Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam154
Toplam Ziyaret771726
Hayvan Çiftliği


"Bütün kitaplar eşittir; ama kimi kitaplar diğerlerinden daha eşittir!"
George Orwell

"Hayvan Çiftliği" George Orwell tarafından yazılan ve ilk kez 1945'te basılan kısa bir hikaye. Hikaye, eşitlik ve adalete dayalı bir toplum yaratmak amacıyla, hayvanların insanlara karşı ayaklandığı bir çiftlikte geçiyor.

"Hayvan Çiftliği", Rus Devrimi'ne ve Joseph Stalin dönemindeki Sovyet rejiminin yükselişine yol açan etkenlerin simgesel bir anlatısı olarak yansıyor. Orwell, iktidarın yozlaştırıcı doğasını ve ihtilallerin baskıcı bir sistemi diğeriyle değiştirme eğilimini eleştiriyor.

"Hayvan Çiftliği" aynı zamanda propaganda, manipülasyon ve eleştirel düşünmenin önemini de araştırıyor. Domuzların anlatıyı kontrol etme ve tarihi yeniden yazma yetenekleri, iktidardakilerin kitleler üzerindeki kontrollerini sürdürmek için bilgiyi nasıl manipüle ettiklerinin açık bir tasviri. Hayvanların, domuzların aldatmacasının arkasını görememesi, kör sadakatin tehlikeleri hakkında bir uyarı görevi görüyor.

Orwell'in "Hayvan Çiftliği"ndeki yazım tarzı doğrudan ve erişilebilir olup, okuyucuların altta yatan siyasi mesajları anlamasını kolaylaştırıyor. Hayvanların karakter olarak kullanılması hikayeye evrensel bir çekicilik kazandırıyor ve okuyucuların romandaki olaylar ile gerçek hayattaki tarihi olaylar arasında paralellikler kurmasına olanak tanıyor.

Genel olarak “Hayvan Çiftliği", herhangi bir siyasi sistemdeki yolsuzluk ve zorbalık potansiyelini vurgulayan güçlü bir edebi eser olarak duruyor; rehavetten doğacak tehlikelere, adaletsizlik ve baskı karşısında uyanık kalmanın önemine karşı bir uyarı niteliği taşıyor!

Hayvan Çiftliği", 12 -18 yaş grubu çocukların ve gençlerin rahatlıkla okuyabileceği bir edebiyat klasiği. 

Kitabın PDF sürümüne buradan ulaşabilirsiniz.

kosektas.net

İlkokulumuz ve Arkadaşlarımız - Dr. Salim Çelebi

 
 

 KÖŞEKTAŞ’TA DÖRT MEVSİM

IV-  İLKOKULUMUZ VE ARKADAŞLARIMIZ

Dr. Salim Çelebi


Beni de Köşektaşımızın çoğu insanı gibi Yahya Öğretmen okuttu: Yahya Doğan.

Okulumuzda iki öğretmen vardı 1960’lı yılların başında: Yahya Doğan ve amcamın oğlu Fethi Çelebi.

Birinci ve ikinci sınıfı Yahya öğretmende; üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfı da Fethi öğretmende okumuştuk. Derslik sayısı azdı, birinci ve ikinci sınıflar bir derslikte; diğer üç sınıf da başka bir derslikte ders yaparlardı. Aynı derslikte eğitim gören üç ayrı sınıfa, yetişmek zorundaydı öğretmen!

Bugün bile, kalemtıraşların; Yahya Öğretmenimiz kadar düzgün kalem açacaklarına inanmıyorum.

Yetmişli yılların ikinci yarısında görmüştüm en son Yahya Öğretmenimizi. İstanbul’da, hem akşam lisesinde öğretmen hem de tıp fakültesinde öğrenciydim. Köye gelmiş olduğum bir dönemde yapmış olduğumuz bir sohbette, “Romatizmanın çaresini buldum.” demişti. Nasıl bulduğunu sorduğumda, “Her iki bacağım da yıllardır çok ağrıyordu: O kadar çok ilaç kullandım, fakat hiç biri de kâr etmedi. Önce bir arıdan başladım; sonra, iki, üç, dört, beş... derken kırk arıya kadar çıktım. Yani aynı anda diz kapaklarımı kırk arıya sokturdum. Ne ağrım kaldı ne de sızım.”

