Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam35
Toplam Ziyaret688030
İnanç ve Ahlak


İnanç ve Ahlak
Ahmet Altan

“EĞER HİÇBİR CEZA OLMASAYDI GENE DE SADECE ALLAH'IN RIZASINI KAZANMAK İÇİN ONUN YOLUNDA YÜRÜR MÜYDÜN, SADECE SENİ YARADANI UTANDIRMAMAK İÇİN O'NUN SANA ÖĞRETTİĞİ AHLAKA UYAR MIYDIN?”

Sanırım ben dine, dindarlarımızın en azından bir kısmından daha fazla önem atfediyorum.

Çocukların dini öğrenmesinde değil, dini öğrenmemesinde asıl tehlikenin yattığı kanaatindeyim.

Asıl “eksik dindarlığın” çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.

Marksizm’i bilmeyen solcu da, dinini bilmeyen dindar da beni hep korkutur, ikisi de büyük bir “kendini beğenmişliğe”, kendisine benzemeyeni küçümsemeye ve faşizme götürür insanı.

İster inançlı olun ister benim gibi bir inançsız, Allah’ın insan zihninde ve ruhunda yerleştiği yerin büyüklüğü, O’nun söylediklerinin hayattaki karşılığı, ahlakı, dürüstlüğü, vicdanı, adaleti insanlara anlatması ve insanlardan her şeyden önce bunları talep etmesi, ışığının hep buraları aydınlatması, gidilecek yol olarak bunları göstermesi, gösterişi günah kabul etmesi dinin önemini gösterir herkese.

İnançsız biri bu değerleri reddedebilir mi?

Bu konularda inançlı olanla olmayanın farkı, inançlıların bu yolda büyük bir kudretin desteğiyle yürüdüklerine inanmalarının onlara verdiği manevi güçtür.

Bu, bir toplum için önemlidir.

Dinin birinci basamağı Allah’la kul arasındaki ilişkidir benim için.

O basamak sağlam değilse ondan sonrakiler gitgide çürükleşir.

Allah’la kul arasındaki ilişkiyi belirleyen asıl soru da şudur bence, “Eğer hiçbir ceza olmasaydı gene de sadece Allah’ın rızasını kazanmak için onun yolunda yürür müydün, sadece seni yaradanı utandırmamak için O’nun sana öğrettiği ahlaka uyar mıydın?”

Bu soruya “evet” diyecek hiçbir dindar kendi çıkarı için yalan söyleyemez, buna “evet” diyen hiçbir dindar başkalarının acılarına arkasını dönemez, buna “evet” diyecek hiçbir dindar gösterişe sapamaz, tevazudan uzaklaşamaz, adaletsizlik karşısında sessiz kalamaz.

Bu kadarını bilebilmek için din âlimi olmaya gerek yok, bu kadarını ben bile biliyorum.

Dine göre Allah’tan öncesi yoktur, kâinatta ne varsa O’ndandır, kâinatta ne varsa O’nun yarattığıdır.

Eğer dindarlar çocuklarına dini her yönüyle öğretse, onlara “tasavvuftan” bahsetse, “her insanın” kıymeti, Allah’ın yeryüzüne kendi kudretinden yansıttığı “fanilerin” her birinin kutsal değeri o çocuklar tarafından bilinir, bu bilgiyle dindar olur, bu bilgiyle o “yolda” yürür.

İnancın temeli “korku” değil, kendisini yaradana duyulan büyük sevgi, minnet ve bağlılık olur.

İnsan sevdiğine kendini beğendirmek ister, din senin için bir “Allah sevgisi” olduğunda korktuğundan değil, sadece O’na kendini beğendirmek, O’nun yakınında durabilmek için O’nun söylediklerine uyarsın.

O vakit, “öz” senin için her türlü şekilden daha büyük önem kazanır.

Bu “sevgideki” samimiyet sana büyük bir güven verir.

O samimiyetin O’nun tarafından görüleceğini bilirsin.

En büyük korkun “samimiyetten” uzaklaşmak olur.

Bu samimiyetten uzaklaştığında O’nun sevgisini kaybedeceğinden korkarsın ki bence bir dindar için cehennemden daha büyük korku bu “sevgiyi” kaybetme korkusu olur.

Dindarlar “Allah korkusu” dediklerinde ben “cehennem korkusunu” anlamam, ben “O’nun sevgisini kaybetme korkusunu” anlarım.

Kendisini, kendini yaradana böyle yakın hisseden birinin davranışları nasıl olur peki?

