Bu yazıyı çok kişisel bulabilirsiniz. ‘Bize ne senin yaşamını yitiren arkadaşından?’ diyebilirsiniz.
O zaman lütfen bu yazının devamını okumayın. Saygı duyarım ama ben, bu yazıyı yazmak ve hep gülümseyen yüzüyle anımsayacağım Sezai Aydoğan’a hediye etmek istiyorum. Bir yararı olur mu bilmem ama bu da benim kaybedilen dostun ardından dua etme biçimim işte…
Hollanda’da yaşadığım yıllarda tanıdım Sezai’yi… Kuzeyin gri ülkesinde henüz sudan çıkmış bir balık gibi dolanırken oradaki hayata katılmamı sağlayan insanların başındaydı. Hem gülen yüzüyle neşe kattı hayatıma hem de bir ağabey gibi öncülük etti arafta kaldığım anlarda…
DJ Hakan olarak Hollanda’da düzenlediğim partilerde, gazeteci sıfatıyla konuşmacı olarak katıldığım seminerlerde rehberim ve destekçim oldu. Yeri geldi, puslu Amsterdam gecelerinde diğer dostlarla beraber eğlencenin kollarına bıraktığımızda kendimizi bize katıldı; yeri geldi, ben sivri dilimle başımı belaya soktuğumda siyasi bağlantılarını kullanarak daha büyük dertlere bulaşmamı önledi.
Hollanda’da psikolog olarak görev yapıyordu her daim gülümseyen ve çevresine neşe saçan Sezai… Siyasetle de iç içeydi hep… Hollanda’daki yabancıların sorunlarına çare arayan pek çok projede baş mimar oldu, bu yöndeki çalışmalarımda hep bana destek verdi.
Onu son olarak geçen yılın Eylül ayında İstanbul’da gördüm. İki ameliyatın ardından vücudumdaki illetin yayılıp yayılmadığına dair sonuçları beklediğim günlerdi. Gerçeküstü bir dönemdeydim; dünyayı sanal bir mekan gibi algılıyordum; derin, çok derin bir boşluktaydım sanki… Başıma gelenleri duymuş, bir kaç günlüğüne geldiği İstanbul’da, bir gününü bana ayırmak istemişti.
Gözlüklerinin ardından cin gibi parıldayan gözleri, yüzünde hiç eksik olmayan muzip gülümsemesi, elinde Hollanda çikolatası ve hastalara şifa olsun diye verilen şişe şişe saf ballarıyla çıktı karşıma… ‘Nedir bu senden çektiğimiz lan; durmadan başına bela sarmayı nasıl beceriyorsun? Karşıdan seni gören de halim selim bir adam sanıyor,’ oldu ilk sözleri… Bir ağabey gibi fırçalamıştı aslında ama, bunu bile bile onu tatlı tatlı bozmak hoşuma gidecekti. Öyle de yaptım; tutamadım kendimi ve ‘Ben de seni gördüğüme sevindim’ diyerek sıkı sarıldım. ‘Ben de seni gördüğüme sevindim manyak herif’ dedi ve o da sıkı sıkı sarıldı.
Böylece bütün günü kaplayacak ve bizi son kez bir araya getirecek olan görüşmemiz başladı. Gerisi bildiğiniz gibi… Hani uzun süredir görüşmeyen eski dostlar bir araya gelirler, geçmişten konuşurlar, kah gülerler kah hüzünlenirler, ortak arkadaşların ne yaptığından, nerede olduğundan, sağlıklarının ve keyiflerinin yerinde olup olmadığından dem vururlar, laf bir ara bugüne ve gelecekten umutlarına gelir; öyle bir gün geçirdik işte…
Dün gece ‘son kez’ olduğu kesinleşen bu görüşmede yarım saatlik bir dilim vardı ki; bu hepinize aşina eski dost buluşmalarında her zaman yaşanan türden değildi. O yarım saatlik dilim, belki de bende en çok iz bırakan… ve şu an içimi acıtan…
Benim hastalık sürecim zaten belli… Görüşmenin başında konuşmuşuz. Eh, ben de görünenden farklı olarak güçlü adamım; durmuyorum üstünde hastalığımın… Yine geçmiş hatıralara, Çağatay, Funda, Gülden, Birkan gibi ortak dostlarla acı-tatlı yaşananlara dalmışız. Birden o muzip gülümseme kayboldu gözünden Sezai’nin; önündeki kahve fincanının yanında duran kaşıkla amaçsızca oynamaya başladı, gözlerini yarılanmış nescafenin içine dikti. Önemli bir açıklama gelecekti, anlamıştım; duruldum ben de ve sordum: ‘Hayrola? İyi misin?’