İlginç gelmişti bana, araştırdım; gerçekti söyledikleri: Amerika’da, çeşitli eklem hastalıkları için arı zehiri ampulleri vardı. İlkokul birinci veya ikinci sınıfta değildim, ama yine de bir şeyler öğretmişti Yahya Öğretmenim...

Yerli malı haftası düzenlenirdi her yıl okulumuzda: Başta yiyecekler olmak üzere, köyümüzde üretilen her şeyi götürürdük.Yiyecekler masalara yerleştirilir ve tüm köy halkı davet edilirdi okula.

Hoparlör sistemi yoktu köyümüzde, deller (Tellal) çağrılırdı.

İlgili kişi, köyün orta yerlerindeki bir dam başına çıkar ve yüksek sesle okurdu duyuruyu.

Dinleyenler duymayanlara söyler, herkese yayılmış olurdu ilan.

Bizleri kümelere ayırarak ders yapardı Fethi öğretmen. Her küme, dersin sonuna doğru soru sorardı bir diğer kümeye. Bilinemeyen soru sorulduğunda, gurur duyardı soruyu yönelten küme kendisiyle.

Bahar Bayramında geziye giderdik okul olarak. Bir gün önceden annelerimiz kumanyalarımızı hazırlar (Kaynamış yumurta, haşlanmış patates, yeşil soğan...) ve Kayaltı köyüne yakın bir yer olan “Pazarcık”a gidilirdi. Etraf köyler de gelirdi, oradaki mesire yeri olan çayırlığa.

Çeşitli yarışmalar yapılırdı gelen köy ilkokulları arasında.

İlkokul beşinci sınıfta; Saniye, Akkız, Refika, İbrahim Gülmez, Murat Güneş, Mehmet Çelebi, Baki Cesur, Tayyar Altıntaş, Şenol Şeref, Ali Ölgün, Talip Akdemir, Yücel Yıldız, Abidin Erdem ve Yüksel’le aynı sınıftaydık.

Ertan Akdemir bizden bir sınıf gerideydi ama iyi arkadaştık onunla.

Çalışkan bir öğrenci sayılırdım, ama şu anda düşünüyorum da içimizde en zeki öğrenci Murat Güneşti.

Bir de İbrahim Gülmez’i hiç unutamam: Bâli Amcanın oğlu İbrahim, saflığın, dürüstlüğün ve emeğin sembolü olmuştur benim için hep.

1967 veya 1968 yılında, evlerinde yangım çıkmıştı da tüm köylü söndürmüştük!

Çok iyi arkadaşlarımdan biri de Ali Ölgündü. Çok üzülürdüm ayaklarının durumuna. Çabuk sinirlense de çok temiz bir yüreği vardı. Umarım emekli olmuştur; Kırşehir Devlet Hastanesinde çalışıyordu yanılmıyorsam.

İlkokulumuzun tam karşısında Elvanların evi vardı. Elvan’ın küçük kız kardeşi Fahriye, en büyük topu olan arkadaşımızdı. Bayılırdık onun büyük topu ile oynamaya. Hınzır, her zaman vermezdi canımızın çektiği topu!



Yorumlar - Yorum Yaz
Berlin - İstanbul

Doğan Kuban
Türk Mimar ve Akademisyen

Almanya: 81 milyon nüfus; en büyük kenti: Berlin, 3.750. 000 nüfus; gökdeleni yok, ama metro ağı var; insan başına yıllık gelir: 43.740 dolar.

Türkiye: 75 milyon nüfus; en büyük kenti İstanbul, 17.000.000 nüfus, gökdeleni her gün artıyor. Ama metrosu yok sayılabilir; insan başına yıllık gelir: 9. 760 dolar.

(Kaynak: Economist, 2012)


Bu karşılaştırmadaki çelişkileri Alman ve Türk toplumları arasındaki kurumlaşma, birikim, üretim, tarihsel bilinç, bilim ve sanat alanındaki yaratıcılık, uygar davranışlar ve özgür düşünce ile bütünleştirince iki toplum arasında gelecek öngörüleri arasında korkutucu bir mesafe olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Berlin park içine kurulmuş bir kente benziyor. Gökdelen yok! Toprak ve yapı spekülasyonu yapılaşma disiplinini bozacak kadar azgınlaşmamış. Yollar geniş, her yöne ulaşan bir metro ve tren ağı var. Metrosuz ulaşımın olanaksızlığını Türkiye’ye anlatamadık.