Bu sevgisini “herkese” gösterip, herkese kanıtlamaya mı uğraşır yoksa bu “sevginin” O’nun tarafından görüleceğine duyduğu güven ve olgunlukla mı davranır?

Ben, “cevapları” bırakın sadece bu “sorularla” yetiştirilecek dindarların bile vicdandan, dürüstlükten, adaletten bir nebze sapamayacaklarına eminim.

Bu konuları konuşmayı seviyorum ben, ortada görünür hiçbir neden olmasaydı da bunları konuşmak isterdim, din âlimleri bana bilmediklerimi anlatsın isterdim.

Ama bütün bunları konuşmamızı gerektiren “nedenler” de var.

Bu nedenlerden en önemlisi bugün ülkemizde “dindarların” iktidara sahip olmaları.

Ayrıca “dindarlıklarının” görünmesine de beni şaşırtacak kadar çok önem veriyorlar.

“Görünmezi görene” inanan birinin “görünürlüğe” bu kadar önem vermesi de beni hep şaşırtıyor.

Bundan da önemlisi bana her an, her yerde “dindarlığını” göstermek isteyen, dindarlığını bir flama gibi yüzüme doğru sallayan insanların “inançlarının” gereğini gerçekten yapıp yapmadıkları.

Dindarlığını insanların gözüne bu kadar soktuğunda insanlar da “sen gerçekten dindar mısın” diye sorma hakkına sahip olur.

“Yoksa günahların en büyüğünü işleyip dini başka gerçekleri saklamak için mi kullanıyorsun?”

Bakın, dün dindarların on yıldır yönettiği bu ülkede genç insanlar, başbakanın önünde pankart açtıkları için “sekiz yıl” hapse mahkûm oldular.

Sadece pankart açmışlardı.

Bu ceza, vicdana, adalete, dürüstlüğe uygun mu?

Bir başkasına değil kendinize söyleyin, bu ceza sizin vicdanınızı hiç mi yaralamıyor?

Kürtajı yasaklamak isteyen, “doğmamış çocukların hayatlarını” önemseyen insanlar, “doğmuş” olanların hayatlarını bu kadar rahat mahvedebilir mi?

Samimiyete uygun mu bu davranış?

Çocuklarımıza dini gerçekten iyi öğretseydik, dindarlık gerçekten “Allah korkusuna” dayansaydı, dindarların yönettiği bir ülkede genç çocuklara bu ceza reva görüldüğünde bu ülkenin dindarları bunu sessizlikle mi karşılardı?

Diyelim ki benim bunu sormaya hakkım yok.

Ama sizin kendinize bunu sormaya hakkınız var.

AHMET ALTAN /  08.06.2012

Kısmet Kamera Karşısında - Mehmet Ünal

Türk misafir işçiler, savaştan yeni çıkmış Almanya‘nın dayanak ve destekçileri olarak, kendilerini hep huzurlu ve gururlu hissettiler, evlerinin duvarlarını ya politik söylem ve sloganlarla ya da 
Willy Brandt, Helmut Schmidt gibi politik idolların fotografları ile süslediler...
Fotograf: Mehmet Ünal, 1983 

KISMET KAMERA KARŞISINDA

 
Türk misafir işçiler, 1961 yılından başlayarak, Türkiye’nin her bölgesinden Almanya’ya gelmişlerdi. Bunlardan çoğu mesleksiz olarak, zeka ve beceriden çok, kol ve omuz gücü gerektiren işlerde çalışıyorlardı. Az buçuk Almanca bilenler ise Grundig gibi, Opel gibi, Daimler gibi büyük
firmaların üretim bantlarında çalışıyorlardı.

SÖYLEŞİ

23 Ocak 2013, Çarşamba
1960‘lı yılların başından itibaren ülkemin insanlarının birçoğu çalışmak için Almanya’ya gelmişlerdi. Hatta bazıları eşlerinden ve çocuklarından ayrılmak zorunda kalmışlardı. Benim için ise tam tersi oldu. Alman bir turistle tanışıncaya dek, İstanbul‘da bir tiyatroda oyunculuk yapmaktaydım. Tercümanlık yapmak için bir restorana çağrılmıştım. Orada bir Alman gezi kafilesiyle ve o kadınla tanıştım.
Tatilden sonra kadın Almanya‘ya dönmüş, bense İstanbul‘da kalmıştım. Bir yıl sonra tekrar Türkiye’ye geldiğinde, botla Ege’yi dolaştık, sonrasında da birlikte yaşamaya karar verdik. Şark masallarında hep damat gelini beyaz bir at ile kaçırır. Ancak bizimkinde atın dizginleri eşimdeydi. 1976 yılının Kasım ayında beni, mavi beyaz bir uçakla, Almanya’ya, Mainz’a kaçırdı.
  
