Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam70
Toplam Ziyaret770407
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

Anasayfa

www.kosektas.net


Sadece piyano eserleri bestelemiş olan Frédéric Chopin bu eseri ablası Ludwika Chopin'e ithaf ederken şu ifadeyi kullanmış: "İkinci Konçertomun çalışmasına başlamadan önce bir egzersiz olarak kız kardeşim Ludwika'ya." Bu eser ayrıca, Varşova'nın Alman ordusu tarafından işgal edildikten hemen sonra, 23 Eylül 1939'da, Polonya radyosunun son canlı yayınında, Holokost'tan sağ kurtulan Polonyalı piyanist Władysław Szpilman tarafından çalınmış. Yıllar sonra Szpilman, bu parçayı Alman subayı Wilhelm Hosenfeld ile karşılaştığında da çalmış. Hosenfeld ise Szpilman'ın Nazi Dönemi'nde saklanmasını ve böylece hayatta kalmasını sağlamış. Wikipedia

KÖŞEKTAŞ'TAN PORTRELER l IV - YUSUF ÇELEBİ


Dört bölümden oluşan, "Köşektaş'tan Portreler" adlı yazı dizisiyle sitemize katmış olduğu renklilik ve zenginlikten ötürü Şair Dr. Salim Çelebi'ye çok teşekkür ediyoruz!

kosektas.net

ŞAİR DR. SALİM ÇELEBİ

IV - YUSUF ÇELEBİ

Amcamın oğlu, liseyi bitirinceye kadar yapışık ikizler gibi birlikte olduğumuz İbrahim’in (Çelebi) babasıydı Yusuf amca. Benim de babam sayılır.

7-8 yaşındayken, bugün ancak ülkemizin turistik sahil beldelerinde yazları giyilen kısa pantolonu, biz 50 yıl önce köyümüzde giyiyorduk.

Genç kızların, dikolta adı verilen (Sanırım ‘Dekolte‘ kelimesinden türetilen bir isim.) giysileri vardı: Boynun alt kısmı ve kolları açık, etek boyu diz kapaklarının üzerinde, pazenden yapılma bir giysiydi.

50 yıl sonra nerelere geldik!

Kadın vücutlarının zorla hapsedildiği yıllara!..

Benim, Yusuf amcayla ilk anım ta o yıllara kadar uzanır.

Uzayan saçımızı Yusuf amca keserdi. Bizim evde, üç numara saç kesen bir makine vardı, benim ve İbrahim’in saçı aynı anda kesilirdi. Birimizin saçı kesilirken seyrederdi diğerimiz. Saçı kesilenin, yağmur yağıyormuşçasına yaş akardı gözlerinden. Bıçağı yeterince keskin değil, biraz kördü: Kafamızda hareket ettikçe, kesemediği kılları yolup kopartırdı meret!

Birde şu parazit ilaçları!

Tanrım!

Birkaç ayda bir zorla içirilen solucan döktürücü şurupların o kadar iğrenç bir tadı vardı ki, yalvarırdık içmemek için Yusuf amcaya, fakat Nuh der Peygamber demezdi.

Ağlayarak ve öğürerek içerdik şurubu.

Ortak biçerdöverimiz vardı Yusuf amcayla. Önce Çukurova’ya, sonra Kırşehir’in Boztepe yöresine gider, çalışır ve daha sonra da köyümüzdeki ekinleri biçerdi. Son durağı ise Kayseri Uzun Yayla olurdu. Bir keresinde biçerdöverde yangın çıkmış ve yüzü-gözü yanmıştı!

Biçerdöverin garajı vardı hemen evimizin önünde. Tüm kış bakımını yapar ve gelecek sezona hazırlardı biçerdöveri.

Bir keresinde biçerdöverin motoru yanmış ve köyümüz koşullarında krankını taşlamıştı!

Yusuf amcanın, köyümüzde yaptığı bu krank taşlama işi, o zamanlar Kayseri’de bile sayılı yerlerde yapılabiliyordu!

Bizim, pergel ve cetvel kullanmayı bile zor yapabildiğimiz o yıllarda, “Kompas” kullanırdı Yusuf amca.

Ben ise, “kompas”ı yıllar sonra ancak fizik öğretmeni olacağım için üniversitede öğrenecektim.