Berlin’in geniş, itina ile yapılmış kaldırımları sadece yayaların. Kaldırımlara çıkan otomobil de yok. İnsanlar köpekler ve kedilerle birlikte yaşamıyor, sokakları da mezbaha olarak kullanmıyorlar. Bizim sorumlular kentin iki yakasına iki gökdelen yerine iki tane bayram mezbahası yaptırsalar, hem daha sağlıklı hem de daha hayırlı olmaz mı?

Berlin’in 200’den fazla müzesi var. Hepsinin kitap satan bölümleri var ve hepsi çok kalabalık. İstanbul’da Arkeoloji ve İslam Sanatları Müzesi dışında önemli müze yok. Topkapı bir saray, Ayasofya camiye çevrilmiş bir kilise. Bu durum bir kültür yetersizliğidir. Avrupa’da her büyük kentin görkemli bir kent tarihi müzesi var, İstanbul’un yok. İstanbul’da ne bir doğa müzesi var ne de bir teknoloji müzesi.

Bu yokluk doğa bilimleri öğretiminin sınırlılığı ve teknolojinin yok olduğunun ifadesidir. Müzelerin göstermelik, halkın ve öğrencilerin yaşamında neredeyse olmayan varlığı toplumun sanat ve tarihle ilgisiz kültürünün endişe verici bir gösterisidir. Devletin çok daha büyük yatırımlarla yapması gereken bu kültür odaklarının yerine, küçük koleksiyonlarıyla özel müzeler geçemezler.

Müzik ve kitap

Müze kavramının toplum yaşamına yerleşememesi, bilim ve sanata ilişkin ilgi ve bilginin hâlâ var olmadığını kanıtlayan, açık, can acıtıcı bir göstergedir. Türkiye her alanda çok büyük bir kültür ve bilgi krizi yaşıyor. Bunun ülkenin geleceğini kararttığını bilgisiz ve duyarsız olanlara hangi yöntemle anlatacağız?

Berlin’in pek çok konser salonu, bu arada Hans Scharun’un modern mimarinin ünlü yapılarından biri olan filarmoni yapısı da var. Bir orman içinde olağanüstü bir açık hava konser alanı var (Waldbühne). Operası ve pek çok tiyatro sahneleri var. Opera, tiyatro ve musiki yaşamı da o oranda olağanüstü zengin. Bu bağlamda Almanya ile karşılaştırma kuşkusuz anlamsız olur. Berlin’in büyük kitapçılarından birine İstanbul’un bütün kitapçılarını sığdırabilirsiniz. Bu da düşündürücü bir olgudur. Ama doğal. Almanlar yılda kişi başına ortalama 15 kitap okuyorlarmış. Türkiye ortalaması ise bir tane bile değil.

Berlin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasına karşın, iki savaş arasında dünyanın en modern kenti kabul ediliyordu. Tarihi yoğunluğu kadar, çağdaş mimari örneklerinin çokluğu ile. Günümüzde de, özellikle Potsdamer Meydanı çevresinde, çağdaş mimarlığın en önde gelen kent imgelerinden birine sahip.

İçi boş turistik propaganda

19. yüzyılda İstanbul, Avrupa’ya açılmış olsa bile, tarihi kimliğini sergileyen özgün yaşam kültürünü henüz yansıtıyordu. Apartman hastalığının yok ettiği eski İstanbul’un tarihi dokusundan söz etmek artık olanaksız. Halk ve belediye ‘ona değmiş, buna değmemiş’ yöntemiyle Suriçi’nden Adalar’a kadar tarihi dokuyu yok etti. 18. ve özellikle 19 yy’da İstanbul’a gelip kentin resimlerini yapan Avrupalı ressamların bizi hâlâ heyecanlandıran yapıtları, tarihi içeriği birkaç camide kalmış, içi boş bir turistik propaganda aracı olarak kullanılıyor. Kent kemirgenleri her gün, bilinçsizce, artık çok az kalmış bir tarihi mirası yok ediyor.

Bu eski İstanbul’un tüm alanı, yeni ucube Büyükşehir agglomera’sının 400. 000 hektara ulaşmış devasa yapı salatasının 20 ya da 25’te biridir. Bizim gibi duyarlı ve yaşlı mimarların içini yakan da bu 15-20. 000 hektarlık tarih harabesidir.

Kırsal alandan gelip Osmanlı olmak isteyen sonradan görme kırsal-burjuvalar, hatta İstanbul kökenli aileler imparatorluk kentini bozuk para gibi harcadılar. Çırağan Sarayı’ndan otel, saray sinemasından alışveriş merkezi yapanlar Taksim kışlasını yapmaya kalkarlar, ama Hatice Sultan Sarayı ya da Beyhan Sultan Sarayı, hatta Tersane Sarayı hatırlarına gelmez. Kuşkusuz kentin tarihi yapılarıyla ilgili bir rölöve arşivi de yoktur.

Büyük ulus kimliği

1939-1945 dünya savaşında insafsızca yerle bir edilen Berlin kentinin eski yapılarının nasıl onarıldığını ve hatta neredeyse yeniden yapıldığını görmek Alman toplumunun tarih bilincinin ve -bizdeki kimi ulus düşmanları alınsalar da- büyük bir ulus kimliğinin göstergesi olarak insanı şaşırtıyor ve çok etkiliyor. Kuşkusuz İstanbul’u 1960’tan sonra doldurmuş okuma yazması olmayan Anadolu halkını aynı bilgi, bilinç ve tutkuya sahip olmadığı için suçlamak söz konusu değil.

Ne var ki bu olgunun Almanya’yı Almanya bizi de Türkiye yapan bir kökten uygarlık farkı olduğunu, bırakın sıradan halka, okumuşlarımıza ve idarecilerimize de anlatamamışız. Son Osmanlı döneminin alafranga aileleri ahşap konak ve yalılarını apartmanla değiştirmek için birbirleriyle yarış etti. Bu da Fransızca öğrenip piyano çalarak bir aristokrat hatta bir burjuva geleneğinin bile yaratılamayacağının kanıtıdır.

Bu arada Taksim’in yeniden düzenlendiği bugünlerde Türk kentlerinin kent meydan yoksulu olmaları bağlamında temel bir noktaya değinmek gerekiyor. Bizim geçmişimizde planlı kentsel meydan kavramı yok. Bu bizim yapı kültürünün bir özelliğidir. Belki insani bir içeriği de var. Fakat her tarafı yüksek apartman ve gökdelenle doldurulan yeni mahallelerde bu yokluk bir kültür göstergesi değil, bir kültürsüzlük göstergesidir. Çok büyük anıtlar söz konusu olmadıkça, meydanlar yapılarıyla değil, boşluklarıyla etkili olurlar. Paris’te Concorde, Berlin’de Alexander Platz, Roma’da Palazo Venezia ile Colosseum arasında Piazza Venezia ve Foro Romano, Londra’da Trafalgar Square, Moskova’da Kızıl Meydan, Beijing’de Tien An Men Meydanı gibi.

Bir iki parkı anımsayalım: Paris’te Bois de Boulogne, Berlin’de Tiergarten, Londra’da Hyde Park, New York’ta Central Park. Bunlar saray bahçeleri değil. Halk için tasarlanmış mekânla ve kentin bir yapı ve otomobil deposundan fazla bir şey olduğunu gösteriyorlar. Çağdaş inşaat hastaları ya da spekülatörler kentleri yapı deposu olarak görmekte devam ediyorlar. Taksim hikâyesi bunu açıklıyor. Bu insanlar için 17. 000. 000. insanın yüksek apartman, gökdelen ve AVM den başka bir gereksinimi yok anlaşılan! Bu kazulet kutular arasındaki ulaşım eziyeti de nereye ödediğimiz belli olmayan bir tür haraç olmalı!

Sevgili Okuyucular,

Bu satırları okuyacağını hayal ettiğim bir belediye başkanı Paris’te Concorde’dan Eiffel Kulesi’ne doğru yürürken düşünen ve duygulanan ve diyelim Anne Sophie Mutter’i Kreutzer Sonatı çalarken Viyana’da, Musik Verein’ın konser salonunda dinlemiş ve Viyana’da Gottfried Semper’in Doğa Müzesi’ni gezmiş biri olsaydı, kuşkusuz ne dediğimi anlardı. Çünkü bunların tümünün bir uygarlık tanımladığını biraz anlamış olurdu.

23 Kasım 2012