Almanya’ya geldiğimde, Mainz Şehir Tiyatrosu‘na ve bazı televizyon kanallarına başvurarak iş talebinde bulundum. Fakat başvurularım hep, Almanca bilmediğim gerekçesiyle, reddediliyordu. Ola ki bir teklif aldığımda, karısını döven ya da esrar satan bir Türk karakteri canlandırmam isteniyordu. Ancak, ömrünün büyük bir bölümünü tiyatro sahnelerinde geçirmiş biri olarak, böylesi bir teklifi kabul etmeyi bir türlü içime sindiremiyordum. Hamlet gibi, Macbeth gibi oyunlarda oynayabilecek birikime sahip, Brecht ve Schiller’in oyunlarında rol almış birisi olmama rağmen, burada oyuncu olarak çalışmam için fırsat tanınmıyordu. Bu durum beni gazete ve fotografçılıkla ilgilenmeye zorladı.
  
O yıllarda henüz 27 yaşında idim. Almanya’ya geldiğimden beri 700’ün üzerinde iş müracaatında bulunmuştum. İlk baktığınızda Bild gazetesini andıran bir Türk gazetesinin Ren – Main Bölgesi muhabiri olarak, az bir ücret karşılığında, çalışmaya başladım. Artık Günaydın gazetesi için koşuşturuyor, ancak diğer bazı gazeteler için de fotograflar çekiyor, haberler aktarıyordum. İzleyen yıllarda Mainz Tiyatrosu‘nda fotografçı olarak çalışmaya başladım. Oyuncu olarak çalışamadığım bir mekanda artık fotografçı olarak çalışıyordum.
  
Kısa bir zaman sonra, yaptığım işler ses getirmeye başlayınca, çalıştığım kurumlar benden, Almanya’daki Türkler‘in nasıl yaşadıkları, nasıl ibadet ettikleri, boş zamanlarında ne yaptıkları ve benzeri konularda araştırma yapıp yazı yazmamı istediler. Böylece 1970’li yılların sonlarına doğru ülke insanlarımın Almanya’da nasıl yaşadıkları hususunda izlenim edinmeye başladım. Şaşırmıştım. Hem de haddinden fazla. Çünkü Almanya’da çalışan Türkleri sadece yıllık izinlerini geçirmek için İstanbul’a geldiklerinde görüyordum. Orada, oldukça şık ve modern bir görünüm sergiliyor, zengin bir izlenim veriyorlardı.
  
Ancak Almanya’da gördüklerim çok daha farklı idi. Kimi Türkler burada adeta en aşağıda idiler. En kötü evlerde oturuyorlar, en kötü işlerde, çok az bir ücret karşılığında çalışıyorlardı. Elbette bakımlı ve temiz giyimli olanları, iyi işlerde çalışanları da vardı. Bilhassa erkekler, elbiseleri, şapkaları, kravatları ve şemsiyeleriyle oldukça şıklardı. Hazır elbise almıyor, Türkiye’de diktirdikleri elbiseleri giyiyorlardı.

Türk misafir işçiler, 1961 yılından başlayarak, Türkiye’nin her bölgesinden Almanya’ya gelmişlerdi. Bunlardan çoğu mesleksiz olarak, zeka ve beceriden çok, kol ve omuz gücü gerektiren, döküm, boya, inşaat ve benzeri işlerde çalışıyorlardı. Az buçuk Almanca bilenler ise Grundig gibi, Opel gibi, Daimler gibi büyük firmaların üretim bantlarında çalışıyorlardı.

Yaşam hikayelerini yazmak istediğim çoğu işçilerle erkek hayımlarında karşılaştım. Hayımlar genellikle iş veren firmalara aitti. Her işçinin bir odası olur, mutfak ve banyolar diğer işçilerle müşterek kullanılırdı.

Türk misafir bir işçinin dış piyasada kiralık bir ev bulması hemen hemen imkansızdı. Çoğu kiralık ev ilanlarında „Sigara içenlere ve yabancılara verilmez!“ diye özellikle belirtilirdi. Hayımları ziyaretlerimde sadece orada oturanların değil, oturdukları mekanların da fotograflarını çektim. Ancak, objektifime takılan çoğu kareleri, insan onurunu zedeleyici bulduğumdan, hiçbir zaman başkalarıyla paylaşmadım, hiçbir yerde yayınlamadım. Hep merak etmişimdir. Acaba misafir işçiler, Almanya’ya gelirken, öylesi mekanlarda yaşam sürdüreceklerini  düşünmüşler miydi?
  