‘Aslında sen bu hastalığı yaşarken bunu söylemeyecektim, seni üzmek istemiyorum ama söylemek zorunda da hissediyorum kendimi… Henüz netleşmedi ama sanırım ben de kanserim.’
Başımdan kaynar sular dökülmüştü. O ana dek yanımda olduğunu göstermek için beni ziyarete geldiğini düşündüğüm bu güzel adam için, bu buluşmanın anlamının daha da derinlerde olduğunu anladım. Hem benim yanımda olmak hem de içindeki isyana bir yol vermek için karşımda oturuyordu Sezai… ‘Ben seni gayet iyi gördüm, yaptırdığın tahlillerin ve PET’in sonucunun iyi çıkacağına inanıyorum,’ dedim; ailesinde ve kendinde her daim kanserle iç içe yaşamış biri olmanın dayanıklılığıyla… Ama o emin değildi bundan… ‘Umarım,’ dedi ve ekledi: ‘Kızım Rani daha çok küçük. Onun üniversiteden mezun olduğunu, hayatını kurduğunu görmek istiyorum. Hollanda İşçi Partisi’nden milletvekilliği teklifi geldi; siyasette yapmak istediklerim var.’
Hollanda’ya döndükten sonra sonuçları sevinçle bildirdi bana… Akciğer kanseri değildi; sonuçlar temiz çıkmıştı. Ben de, ortak dostlar da rahatlamıştık.
Ta ki çok zaman geçmeden gelen kötü habere kadar… 2×2=4 değil bu illet işte… Sonraki tahlillerde kanserin sadece akciğerinde değil, pek çok yerinde olduğu ortaya çıkmıştı ve durum gerçekten kötüydü. Radyoterapiler, kemoterapiler; bildiğiniz süreçlere girdi Sezai… Ama bana da, ortak dostlara da en çok acı veren; bu gülümseyen adamın, tedavi sürecinde içine kapanması oldu. Saygı duymamıza rağmen bizden kaçması çok üzdü hepimizi… Yanında olabilseydik keşke… Her şey daha farklı olabilir miydi acaba?
Bugün memleketi Nevşehir’de toprağa verilecek Sezai… ‘Her ölüm erken ölümdür’ diyor ya şair; hayır, bazı ölümler daha erkendir bence… Bu, çok ama çok erken bir ölüm oldu. Bu kadar hayalleri olan, her daim gülümsemesiyle hatırlanan bir insan, bu kadar erken ayrılmamalıydı aramızdan…
Soruyorum kendime, ‘Son zamanlarda çevremde genç yaşta yaşamını yitiren insanların hepsi iyi insanlar… Başkalarını da kendileri kadar düşünen, dünyaya ve insanlığa dair iyi hedefleri olan insanlar… Dünya kötüleştikçe iyi insanların yaşaması zorlaşıyor mu acaba?’ diye…
Gerçekten çok ta iyi olmamalı mı acaba insan? İyilik, zayıflık mı acaba içinde bulunduğumuz çağda?
METROSFER var oldukça (ki, dediğin gibi ben başımı gene belaya sokmadıkça var olacaktır!’) bu yazı senin anına bu gazetede baş köşede duracak Sezai Aydoğan…
Gülümseyen gözlerinden öpüyorum.