Köyümüzle harman yeri arasında bulunan tarlalarımıza elma diktiler babamla. Su yoktu ve eşeklerin sırtında, her sefer, Göllüpınar çeşmesinden getirdiğimiz dörder teneke suyla sulardık fidanları...

Baktılar bu iş olmuyor, kuyu kazmaya karar verdiler. Maaile hep beraber günlerce çalıştık bahçede.

İbrahim ve ben lisede öğrenciydik, tarla işlerinde tembeldik biraz, kardeşlerimiz; Sadullah ve Erdal çok çalışkandılar. Bizim de çok çalışarak yorulmamız için, inat inadına daha çok çalışırlardı: “ Alağaz “ derdik onlara.

Günlerce çalıştıktan sonra nihayet su çıkmıştı kuyudan!

Sıra havuz yapmaya gelmişti ve dağdan getirilmişti havuz yapımında kullanılacak taşlar.

Yusuf amca, havuzun duvarına koyacağı herhangi bir taşı zor seçerdi: Koyacağı taşı İbrahim’den veya benden ister, koymadan önce yıkar, beğenmez başka bir taş daha ister ve onu da yıkadıktan sonra konuşlandırır; geriye çekilir şöyle bir bakar, hoşuna gitmez ise düzeltir ve geriye çekilerek yeniden kontrol eder ve koyacağı bir taş için belki de elli tane taşı denerdi. Çıldırırdık İbrahim’le ve “bu havuz on senede zor biter.” diye dert yanardık birbirimize!

Yaptığının sağlam olmasını istiyordu Yusuf amca. Biz ise biraz top oynamak veya gezmek istiyorduk, lise öğrenciliği döneminin verdiği heyecanla.

Öğrenciyken zaman zaman birkaç gün de olsa yanımızda kalırdı Kayseri’de.

Su testisinin üzerine çizmiş olduğu “Dünya” ile açıklamaya çalışırdı bize; ekvatoru, yengeç ve oğlak dönencelerini...

Uzun süre görememiştim, vefatından bir yıl kadar önce gördüm, yüksek tansiyon nedeniyle felç olmuştu ve zor konuşabiliyordu.

İnanıyorum ki ekonomik ve sosyo-kültürel olanaklar sağlanmış olsaydı, Yusuf amca, çağımıza damgasını vuran bir sanatçı veya bilim insanı olabilirdi!


Şair Dr. Salim Çelebi


Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf gibi tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu içerikler, sahiplerinin rızası olmadan, matbu ya da dijital, başka ortamlarda kullanılamaz!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com| Son Güncelleme: 7 Haziran 2025
Yerkürenin kuzey yarısında, ekvator ile kuzey kutbu arasındaki bölgelerde havaların Nisan ve Mayıs aylarından itibaren ısınmaya başladığını nereden bildikleri şaşırtıcı, hatta bir mucize olan leylekler, sıcak yaz aylarını geçirmek için, soğuk kış aylarını geçirdikleri ülkelerden geri dönerler, beş – altı ay gibi uzun bir süre bizim köyde kalırlardı. Altı - yedi ay gibi uzun bir zaman sonra, o kadar uzak mesafeleri katedip bizim köye gelen leylekler, sanki pusulaları varmış gibi, hedefi hiç şaşırmadan, Süllü amcanın tuvaletinin üzerindeki daha tam anlamıyla hazır olmayan yuvaya konarlar, gagalarını tüylerine gömerler, tüylerini kabartıp gerneştikten sonra, huzur içinde uykuya dalarlardı.
18.03.2012
Son günlerde sitemizde Çanakkale Savaşları’yla ilgili tartışma yazılarını ilgiyle izliyorum. 18 Mart tarihi yaklaştıkça konunun daha da güncelleşeceğini düşünüyorum. 18 Mart savaşın başlangıcı olarak kabul edilir, öyle bilinir. Oysa İngiliz birlikleri 19 Şubat 1915 tarihinden itibaren Settülbahir ve Kumkale mevkilerini bir ay boyunca bombaladı. Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak değerlendirecek olursak 19 Şubat’ı başlangıç olarak kabul etmemiz gerekiyor.
17.03.2012
 2 
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımının olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012