Şark’ta bir söz vardır. „Kısmet.“ "Nereye gidersen git, olan olacaktır!" Şark insanı için kısmet, büyük bir tesellî kaynağıdır. İnsanlar yaşam koşullarını kısmet ve kaderleri olarak algılamışlar. Almanya’ya gelen ilk kuşak insanları, gösterişten uzak ve oldukça mütevazilerdi. Gerçekte bu ülkeye çok faydaları dokundu. Federal Almanya’nın 60 yıllık geçmişinin neredeyse 50 yılında onlar da var. Onlar, bu ülkeyi Almanlarla birlikte yeniden yapılandırdılar. Bu yüzden, Türk misafir işçiler, bu ülkenin dayanak ve destekçileri olarak, kendilerini hep huzurlu ve gururlu hissettiler. Evlerinin duvarlarını ya politik söylem ve sloganlarla ya da Willy Brandt, Helmut Schmidt gibi politik idolların fotografları ile süslediler.
  
2009 yılının başlarında yabancıları, bir kez daha, evlerinde görüntüledim. Ancak bu defa, sanki düşüncelerini ifade etmek istemezcesine, politikaya boşvermişçesine, odalarının duvarlarını bomboş buldum. Tam olarak bilmiyorum ama, bunun nedenini tahmin etmek oldukça güç. Sorup soruşturmak ise çok daha güç.
  
1980 öncesi yıllarda, Türk misafir işçilerin evlerinde dikkat çeken bir şey daha vardı. Evlerinde kullandıkları eşyalar, tek tek parçalardan ve kullanılmış mobilyalardan oluşurdu. Bu sebepsiz değildi. Bu, bir gün kesin dönüş yapmayı kafalarına yer ettiklerinden, fazla açılıp saçılmadan, bir yıl daha, bir yıl daha geçirmek umuduyla ve hep bu şekilde yaşamayı tercih ettiklerinden böyleydi.
  
1980’li yılların başından itibaren her şey değişmeye başladı. Yönetime Helmut Kohl geçti. Çalışma bakanı Norbert Blüm, iş ve çalışma yasalarını tümden değiştirdi. Bundan sonra iş yerleri hızla makineleşmeye, işleri robotlar yapmaya başladı. Sermaye sınıfı sürekli yeni tekolojiler üretiyor, ürettiği bu yeni teknolojilerle üretimi hem hızlandırıyor hem de kolaylaştırıyordu.
  
O yıllarda teknolojinin önü öyle bir açıldı ki, sermaye sınıfının kol güçünü kullanmaya ihtiyacı kalmadı. Bu değişim beraberinde işsizliği getirdi. İşsizlikten en fazla, yaşları bir hayli ilerlemiş ve kol gücünden başka bir sermayesi olmayan mesleksiz insanlar etkilendi. O yıllarda benim için de çok şey değişmişti. Kendi fotograf atölyemi açmıştım ve artık kendim için çalışıyordum. Artık işçilerle röportaj yapmıyor, reklam afişleri için fotograflar çekiyordum.
  
Oyuncu olma rüyasından vazgeçmiştim artık. Çünkü böylesi bir mesleği icra etmek için doğru zamanda ve doğru mekanda bulunmak gerekiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, o yıllarda, Mainz ve Mannheim, benim bu hayalim için, doğru mekanlar değillerdi. Ancak bir kez olsun sahneye çıktım. 2003 yılında, tiyatro akademisnden tanıdığım bir arkadaşla, bir kabarede „Einmal Türke, immer Türke!“ adlı bir oyunda oynadım.

Bugün hala, Türklerin fotograflarını çekmem için teklifler almaktayım. Benim kaderim, misafir işçiler, onların çocukları ve torunlarıyla ilişkili sanki. Sadece benimki değil. Almanya’da doğan kızım, Mainz’dan Mannheim’a taşındıktan hemen sonra, iş başvurusunda bulunduğu bir kurum tarafından, göçmen kökenli olduğu için işe alındı. İşe alınma nedeni kendisine söylendiğinde, oldukça şaşırmış ve sormuş: Ne yani, Mainz’dan Mannheim’a taşındığım için mi?

Bilgi: Bu söyleşi, "Kismet vor der Kamera" adı altında Der Spiegel dergisinde yayınlanan aslından alınmış ve özeti çıkarılarak bu sütunlara aktarılmıştır!.

Söyleşi: Solveig Grothe - Mehmet Ünal

Türkçeleştiren - özetleyen: Lütfullah Çetin


Yorumlar - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima