Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam147
Toplam Ziyaret771719
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama kimi kitaplar diğerlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

Besim Şeref - Doktorluğun Kıymetini Bilmek

Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek
 
Dr. Besim Şeref

"Yaptığın işten aldığın zevk, ondan kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten büyük ise yaşamış sayılırsın. Mutluluğun tılsımı sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmektedir." Çetin ALTAN

"Tıpta uzmanlık eğitiminde eğitimden çok kültürlenme vardır. Tıp eğitimindeki başat kültürün ana özellikleri şunlardan oluşmaktadır: Hastayla ilgili tüm işleri en kıdemsiz asistana yıkmak, eli cebinde vizit yapıp haftada ya da ayda bir-iki saat ders anlatmak, hoca parası yatırılmış ise muayeneye veya ameliyata girmek yoksa girmemek, kalan zamanda rektörlük ya da dekanlık seçimleri ve idari bir görev kapmak için kulis ve rakip gördüklerinin dedikodusunu yapmak ya da muayenehanecilik başta olmak üzere para kazanmaya yönelik işler çevirmekten ibarettir...Üniversite özerkliği ve öğretim üyesi dokunulmazlığı keyfilik, işe gelmeme ve şahsi işlerle uğraşmak olarak görülmektedir. Şüphesiz bu kültüre uymayan bazı istisnalar vardır. Ancak bunlar oldukça nadirdir." Dr. Besim ŞEREF

Ben de pek çok pratisyen gibi TUS derdinden, ne özel ne de mesleki hayatımın değerini bilmiyordum. Benim yaşamımı bir zurnacı değiştirdi. Evet yanlış okumadınız; bir “zurnacı". Bildiğiniz, davulun yanında çaldığı müzik eşliğinde halay çekilen, üflemeli çalgının icracısı.
Çok iyi bildiğiniz gibi zurnada peşrev olmaz. Zart diye ana temaya girer. Biz de hemen konuya girelim. Tüm derdim tıpta uzmanlık sınavıydı. TUS'u kazandığım zaman her şey değişecekti.
Kazanana kadar tüm insani faaliyetleri tatil ettim. Nihayet TUS'ta birinci tercihime girdim. Fakülteye nakil işlemlerim tamamlanana kadar öforik bir psiokoljide dolaştım durdum. Daha asistanlığımın ilk gününde ortamda bir tuhaflık hissettim. Bir hafta geçmeden tuhaflığı çözdüm. Ne asistanlar ne de öğretim üyeleri uzmanlık alanlarını ve işlerini sevmiyorlardı. Çünkü kendilerini işlerine ve öğrencilerine vermiyorlardı. Hep bir şeylerden şikayet ediyorlar ancak bir şeylerin değişmesi için en ufak bir çaba göstermiyorlardı. Hep birileri suçluydu. Kendileri çok mükemmel ve asla kıymetleri bilinmeyen birer dahiydiler.
İhtisas süresinin sonunda, “yeterince işini sevmemeyi, sağlık ocağından kaçmayı, bir konunun özü yerine ufak ayrıntılarıyla uğraşmayı ve mutsuz olmayı öğrendiğime” karar vermiş olmalılar ki, üç profesör ve iki doçentten oluşan beş kişilik sınav jürisi beni oy birliğiyle uzman ilan ettiler.
Şimdi uzmandım. Bir gün bile ara vermeden dört profesörün kararıyla bir tıp fakültesine öğretim üyesi atadılar. Kendimi çok önemli bir şey olmuş zannettim. Tam altı ay öforik halde dolaştım.
Altı ayın sonunda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladım. Öğretim üyeleri mutsuz ve işlerini sevmiyorlardı. Haftada bir iki saat derse girip, derslerde yıllar önce asetatlara yazdıklarını okuyup, tekrarlamaktan başka öğrenci ve eğitimle bir ilgileri yoktu. Herkes kendi dalgasındaydı. Hemen herkes bir birinin ardından konuşuyor, yüzüne karşı gülüyordu. İşleri güçleri, anabilim dalı başkanlığı, müdürlük, dekanlık ve en önemlisi rektörlük seçimleri için kulis yapmak ve kim güçlüyse onun yanında görünmekten ibaretti.
Çalışıp ter dökmenin ve bir şeyler üretmenin, öğrencilerle ilgilenmenin anlam ve önemi yoktu. Halk sağlığı anabilim dalında öğretim üyesiydik ama halkın sağlığına yönelik zerre kadar bir şey yapmıyorduk. Sağlık Ocakları ve birinci basamak bize yıldızlar kadar uzaktı. Sağlık Ocakları'na uğramak basit, küçük ve aşağılık bir işti. Büyük öğretim üyelerinin Sağlık Ocakları'nda işi yoktu. Biz her şeyi biliyorduk. Çünkü öğretim üyesiydik. Halk sağlığından başka işlerle uğraşıyorduk. Bir tek eğitim ve halk sağlığıyla uğraşmıyorduk. Biz, çalışmak bir yana, semtinden bile geçmediğimiz birinci basamakla ilgili herşeyi biliyorduk. İşi biliyor, işe gitmiyorduk. Tüm insanlardan ve doktorların cümlesinden daha önemliydik. Çünkü biz öğretim üyesiydik.
Öğrenciler ve asistanlar “Hocam!” diye çevremde dolaşıyordu. Devlet üst seviyeden maaş bir o kadar da döner sermayeden para veriyordu. Rektörlük seçimlerinden önce rektör adayları odama kadar gelip hatırımı soruyor, “kendilerine oy verirsem seçildiklerinde her istediğimi yapacaklarını” söylüyordu. Yerel gazetelerde yazılarım çıkıyor, radyolarda konuşma yapıyor, televizyonlarında açık oturumlara katılıyordum. Beş yıl sonrasında profesörlük göz kırpıyordu: “Lüküs hayat, yan gel de keyfine bak!..”
Amma ve lakin insanlar neden işlerine yan çiziyor ve işini yapmak isteyene çelme takıyordu? Bu durum bana kazık gibi batıyordu. Birinci basamağın semtine bile uğramayıp, haftada bir iki saatliğine fakülktede birinci basamağın önemine ilişkin öğrencilere nutuk atma iki yüzlülüğünü gösteriyorduk. İki yüzlülük meşru, dürüstlük - dayak dahil- her yolla cezalandırılacak bir suçtu.
Öğrenciler iki yüzlülüğümüzü anlayıp halk sağlığını önemsemiyorlardı. Mezun olduklarında bize benzeyip, bizim yaptıklarımızın aynısını yapıyor; kendilerini önce uzmanlık eğitimine sonra fakültelere atıyorlardı. Sonra bizim gibi yan gelip yatıyorlardı. Tüm eğitim kuramları bunun böyle olacağını söylüyordu.
Eğitim kuramlarından vazgeçtik, öğrencilere mutsuzluk, araştırma görevlilerine ve yardımcı doçentlere, işten kaçma ve yolsuzluk öğretiyorduk. Dekan ve rektör yolsuzluğa çanak tutuyor. Akademik kurulda yolsuzluğun belgeleri bayrak gibi sallanmasına karşın 1.125 öğretim üyesinden bir teki bile “Burada yolsuzluk yapılamaz” diyemiyordu.
Akademik kurulda çıkıp bir tek kelime bile söyleyemeyenler, ıssız koridarda dürüstlüğü savunana yumruk atıyordu. Aklı başında olduğunu sandığım hocalarım (!); “Sen bunlarla uğraşma, profesör olmana bak” diyorlardı. Profesör olmak kolay, öğrencilerle ilgilenip, eğitimin hakkını vermek imkansızdı.
Mevsimlerden ilkbahar, aylardan mayıs, günlerden pazardı. Yer Meriç nehrinin kenarıydı. Ağaçlar yeşermiş, çimenler diz boyu uzamış, çiçekler açmıştı. Öğretim üyesi adayı doktor arakadaşlarım ve eşlerimizle birlikte piknik yapıyorduk. Çevrede davul zurna çalıyor, insanlar halay çekip oynuyordu.
