamanla ihtiyaç olan bir kişiyi bulamayacağımız kesinleşmişti. Kaybedecek vakitimiz de yoktu. İlk fırsatta Nevşehir’e, Kâzım Hoca (Yalım)’ ya gidip, durumu izah ettim. Kâzım Hoca, Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin on altıncı kurucu üyesi olmayı kabul etti.
Dernek kurabilmek için gerekli olan on altı kişiyi bulmuştuk. Artık derneği kurmak için hiçbir engel kalmamıştı. Resmi başvurumuzu izleyen günlerde yapıp, gerekli izni aldık.

Artık Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği kurulmuş ve faaliyetlerine başlamıştı. Köyümüze ortaokul binası inşa edecek, böylece daha büyük bir yerleşim merkezine uzakta olmanın yarattığı mahrumiyeti giderecektik. Bizim için bundan daha yüce, daha onurlu bir görev, daha büyük bir sevinç kaynağı olamazdı.

Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkan: Mehmet Doğan
Köy Güzelleştirme Derneği Başkanı: Ahmet Taşkıran
ÜyeÜyeÜye
Remzi ÖzdoğanAli YılmazSüleyman Çelebi

Yaşadığımız bu sevinci mutluluğa dönüştürmek için canla ve başla çalışmamız gerektiğinin bilicindeydik. Yapmamız gereken en öncelikli iş, Nevşehir Valiliği tarafından talep edilen 5.000 TL’yi tedarik etmekti. Ancak, ne muhtarlığın bütçesinde, ne de yeni kurulan derneğin bütçesinde, bu miktarda bir para yoktu. Zaman su gibi akıp gitmekte, tarifi imkansız sıkıntılar yaşamaktaydık.


Köşektaş Köyü Ortaokul Binası Temel Atma Töreni l 1968 l Fotograf: Köksal Doğan

O yıllarda 5.000 TL çok büyük bir paraydı. Gecemizi gündümüze katmış, parayı nasıl tedarik edeceğimizi düşünüyorduk. Kimseden zırnık kadar fayda yoktu. Artık tüm umutlarımızı kaybetmeye başlamıştık ki, aylar önce caminin eski kilimlerini sattıktan sonra elde ettiğimiz ve Mustafa Özdoğan’a emanet olarak verdiğimiz 4.500 TL’yi hatırladım.
Vakityle, Bekir’in Ahmet (Yıldız)’in muhtarlık yaptığı yıllarda, köyün camisindeki kilimlerin halı ile değiştirilmeleri ihtiyacı doğmuştu. Cami cemaatı bu sorunu sürekli dile getiriyor ve değişikliğin bir an önce yapılmasını istiyordu. Eski kilimler satılıp halı alınacak, alınacak halılar camiye serilecek ve cami cemaati namazı halı üzerinde kılacaktı. O günlerde böylesi bir değişiklik gerekiyordu çünkü, çevre köyler bu değişikliği yapalı yıllar olmuştu.

Kilimleri satması için amca oğlum Bayram (Göçer)’ı Kapadokya’ya göndermiş, kilimlerin satışından yüklü bir miktar elde etmiştik. Elde ettiğimiz miktarla caminin halı ihtiyacını giderdiğimiz gibi, 4.500 TL de artmıştı. Artan 4.500 TL’lik miktarı, Mustafa Özdoğan’a emanet olarak vermiştik. İşte şimdi o paraya şiddetle ihtiyacımız vardı.

Dernek yönetimi olarak bu talebimizi köy ileri gelenlerine ileterek; 4.500 TL’nin üzerine 500 TL ilave edip, 5.000 TL’ye yetireceğimizi ve valiliğe havale edeceğimizi bildirdik. Mustafa Özdoğan’ı da bilgilendirerek, parayı hazır etmesini söyledik.

Takip eden günlerde muhtarlıkta bir araya gelerek, söz konusu paranın Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’ne bağışlanmasını kararlaştırdık ve bu kararımızı kaymakamlığa bildirdik. O yıllarda, Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’nin başkanlığını Ahmet Taşkıran yürütmekteydi. Ahmet Taşkıran, başkanlığını yürütmekte olduğu derneğe aktarılacak miktarı, makbuz karşılığı, Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne bağışlayacağını, daha önceden bize taahhüt etmişti.

Mustafa Özdoğan’dan alınan 4.500 TL’nin ilk olarak Köşektaş Köyü Güzelleştirme Derneği’ne, oradan Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ne ve oradan da üzerine 500 TL ilave edilerek Nevşehir Valiliği’ne havale edildi.
Parayı alan valilik, bize bir yazı gönderdi. O yazı ile, [MEB] nezdinde, bina yapımı için izin talep etmemiz istenmekteydi.

Tüm hazırlıkları yapıp Anakara’ya hareket ettim ve doğrudan [MEB]’na vardım. [MEB]’nda benden başka, Sadık ve Karasenir köyleri muhtarları da vardı ve onlar da kendi köylerine bir ortaokul binası inşa ettirme uğraşı içerisindeydiler. Şunu da ilave etmek gerekir ki, o yıllarda iktidarda Adalet Partisi vardı. Başbakan Isparta milletvekili Süleyman Demirel, Milli Eğitim Bakanı ise Kırklareli milletvekili İlhami Ertem’di. Bizim köyden Adalet Partisi’ne genelde pek fazla oy çıkmadığından, ne Süleyman Demirel’in, ne de İlhami Ertem’in, ortaokul binası konusundaki tercihlerini bizim köyden yana kullanmayacaklarını az çok biliyordum.

Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, benim orada kalmamı, Sadık ve Karasenir köyleri muhtarlarının ise dışarı çıkmalarını söyledi. Ben, Nevşehir Valiliği’nin göndermiş olduğu yazıyı göstererek, bugüne dek yapılmış olan çalışmalar hakkında bilgi verdim. Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem, söylediklerimi azami bir dikkatle dinledikten sonra, çok olumsuz bir yüz ifadesiyle, artık gidebileceğimi söyledi.

Çaresiz köye dönmek zorunda kaldım. Köye vardıktan birkaç gün sonra [MEB]’ndan bir ileti aldım. İletide; “Bakanlığımızın müsadesi olmadan ortaokul binası inşa edemezsiniz!” yazıyordu.

Bu ileti beni şok etmişti. Artık köydeki muhaliflerin engellemelerinden başka, [MEB] engeli ile de karşı karşıyaydık. Ancak tüm bu engellemeler bizi yıldırmamıştı. Gerek muhtarlık heyeti, gerekse Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği yöneticileri olarak, ortaokul binası yaptırma konusunda son derece kararlıydık.

[MEB]’ndan gelen iletiyi alıp, o zamanlar ne muhtarlık heyetinde, ne de dernek yönetiminde olan, Halil Dündar’a gittim. Halil Dündar, her yönüyle itimat ettiğim ve güvendiğim bir şahıstı. Tecrübeleri iyi kullanır, böylesi açmaz durumları isabetle tahlil eder, akılcı çözüm önerileri sunardı. İkimiz başbaşa oturduk ve [MEB]’ndan gelen yazı üzerine konuştuk. Bu konuşmamız sonunda, benim bir an önce Ankara’ya tekrar giderek, o yıllarda senato üyesi olan Prof. Ragıp Üner aracılığıyla destek aramamı kararlaştırdık. Ankara’da yapacağım görüşmelerde herhangi bir sonuç elde edememe durumunda ise, gidiş geliş ve konaklama masraflarını ikimiz karşılayacaktık. Aramızda geçen konuşmayı da, almış olduğumuz bu kararı da hiç kimseye söylemeyecektik.

İlk fırsatta Ankara’ya gidip, Senato Üyesi Prof. Ragıp Üner’i buldum. [MEB]’ndan gelen yazıyı gösterdim. Senato Üyesi Ragıp Üner, yazıyı okuduktan sonra; “Bu iş beni çoktan aşmış. Bundan sonrasına benim gücüm yetmez. En iyisi seni Senato Başkanı İbrahim Şevki Atasagun Paşa’ya göndereyim. O sana mutlaka yardım eder.” dedi. O yılların Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Pakistan’da, yurtdışı gezisinde olduğundan, Atasagun Paşa vekaleten Cumhurbaşkanlığı görevini yürütüyordu. Ragıp Üner, Çankaya’ya telefon açıp randevu istedi. Atasagun Paşa, hemen gelsin demiş.

Hemen Çankaya’ya geçtim. Atasagun Paşa beni oldukça mutavazi bir şekilde karşıladı. Kapıcıyı çağırarak kahve getirmesini söyledi. Birlikte oturup konuştuk. Durumu olduğu gibi anlattım. Daha sonra kapıcı aracılığıyla kalem müdürünü çağırttı ve şu şeklide bir not almasını istedi:
“Hacıbektaş’ın Köşektaş Köyüne bir ortaokul istiyorum! Bunu bu şekilde yazıya aktar ve getir!” dedi.

Kahvelerimizi henüz yeni içmiştik ki, Atasagun Paşa’nın istediği yazı geldi. Paşa yazıyı aldı, bir solukta okudu, imzaladı ve kalem müdürüne geri uzattı. Arkasından da: “Bunu tez elden [MEB]’na faksla!” dedi. Daha sonra ayağa kalktı, elini bana doğru uzattı. Elini öptükten sonra; “Artık rahat ol! Güle güle git! Komşulara selam söyle!” dedi.

Köye döndükten sonra, görkemli bir törenle temel attık. Temeli, hiçbir kurum ve kuruluştan yardım almadan, köylülerimizin çabasıyla ve imece usulü attık. Artık köy halkı olarak bizden talep edilen her bir şeyi eksiksiz ve istenilen şekilde yerine getirmiş, yapılan vaadlerin yerine getirilmesini beklemeye başlamıştık.

Ancak, aradan günler, haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen devlet kurumlarının hiç birinden bir kuruş ödenek alamadık. Bize sürekli söylenen; “Hele siz temele bir başlayın, gerisi gelir.” “Siz önden şöyle 20 – 25 bin TL’lik bir harcama yapın ki, bu işi ciddiye aldığınız belli olsun.” ve benzeri sözlerle sürekli oyalandık.

Takip eden aylarda görev sürem sona erdi. İlk önce muhtarlıktan, sonra dernek başkanlığından, daha sonra da köyden ayrıldım. Görevi bizden devralan arkadaşların gösterdikleri çabalar da, yerine getirilmeyen vaadler ve mali sıkıntılar nedeniyle, olumlu bir sonuç getirmedi. Ne zaman ki yıllar sonra ikinci bir dernek kuruldu ve tüm köylü bu derneğe topyekün destek oldu, ortaokul binası ancak o zaman inşa edilebildi. Ne kadar geç kalınmış olsa da, mutlu edici bir olaydı. Maddi manevi destek olmuş olanları yürekten selamlıyorum.

Ortaokul binası yaptırma uğraşları esnasında yaşanan olayların tüm safhalarını anlatmaya ne benim zamanım, ne de sizin sütununuz yeter. Herkesi sevgiyle selamlıyorum!

Mehmet Doğan l 5 Nisan 2008 l Burhaniye

Muhtarlık yaptığı yıllara ait anılarını bizimle paylaşan Köşektaşlı Mehmet Doğan'a çok teşekkür ederiz! kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası...

  
660 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012