“- Filan şöyle, falan böyle...”
“- Herkes çok kötü, biz çok iyiyiz.”
“- Biz her şeyi biliriz. Biz öğretim üyesiyiz. Bizim kıymetimizi bilmezler.”
“- Biz dahiyiz, başkaları bir bok bilmiyor.”
“- Rektörlük seçimleri yakın, ben filanın adamıyım. O seçilirse kadrom çantada keklik.”
Bak yan masadakailer nasıl göbek atıyor. Meriç salına salına akıyor.
“- Yav ağbi şu kadroyu bir kapsam!”
Köfteler pişti, salata hazır, rakıyı açtım. Bak şu söğüdün dalları suya değiyor.
“- Ağbi ben her şeyi bilirim. Ben herkesten üstünüm. Ben öğretim üyesiyim.”
Yav, anladık, hadi siz böyle yetiştiniz. Öğretim üyesisiniz. Çok önemli, çok karamsar, çok mutsuzsunuz. Sizde akıl çok, başka kimselerde yok. Ama eşlerinize ne oldu? Onlar niye mutsuz?
Yan masadaki zurnacıyı çağırdım:
“- Buyur ağbi, mastika mı çalayım?”
“- Yok kardeşim, bir şey çalma. Otur masaya önce bir şeyler yiyelim.  İki kadeh içelim. Sonra çalarsınız.”
Davulcu ve zurnacı çekinerek masaya oturdu. Arkadaşımın eşi iğrenerek baktı. Zurnacının, gömleğinin yakası aşınmış, koluna yama yapılmış, pantolunu biraz bol, ayakkabılarının her ikisi de yanlardan patlamış ve ökçesine basılmıştı. Ama adam neşeli, gözleri ışıl ışıl. Hiç çekinmeden gözlerimizin içine bakıyor. Gözleri güven veriyor insana, dalgasız, limanlar gibi duru. Adam gözlerinden okunacak kadar mutlu.
Zaten mutsuz olan arakadaşlarımın, mutsuzlukları bir kat daha arttı; densiz arkadaşları, masalarına davulcuyla, zurnacıyı çağırmıştı.
Arakadaşlarımın hepsinin gözlerine baktım, gözleri donuk, hiçbir ışıltı ve sevinç yoktu, basit hesaplar ve riyakarlık akıyordu.
Zurnacının gözleri cam gibi duru, güneş gibi aydınlıktı. Bir zurnacıya, bir arakadaşlarıma baktım ve zurnacıya dönüp, duru gözlerine bakarak sordum:
“- Dünyaya bir kere daha gelsen yine zurnacı olmak ister misin?”
Duru gözleri kadar pürüzsüz, tereddütsüz, tok ve gurur dolu bir ses tonuyla; "Hiç başka bir şey olmam, yine zurnacı olurdum. Benim dedemin zurnası, Selanik Müzesi’ndedir" dedi.
İşte ben o an kararımı verdim.
Bir tarafımda; üç - beş kuruş bahşiş için Meriç boylarında zurna çalıp halkı eğlendiren, sırtında gömleği, ayağında ayakkabısı olmayan ama mesleğinden, hayatından memmun, soylu bir zurnacının dünyası vardı. Diğer tarafımda; profesör adayı, zurnacının bir yılda kazandığını bir ayda kazanacak kadar cebi paralı, altı arabalı, işini sevmeyen, işi bilip işe gitmeyen, öğrencilerine mutsuzluk, araştırma görevlilerine iki yüzlülük ve yolsuzluk öğretenlerin dünyası. O dünyanın içinde bulunan ve gittikçe onlara benzeyen, onların suçlarına ortak olan ben.
Çok önemli (kerameti kendinden menkul), işini sevmeyen, işine önem vermeyen, karamsar insanların arasında; mutsuz, işini sevmeyecek, pratisyen doktorluğunu önce kendisi küçümseyecek, karamsar doktor yetiştirme suçuna yeterince ortak olmuştum. Daha fazla suça bulaşmanın bir anlamı yoktu. Mutluluğun parayla hiçbir ilgisi yoktu: Ben ve profesör adayı arakadaşlarımın aldığı para zurnacıdan kat be kat çoktu ama zurnacı mutlu, biz mutsuzduk.
Soyluluğun, makam, sıfat ve eğitimle hiçbir ilgisi yoktu, hatta bunlarla ters orantılıydı: Biz önemli sıfatlara (!) sahiptik ve bu sıfatlar yakın bir gelecekte çok daha büyüyecekti.
Zurnacının hiçbir sıfatı yoktu. Zurnacı mesleğiyle onur ve gurur duyacak ve de gözünü kırpmadan tekrar zurnacı olacak kadar soylu, biz ise mesleğimize iki yüzlülük ve her tür yolsuzluğu, kepazeliği katacak kadar.
Daha fazla gecikmenin hiçbir anlamı yoktu. Ömrümün, tam kırk yılını çaldırmıştım. Zararın neresinden dönülürse kardı.
Ömrümün kalanını çaldırmanın hiçbir alemi yoktu. Olmuş ve de olabilecek sıfatlarımın tamamını derhal Meriç nehrine attım. Oh be dünya varmış. Sevincimden halay çektim. Asil ve soylu zurnacıyla kucaklaştım.
Ömürümün kırk yılını çalanlara, geri kalanını çaldırmamak için tüm köprüleri yakıp, yıktım. Artık, ben öyle her şeyi bilen, önemli bir öğretim üyesi değildim. Sadece ve sadece zurnacı sınıfından pratisyen doktordum. Şimdi işimi iyi yapmak için var gücümle uğraşmaktayım. Fakültede bana aşılanan, kötü huylardan kurtulmak için tüm öğrendiklerimi unutmaya çalışıyorum. Dostluğu, insanlara çıkarsız bakmayı, kendimi, eşimi, çocuğumu ve sonra diğer insanları sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum. İşten kaytarmak yerine, baygın düşene kadar çalışıyorum.
Kendilerine öğretilmeye çalışılan tüm mutsuzluk ve kötülüklere karşın, bu ülkenin sağlık yükünü, içlerindeki insanlık değerlerini köreltmeyen doktorların taşıdığına ve hakkı verilerek yapılan pratisyen doktorluğun kutsal olduğuna inanıyorum. Şimdi yaşamın ve pratisyen doktorluğumun keyfini çıkarıyorum.
Dr. Besim Şeref l Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek l 16 Nisan 2017

Bilgi: Köşektaşlı Dr. Besim Şeref tarafından yazılmış bu yazı "Günlüğümden" adlı bir yayın organından aktarılmıştır. kosektas.net

 
 

Yorumlar - Yorum Yaz
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımın olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012